Sömürgeciliğin Afrika’daki Karanlık Mirası: Darbeler

0

Günümüz Afrika devletleri içinde büyük bir savaş veren Cezayir hariç birçoğu, bağımsızlıklarını 1960 yılı ve takip eden yıllarda apar topar elde etmelerinin sağlanmasının ardından kendilerine verilen bu imkânları hiçte doya doya yaşayamadılar. 1950-2006 yılları arasında dünya genelinde 457 darbe teşebbüsü olmuş ve bunların yarısına yakınında hedef alınan iktidarlar devrilmişti. Geçtiğimiz 14 yıldaki teşebbüslerle bu rakam 500’e yaklaşmış bulunuyor. Bunların neredeyse her ikisinden birisinin bugün 54 müstakil devletin bulunduğu bu kıtada olması tesadüf değildir. Tarihten hiç mi ders alınmıyor da her on yılda yaklaşık 40 civarında ülkenin yönetimlerinin değişmesi mümkün oluyor? Aslında bu sorunun en mantıklısı zaten zor şartlarda hayatlarını devam ettirmeye çalışan Afrikalı toplumların neden iyi veya kötü bir şekilde var olan düzenlerinin yıkılmasını isteyip istemedikleri konusudur.

Uluslararası haber ağlarına düşen bilgilere göre darbelerin arkasında İsviçreli yazar Jean Zigler’in tabiriyle “Yeryüzünün Yeni Efendileri”, yani “Çok Uluslu Şirketler” vardır. Bunlar o kadar büyük bütçelere hükmederler ki sadece 50 kadarı orta sınıf ve altında bir hayat süren dünya nüfusunun yarısından fazlasından daha zengindirler. Sahipleri dünyanın geleceğinde o kadar etkindirler ki en güçlü devletlerin başkanlarını dahi bunlar iktidara taşımak için gece gündüz çalışırlar. Bugün “Küresel Güçler”, ya da kendi tabirleri ile “Büyük Güçler” dediğimizde aklımıza gelen ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, Almanya, Kanada ve benzeri devletlerin başkanları bu şirketlerin takip edecekleri siyasetlerden en ufak bir sapma gösteremezler. Cesaret ettiklerinde ise ilk seçim dönemine girildiğinde adeta unutulmaya mahkûm edilirler. Peki, bu güçler Afrika’dan ve bu kıtanın bir türlü kalkınamayan ülkelerinden ne istemektedirler?

“Afrika zengin, Afrikalılar fakir” peşin algısının yanında “Avrupa fakir, Avrupalılar zengin” tabii bir gelişmeyi ifade eden cümleyi duyunca insanın içini bir karamsarlık kaplıyor. 21. yüzyıla girildiği bir dönemde bile bu denklem yeryüzündeki en büyük adaletsizliğin açıkça itirafıdır. Bu kıtada öyle bir gelecek düzenlemesi yapılıyor ki elbette ki darbeler birbirini takip etmek zorunda kalsınlar. Ülkesini azda olsa yeni sömürgeciliğin esaretinden kurtarma gayret ve emeline girişen bir önder şahsiyetin ortaya çıkması durumunda onun derhal hizaya çekilip, en azından bir mason locasına kaydı yapılıp, ya geçmişteki sorgusuz itaate hiç tereddüt etmeden boyun eğmesi, ya da en hafisi sürgün veya en ağırı olan ölüm dahil iktidardan zorla el çektirilmesi gerekecektir.

