İç-doğu Afrika’da kara sınırlarıyla çevrili 26.338 kilometrekarelik toprağı ve 12 milyona yaklaşan nüfusuyla küçük bir ülke olan Ruanda,kaldırabileceğinin çok üstünde zorluklar yaşadı geçmişinde.Hutu, Tutsi ve Twa halklarından oluşan toplum yüzyıllarca bir arada yaşamış olmasına rağmen ortak bir mekânda ortak bir dili konuşan bu insanlar 19. yüzyılın sonuna doğru sömürgenin kendilerine getirdiği musibetlerin acısını hala çekmektedir.Her şey, önce Almanların ardından da Belçikalıların bölgeye adım atmasıyla oldu ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Sömürgeyle bozulan yapıda sorunlar hep bir sonrakinin fitilini ateşledi ve domino taşları misali bir diğerinin sebebi oldu. Peki neydi sömürgeci ülkelerin başlattığı bozgunculuk? Elbette batı sömürgesinin diğer müstemlekelerinde yaptığı gibi toplum yapısındaki dengeyi dağıtmak. İnsanların birbirlerini tanıyıp yakınlaşmaları için yaratılan kavimleri birbirinden farklı göstermek, onları birbirinden ayırmak, kutuplaştırmak. İşte önce Almanların sonra da Belçika’nın yaptığı da tam olarak buydu. Daha kötüsü, sömürgeciler önceden hiç var olmayan despot bir hiyerarşi kurdu Tutsi ve Hutular arasında.Ayrıca sömürgeyle birlikte ülkeye sokulan misyonerler, aynı köyde yaşayan, aynı dili konuşan, aynı tarihi paylaşan Ruandalılara zarardan başka bir şey getirmedi.
Almanya I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ruanda’dan çekilince Belçika kolonisi yapılan bu topraklardahep bir çekişme, hep bir gücü ele geçirip iktidara hâkim olma ve diğerini haklarından mahrum bırakma yarışı devam etti bağımsızlığa kadar. Zira buraya geldikten sonra kendi yönetimlerini kolaylaştırmak için müstemlekeci iki devletin kullandığı yöntem, birbiriyle akraba olan bu halklardan birini seçip onu desteklemekti. Diğerini ise kurduğu sisteme itaat etmeye zorlamaktı.Böyle bir adaletsiz yapıda bir kesim diğeri karşısında güçlü kılınırken elde edilen yapay bir alt-üst ilişkisiyle işler daha kolay yürüyecekti onlara göre. Batı prensibinde, sömürmek istedikleri coğrafyalarda kurulan yöneten-yönetilen mekanizması kendi menfaatlerine en iyi şekilde hizmet etmekteydi çünkü.
Ruanda’yı ileride büyük felaketlere sürükleyecek etnik ayrıma dayalı yapının temelleri Almanya ve Belçika kolonisi olduğu dönemlerde atılmış oldu. İnsanları sınıflandırmak ne Hutu ne de Tutsilerin bildiği bir şeydi, şimdiye kadar buna hiç ihtiyaçları olmamıştı. Daha önce kimse birbirini Hutu veya Tutsi olarak tanımlamadığı için asla sınıf ayrımı söz konusu değildi.Üstelik buradaki sosyolojik yapının çarkları gayet başarılı bir şekilde işlemekteydi. Ancak insanları maddi ve manevi olarak birbirinden uzaklaştıracak yeni kimlikler biçme geleneği batı sömürgesinin de başarılı olduğu bir sahaydı. Ruanda’ya getirdikleri bu sıkıntı da bir kısım halk güçlenirken diğerinin zayıflamasına neden oldu. Bu kategorilendirme,yönetimi ele alan her grubun diğeri aleyhinde sürdürdüğü ırkçı yönetimin kaynağı oldu. Birbirini kardeş gören insanlar artık rakip olarak karşısındakini saf dışı bırakmaya çalışıyordu. Belçika sömürgesi için ise önemli olan çıkarlarının bozulmadan devam ettirilmesiydi. Bu yüzden bağımsızlık öncesi azınlık konumunda bulunan Tutsileri destekleyip onları sömürge idaresinde kullanmak için eğitirken Hutuları hiçbir imkândan faydalandırmamışlardı. Bağımsızlık (1962) arifesinde Hutular ciddi bir siyasi ritim yakalayınca sahip oldukları nüfus çoğunluğu yarın başlarını ağrıtmasın diye Belçika bu sefer onları desteklemeye başladı. Daha önceleri Tutsilere ayrıcalık tanınıp Hutular sosyal ve ekonomik hayatın dışına itilirken artık tam tersi olmuştu.
Akraba iki toplumda birini diğerine boyun eğmeye zorlayan, hakkını arayanı ayrılıkçı olarak vasfedip onu bastırmak için her yolu mubah gören Belçikalılar bağımsızlıktan sonra devletin başındaki Hutuların, Tutsilere yaptıklarını hep görmezden gelmeye devam etti. Zira ırkçılığın sürekli körüklendiği,devletin kimlik kartlarına Hutu, Tutsiibarelerini yazması gibi uygulamalardan da anlaşılmaktadır.Seneler öncesinden atılan ayrılıkçı tohumlar, yıllar geçtikçe etnik, ırkçı politikalarla beslenmeye devam edince kaçınılmaz bir faciayı doğurdu. 1994 senesinde yaşanan tarihin belki de en büyük katliamı, sömürgenin hediye ettiği ayrımcılığın kaos ve şiddetle taçlanmış hali idi.
Hiçbir soykırıma seyirci kalamayacağını belirten ABD ve Fransa gibi ülkelerin gözü önünde çoğunluğu Tutsilerden olmak üzere bir kısım ılımlı Hutuların da içinde bulunduğu 1 milyona yakın insan 100 gün içinde vahşice katledildi. Ruanda’da askeri kuvvetlerini konuşlandıran Birleşmiş Milletler olayların önüne geçmek şöyle dursun mevcut kadrolarını bölgeden çekerek insanları ölüme terk etti. Fransa, hem ölümlere engel olmaya çalışan Tutsi cephesine müdahalede bulunarak hem de kendi kontrolündeki bölgelerde yaşanan kıyımlara göz yumarak bu insanlık ayıbına katkı sağladı. Öyle ki son birkaç senede bir taraftan bazı Fransız yetkililer şahit oldukları olaylar hakkında itiraflarda bulunurken diğer yanda bu utançtan kaçamayan otoriteler özür dilemeyi çok görerek yaptıklarının hata olduğunu kabul etmişlerdir. Katolik Kilisesi de soykırımda oynadığı rol nedeniyle Ruandalılardan özür diledi ve Katolik Piskoposlar Konferansı tarafından yayımlanan bildiride kilise üyelerinin soykırımı planladığı, soykırım yapılmasına yardımcı olduğu kabul edildi. Hatta bunlardan bazıları mahkeme karşısına çıktı.
Bu soykırım öyle disiplinli gerçekleştirilmişti ki olaylara karışmayıp uzak durmak bile cinayeti işleyenlerin baskı ve karşı koymalarına sebep oluyordu. Yani Tutsi öldürmemek bir suç olarak görülüyordu. İşte böyle bir durumda “alnı ak” olan tek grup Müslümanlardır. Onlar bu süreçte hiç tanımamış olsa bile zulme uğrayanları himaye etmeyi başarmışlardır. Bazen kapısına gelen kişi kendi etnik sınıfından olmasa da onu ölüm çetelerinin eline bırakmamıştır. Günümüzde dahi soykırımcılardan kaçarken evine sığındığı Müslüman biri sayesinde hayatı kurtulan şahıslar bu hikayeleri anlatmaktadır. Katliama maruz kalıp hayatta kalabilmeyi başaran birtakım Tutsiler canlarını Müslümanlara borçludur. Tutsiler her yerde avlanır gibi öldürülürken ve soykırımı yapan Hutular her yeri kuşatmışken Müslüman Hutular katillerle iş birliği yapmamış, etnik bağlardan ziyade dini ve insani hassasiyetlerle Tutsileri himaye etmiştir. Dahası Müslümanlar soykırım pençesinden kurtulmaya çalışan Ruandalıları rastgele değil bilinçli ve kolektif bir biçimde korumuştur. Bu süreçte Müslüman değilken bile camide ölen hiç kimse yoktur. Hiçbir Müslüman da kimseyi öldürmemiştir. Bütün bunlar yaygın inanç olan Hristiyanlığı gölgelemektedir.