Libya’da Muammer Kaddafi kadar Afrika ülkeleri ve özellikle toplumlarını çağın imkânlarından istifade ettirmek isteyen ikinci bir devlet adamı çıkmamıştır. Bundan sonra da çıkma ihtimali çok zor görünmektedir. Buradaki kastım, Kaddafi’yi parlatmak değil [-her liderin/ulu’l-emrin hatası ve savabı kendisine ait-], küresel güçlerin var olan çok yüzlü yapısıdır. Zira 1969-1992 yıları arasındaki büyük ambargoya kadar kendi tarzında bir yönetim uygulayıp ve o dönemde “İslamcı” diye yüzlerce insanı zindanlara attığında, hatta Bingazi hapishanesinde ölümlerine sebep olduğunda suskunluğa bürünen Küresel Güçlerin, 2011 yılında onun iradesi dışında sadece 5/10 kişinin ölümünü bahane ederek on binlerce Libyalının ölümünün kapılarını aralamaları da asla akıllardan çıkarılmamalıdır. Zaten az olan nüfusunun yarısı ülkeyi terk etti, ya da çok zor şartlar altında, dahası iç savaş ortamında yaşatılıyor. Sadece Libya liderine değil, tüm ülke yöneticilerine anavatanlarında yaşamak imkânsız hale getirildi. Çünkü Afrika’nın her bir ülkesinde yollar, kültür merkezleri, hastaneler, okullar, beş yıldızlı oteller, konferans salonları açan ve Libya üniversitelerini Afrikalı öğrencilerle doldurması bardağı taşıran sebepler arasındaydı. Dahası kıtada yaşanan her siyasi ve ekonomik buhrana el atarak aracılık rolü üstlenmesi, Küresel Güçler’i adeta çıldırtıyordu. Afrika Birliği Teşkilatı kurulduğu 1963 yılından itibaren sadece bağımsızlığını elde edemeyen toplumların bu hakkı almalarının dışında ciddi girişimlerde bulunamıyordu. 2002 yılında Kaddafi kıtanın bu çatı kuruluşunu bir teşkilat olmaktan çıkarıp, Avrupa Birliği seviyesine yükseltip “Afrika Birliği” adını verdi. 2014 yılında sürecinin tamamlanması kararlaştırılan “Afrika Bankası ve Afrika Parası” modellemesi onun öldürülmesiyle atıl kalmışsa da tüm engellemelere rağmen 2020’de tedavüle girmesi de onun girişimlerinden birisinin hayat bulması olacaktır.

Küresel Güçler, mevcut enerji ve hammadde kaynaklarını en kolay ve yok pahasına Afrika’dan temin etmektedirler. Fakat bu alışageldikleri uygulamalar, yeni küresel güçlerin kendilerine alan açmak istemesiyle birlikte ciddi rekabet ortamlarını beraberinde getirdi. Afrikalılar da eskisi gibi kendilerine çizilen modern ülke sınırlarının dışındaki dünyaları kıta içi ülkeler arasında veya dışındaki ülkelerde keşfettikçe kaynaklarının sorumsuzca tüketildiğinin farkına varmaktadırlar. Soğuk Savaş yıllarındaki iki kutuplu dünyanın Sovyetlerin yıkılmasıyla son bulması ve bir dönem ABD’nin tek kutuplu siyasetinin vahameti Afganistan, Somali ve Irak’ta saplandığı bataklık ile iyice gün yüzüne çıktı. Bu gelişmeler onun itibarını yok etmediyse bile iyice zedeledi. 2003 yılında Rusya devletbaşkanı Vladimir Putin ve Fransa devletbaşkanı Jacques Chirac dünyanın “çok kutuplu” bir döneme girdiğini ilan ettiler. Bu bir zorunluluktu ve artık sadece BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi tüm dünya ülkelerinin kaderini belirleyemezdi, aslında açıkçası onların ifadesinden anlaşılan bu idi. Artık Almanya, Japonya, Brezilya, Hindistan, Türkiye, Güney Kore, İran ve Güney Afrika gibi ülkeler de ciddi söz sahibi olmaya başlamışlardı. Ama bunlar arasında yine de dünya siyasetine yön vermede ciddi farklılıklar bulunuyordu. Zira Afrika ülkelerini sadece ihtiyaç duyulan kaynakların istenildiği şekilde koparıldığı bölgeler olarak görenler yanında onlara almadan da verebilen Türkiye gibi bir ülke el uzatıyordu. Bu kıta üzerinde oynanan büyük oyunun kıtanın farklı toplumları nezdinde fark edilmesini az veya çok sağladı. Sessizce hareket ediyordu, ama gizli bir güç olduğu da kolayca anlaşılıyordu.

Çad’da atasözü derecesinde dillendirilen bir ifade vardır: “Düşman aileden gelir”. Bu belki her ülkeye uygulanamaz, ama yine de iktidarları en fazla darbe teşebbüsleri ile zorlayanlar arasında ailenin yakın fertleri, aynı kabile üyeleri ya da aynı siyasi eğilimdeki kişiler yer alırlar. Haliyle bu durum için kullanılan başka bir tespit ise “Bir gözün dikiz aynasına baksın, zira tehlike arkadan gelir” cümlesidir. Zira kurulu hükümet içinde görevi bulunan, en azından askeriye de ordu komutanı değilse de bir gün tüm düzenin altını üstüne getirebilecek etkiye sahip subaylar bulunabilmektedir. Genelde darbe teşebbüslerine girişenler devlet başkanlarına, başbakanlara yakın kimseler olup adeta nefesleri onların ensesinde hissedilebilecek kadar yakınında bir konuma sahiptirler. Mısır’da Merhum Muhammed Mursi’ye en ufak bir acıma duygusuna kapılmadan sadece darbe yapmakla kalmayan, onu hapse atarak ölümüne sebep olan, dahası binlerce ülke insanını acımasızca öldürten düzeni kuran, zindanlara koyan, idam ettiren Abdülfettah es-Sisi bizzat onun tarafından tüm orduların başına geçirilen bir komutandan başkası değildi. Halbuki gerektiğinde her defasında devletbaşkanına saygısını ifade ederken yanına kadar sokulan bir kimseden bu hareket beklenebilir miydi?

Afrika 70 yıldır darbelerle boğuşmaktadır. Bedeli en ağır olanlarının arkasında ABD’nin en etkili kuruluşu CIA’in olduğu herkesçe biliniyor. Ekonomik olarak dünyanın en güçlüsü Avrupa Birliği olmaya devam etse de bu konum artık uzun ömürlü görülmüyor. Zira Almanya, Fransa ve İngiltere eskisi gibi ülke olarak değil de Avrupalılık şemsiyesi altında birinci güç olma konumlarını sürdürebiliyorlar. Gerçi İngiltere nazarında bunun günümüz için bir faydası bulunsa da yakın gelecek için büyük bir çıkmazın kaynağı olacağına inandığı için bir an evvel bu birliği terk etme derdine düştü. Onun ayrılışı birçok ülkenin de ayrılma hevesini tetikleyecektir. ABD böyle bir durumda dünyanın en güçlü ekonomisi olarak varlığını bir müddet daha sürdürse de Çin ile yakın gelecekte güç denkleminde yer değiştireceğini öngörüyor. Rusya’nın sahip olduğu enerji ve hammadde kaynakları ile Küresel Güçler’i kendisi ile daha uyumlu davranmaya zorlaması kendisine en azından 21. yüzyılın başında üstünlük sağlıyor ve bunda geçici de olsa bir başarı da elde ediyor.

Tüm bu büyük güçlerin aralarındaki acımasız rekabet yakın gelecekte büyük çatışma alanlarını ortaya çıkaracak ve Afrika bunun en zayıf halkasını meydana getirecektir. Hem Çin’de giderek yaşlanan ve 65 yaşını dolduran 400 milyon emeklinin varlığı ciddi bir ekonomik külfete dönüşürken, Avrupa da yaşlanan nüfusunun yerine birçok iş kolunda çalışacak insan ihtiyacını ancak göç ile temin edilebilecektir. Göç edenlerin çoğunun Müslüman olması ve bunların asli ülkelerine bağlılıklarını sürdürmeleri, Avrupa ülkelerinde göçmen düşmanlığı ve İslam dinine karşı tavırları giderek körüklemektedir.