Müslümanların bu iradeli ve sağduyulu duruşu günümüzde pek çok Ruandalı’nın vicdanına seslenmektedir. Bu yüzden Ruanda’da İslâmiyet en hızlı yayılan din konumundadır. Ağırlıklı olarak Hristiyanların yaşadığı Ruanda’da azınlıktaki Müslümanlar eskiye nazaran daha huzurlu yaşarken etnik ve ayrımcı unsurlardan kaçmaya çalışan halk İslâm’ın merhamet ve barış şemsiyesinde kendisine yer bulmuştur.Bu bağlamda İslâm’ın ve Müslüman halkın uzun bir süre ihmal edildiği Ruanda’da son zamanlarda hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır.
Aslında İslâmiyet buraya daha evvel yani sömürgenin geldiği 19. yüzyılın sonralarından çok önce Müslüman tüccarlar vasıtasıyla ulaşmıştı. Batı sömürgeciliği döneminde koloni idaresinin çeşitli kademelerinde çalıştırmak için belli bir kesimin eğitimine odaklanan müstemlekeciler diğer halkın eğitimleri de dahil olmak üzere hep Katolik misyon okullarının desteğiyle öğretim faaliyetleri yürüttüler. Şu anda Ruanda halkının çoğunun Hristiyan olmasında işte bu sömürge dönemindeki misyoner çalışmaları etkili olmuştur. Hâlihazırda, Ruanda İstatistik Kurumu gibi resmi makamların 2012 yılı için verdiği rakamlar %3-4 civarında Müslüman nüfusuna işaret etmektedir. Halbuki bundan başka ve daha fazla gösterilen oranlar mevcuttur. Zira soykırımdan sonra Müslümanların sayısının öncesine göre 3-4 kat arttığı görülmüştür. Özellikle 1994 katliamından sonra İslam’a ciddi bir yöneliş olmasıyla bu oranın %15’ten bile fazla olduğu açık bir şekilde dile getirilmektedir. Şu an bölgedeki Müslüman önderler 300-500 bin bandındaki sayının oldukça üstünde, 1 milyondan fazla (2 milyona yakın) İslam nüfusundan bahsetmektedir. Onlara göre 500 bin sayısı, her ne kadar soykırımda öldürülen bir kısım Müslüman olsa da, katliamdan önceki toplamı göstermektedir ve o zamandan beri yüz binlerce Ruandalı İslâm’ı seçmiştir.Müslüman olanların isimleri değişse de nüfusta eski adlarının durması nedeniyle gerçek sayının resmi rakamların çok üstünde olduğu düşünülmektedir. Bu aynı zamanda netlik kazandırılamayan sayının sebeplerinden biridir. Verilen oranlar arasında gözle görülür farklar olsa da İslam’ın Ruanda’da en hızlı yayılan din olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Öyle ki uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlara göre yayılma hızının %90’lara ulaştığı tahmin edilmektedir.Kiliseye mensup kişilerin yüzler ve binlerle ifade edilen rakamlarla kitleler halinde İslâm’ı seçtikleri belirtilirken yakın bir gelecekte Ruanda nüfusunun yarısının Müslüman olacağı dillendirilmeye başladı bile. Bir üst kimlik arayışında olan Ruanda halkında böyle bir talebin oluşması son derece normaldir. Çünkü hala Müslümanlar etnik tansiyonun yatıştırılmasında ciddi bir efor sarf ediyorlar. Üstelik batılı hükümetler büyüyen bu ilgiden oldukça endişeliler.