2019 yılına Gabon’daki başarısız darbe teşebbüsü ile giren Afrika’da bunu Nisan ayında Sudan’daki 30 yıllık Ömer el-Beşir’in iktidarına son verilmesi takip etti. Kıtada en fazla darbe teşebbüsünün yaşandığı bu ülkede sadece bir hamle yapılmamış, ilkinin ardından adeta “darbe darbeyi doğurur” sözünü doğrularcasına neredeyse her ay yeni bir süreç ile karşılaşılmaktadır. Yine Haziran ayında Etiyopya’nın bir bölgesinde de benzeri bir girişim ilerlemeden bastırılsa da bu coğrafyada demokrasi adına tüm aksaklıklarına rağmen örnek ülkeler arasında gösterilse de burada da her an ciddi gelişmeler yaşanabileceğinin işaretleri görülüyor. Çünkü ülkenin siyasi anlamda karar veren en güçlü konumundaki şahsiyet başbakan olup bunun ülkesi içindeki barışı sağlama yönündeki yeni uygulamaları, Eritre ile onlarca yıllık gerginliği azaltması, Sudan’da arabuluculuk üstlenmesi Küresel Güçler’i ciddi anlamda rahatsız etmektedir. Ortaafrika Cumhuriyeti’nde Fransız işgalinden sonra Müslümanlar 2013’te iktidarı ele geçirince yine dünyanın yeni efendileri konumundaki şımarık güçleri, bu yeni durumu ortadan kaldırmak için adeta birlikte hareket ettiler. Fransa’nın 2010’lu yılların başında bu ülkedeki ayrıcalıklı konumunu Güney Afrika Cumhuriyeti’ne kaptırmasının ardından gelişen olaylarda adeta her alanda can simidi olan Müslümanlar kurban seçildiler ve ülkedeki tüm kazanımlarını birkaç yılda kaybetmeleri için her yol denendi. Şu an ise başkent Bangui’de güvenliği Ruslar sağlamaktadır. Somali’deki gelişmeler bir din savaşı veya etnik bir çatışmanın çok ötesinde iktidar mücadelesinin toplumun en küçük katmanlarına kadar yayıldığı bir sürece girdi. Şayet Somali bulunduğu konumunu 1990’lı yıllarda iki kutuplu dünyanın yıkıldığı günlerde bir iç savaşa girmeden koruyabilseydi Batı Afrika’da Dakar, Lagos, Abidjan ve daha birçok başkent gibi kıtanın övünç noktalarından birisi olacaktı.

Küresel Güçler her geçen sene geleceklerini daha hızlı bir şekilde büyük yıkımlara sebebiyet verecek tehlikeye atarlarken aralarındaki gerginlikleri kendi bölgelerinden ziyade ellerinin ucuyla karıştırabilecekleri ülkelere taşıyarak darbelerle oyalayıp zaman kazanmaktadırlar. Özellikle İslam dinini kavgaların merkezine koyarak tüm Müslümanları bu gerginlerin müsebbibi olarak göstermekte ısrar ediyorlar. Nijerya’daki Boko Haram’dan Afganistan’daki Taliban’a, Ortadoğu’daki el-Kaide’ye ve DAEŞ’e, Kuzey Afrika’da Mağrip el-Kaidesine, Somali’deki eş-Şebâb’a kadar hepsi kıta dışındaki akademik ortamlarda, istihbarat ağlarında, düşünce ve araştırma kuruluşlarının laboratuvarlarında iyice şeytanlaştırılarak kendi ülkelerinin başlarına musallat edilmektedirler. Batı medyası bunlar sebebiyle kendi coğrafyalarında büyük korkulara sebebiyet verseler de asıl acıyı çekenlerin hep Müslümanlar olduğunu göz ardı etmektedirler.