Ruanda genelindeki mescidlerin sayısı 2000’li yılların başında önceki on yıla göre iki kat arttı. Soykırımla bağlantılı olarak bu noktada Ruandalı Müslümanların haklı bir gururları söz konusudur. Zira Müslümanların tarafsız ve merhametli tavrı bunu sağladı. Üstelik daha sonra İslam’ı seçen pek çok Ruandalı katliam sırasında her yerde ölümler gerçekleşirken en güvenli yerlerin Müslüman komşuları olduğunu dile getirmekte ve halihazırda birlikte, yan yana yaşamaya devam etmektedirler.Lakin, Ruandalı Müslümanları daha çok sorumluluklar beklemekte, ihtiyaçlarının giderilmesi gerekmektedir. Müslümanların eğitim verebildikleri orta öğretim düzeyinde okulları bulunmakta birlikte hepsi sınırlı sayıdaki İslâmi merkez ve eğitim kurumlarının yetersizliğinden şikayetçidir.Müslüman önderler İslam’ı seçen çok fazla insan olduğunu ancak onlara bir ay kadar eğitim verebildiklerini ve bu yüzden hızlarına yetişemediklerini, yeterli imkân ve yerleri olmadığı için ormanlık alanda ağaçların altında dini anlattıklarını ifade etmekteler. Kapasitenin ve hizmetlerin artırılması gerektiği için bu noktada İslâm ülkelerinin desteğine ihtiyaç var.
1994 yılından sonra Ruanda devlet başkanı,ülke tarihinde ilk kez Müslüman bir bakan atayarak daha önce hiçbir devlet kurumunda resmi görev verilmeyen Müslümanların siyasi temsilini en üst düzeye çıkardı.Ayrıca Ramazan Bayramı resmî tatiller arasına girmiş durumda. Daha önceki yıllarda hep dışlanmış ve haklarından mahrum bırakılmış bir azınlık olan Müslümanlara artık saygıyla bakılıyor. Ruandalı Müslümanlar barışçıl mesajları ve etnik çatışmalara karşı geliştirdikleri kardeşlik prensibiyle Ruanda’nın geleceğinde çok önemli bir rol oynayacak olgunlukta olduklarını ispatladılar. Günümüzde Ruandalı Müslümanların siyasi olarak İdeal Demokratik Parti adıyla bilinen bir partileri mevcut. Ancak farklı toplum kesimlerini bir araya getirse de bu partinin henüz etkin bir gücü bulunmamakta. Ülkede bütün Müslümanları temsilen bağımsızlıktan iki sene sonra 1964’te kurulan Ruanda Müslümanları Birliği adıyla bir örgüt bulunuyor. Kurum 2012’den beri müftü seçimi-tayini gibi bazı görev ve yetkilerini Ruanda Yüksek İslam Konseyi ile paylaşmaktadır. Yetersiz kalmakla birlikte müftülük bünyesinde yaklaşık 600 cami, 600 Kur’an Kursu, 12 lise ve 7 ilkokul eğitim vermektedir. Ruanda’da İslâm’ın yükselişi istikrarlı bir şekilde sürmekte. Ülkeye dini manada yapılacak katkıların İslâm’ın ve Müslümanların buradaki durumuna daha büyük bir ivme kazandırması işten bile değil. Ruanda’da İslâm’ı harikulade fırsatlar ve parlak bir gelecek bekliyor.
* AFAM Kurucu üyelerinden İsa Gökgedik tarafından kaleme alınan bu haber-analiz, “Ruanda: Sömürge ve soykırım acısından İslam’a” başlığıyla 25.05.2017 tarihinde AA analiz Haber’de yayınlanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/ruanda-somurge-ve-soykirim-acisindan-islama/825877