Türkiye’de 15 Temmuz 2016 tarihinde girişilen darbe teşebbüsü Afrika ülkelerinde de büyük bir tedirginliğe sebep oldu. Eğer FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) üzerinden Batı’nın kendi kıtalarında benzeri yollarla mütemadiyen uyguladığı darbelerin bir benzeriyle iktidarı ele geçirseydi, kendi başlarından geçen büyük yıkımın benzerinin Türkiye’de yaşanmasından korktular. Türklerin darbeler konusundaki hassasiyetleriyle hareket etmelerinden cesaret alıp her ne pahasına olursa olsun hiçbir darbenin yapıcı olmadığını, yıkıp darmadağın eden özelliğiyle geldiğini gördüler. Bu anlamda 15 Temmuz sadece Türkiye’nin değil, dünyada birçok ülkede Küresel Güçler’in piyonu olarak hareket edenlerin başarı elde edemedikleri bir mücadelenin adı oldu. En son örneği ise Venezuela’da da halkın devletbaşkanları ile ABD’nin tüm girişimlerini benzeri şekilde önlemeleri sayesinde bu yöndeki hevesleri bir kez daha kursaklarında kaldı. Sefer bizim, zafer Allah’ındır…

Share.

Yazar Hakkında

Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi. 1964 yılında Vezirköprü’de doğdu. Merzifon İmam-Hatip Lisesi (1982) ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1987) eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı bursuyla yüksek lisansını (1991) ve doktorasını (1996) Paris’te tamamladı, aynı yıl Üsküdar’da İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) araştırmacı olarak çalışmaya başladı. 2002’de doçentlik unvanı aldı. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü öğretim üyesi ve bölüm başkanı oldu. 2008-2011 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık’ta Afrika ile ilgili konularda müşavir olarak görev yaptı. 2009 yılında profesörlük unvanı aldı. 2011 yılı Eylül ayında görev değişikliği yaparak İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim dalına geçiş yaptı. 2013 yılı Mart ayında Afrika ülkelerinden Çad Cumhuriyeti’nin başkenti Encemine’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyükelçisi olarak göreve başladı ve iki buçuk yıl bu görevini sürdürdükten sonra 2015 yılı Ağustos ayında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı olarak tayin edildi. Batı Afrika Ülkelerinden Mali Cumhuriyeti’ndeki ilk ve öğretim seviyesindeki özel eğitim kurumları medreseler üzerine hazırladığı doktora çalışması IRCICA tarafından L’enseignement islamique en Afrique francophone: Les médersas de la République du Mali adıyla Fransızca olarak 2003’de İstanbul’da basıldı. Geçmişten Günümüze Afrika (Kitabevi, İstanbul 2005); Osmanlı-Afrika İlişkileri (Kitabevi, İstanbul 2011/1. baskı, 2013/2. baskı, 2015/3. baskı); Les relations turco-tchadiennes: La politique ottomane en Afrique centrale (TİKA, İstanbul 2014) adlı kitaplarının yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi-İSAM tarafından yayımı tamamlanan İslam Ansiklopedisi için önemli kısmı Afrika hakkında 95 madde yazdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Afrika”, “Osmanlı Afrikası”, “Osmanlı-Fransa Münasebetleri” ve “Osmanlı’da Dini Hayat” üzerine araştırmalar yapmakta olup bu konularla ilgili basılmış kitapları, farklı dergilerde bu konular hakkında çok sayıda makalesi, yurt içi ve yurt dışında düzenlenen ilmi toplantılarda takdim ettiği tebliğleri yayımlanmış bulunmaktadır. Evli ve üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve İngilizce yanında Paris Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Milli Enstitüsü’nde (INALCO/Institut National des Langues et Civilisations Orientales) eğitimini aldığı Bambara ve Volof Afrika yerel dilleri ile ilgili dersleri takip etmiştir. Prof. Dr. Ahmet Kavas, hâlihazırda Afrika Araştırmacıları Derneği’nin (AFAM) kurucu başkanlığı görevini yürütmektedir.

Yorum Yap