Nicolas Sarkozy, Fransa’ya Macaristan’dan göç eden ve bu ülkede yaşayabilmek için Cezayir bağımsızlık savaşını kanla bastırmaya giden ordudaki önemli kişilerden olan bir babanın, Yunanistan’dan gelen ve Yahudi kimliği ile çekeceği sıkıntıları düşünerek Protestan kimliğine bürünen bir annenin çocuğudur. Ülkesinin tarihinde Fransız soylu olmayan ilk devlet başkanı olma unvanına sahiptir. Anne ve babasının soyu Osmanlı idaresinde kalmış iki ülkede yaşadıkları için Sarkozy’nin Türkiye’nin tarihiyle de irtibatı var. Dolayısıyla Türklerin tarihi hakkında hem Yunanistan’da, hem de Macaristan’da yaşayan herkes gibi onun zihninde de mutlaka bir Osmanlı ve dolayısıyla Türk imajı bulunmaktadır. Özellikle 20. yüzyıl Avrupa’sında yetişen nesiller Osmanlı’nın mirası üzerinde doğan ve giderek büyüyen Türkiye’den fazla hoşlanmıyorlar. Hatta bu kanaatlerini bugün Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve kıtanın kalkınmasına en dinamik güçleriyle katkı sağlayan en az beş milyon Türk vatandaşı da değiştiremedi.
Kökeni itibarıyla Fransız olmayan, yani Fransızlaştırılan bir kuşağı temsil eden Nicolas Sarkozy acaba Fransa’da neden yaşamak zorunda kaldığını sorgulama ihtiyacı hissetmiş midir? Onun bu gün istismar aracı olarak kullandığı Ermenilerin yurtlarından olmalarının müsebbibi bir an için diyelim ki Osmanlı olsun; Macar babasının, Yunan annesinin Fransa’da yaşamaya mecbur kalmasına Osmanlılar mı sebep olmuştur? Hiç şüphesiz Sarkozy 20. yüzyılın gerçeklerini herkesten daha iyi anlayabilecek bir geçmişle iç içe yaşıyor. Ermeni meselesini ikide bir dillendirmesi ise bu konudaki samimiyetinden değil; bilakis tamamen siyasi bir manevradan ibarettir.
5 Ekim 1958 tarihinden itibaren Fransa’da başlayan Beşinci Cumhuriyet döneminde devlet başkanlığı yapan Charles de Gaule (1959-1969), Georges Pompidou (1969-1974), Valery Giscard d’Estaing (1974-1981), François Mitterand (1981-1995) ve Jacques Chirac (1994-2007) Türkiye ile ilişkileri fazla germeden, ama güçlü bir müttefik ilişkisine de girmeden sürdürdüler. Fakat Nicolas Sarkozy Türkiye karşıtı tavırlarıyla 2007’de seçildiği günden itibaren hep olumsuz bir tavır takındı. Haliyle geleneksel çizgiden ayrıldı. Soy itibarıyla Fransız olmadığı için de bir türlü bu ülkenin tarihini de bizzat kendi tarihi gibi özümsemesi mümkün olamadı. Haliyle Fransa’nın dış siyasetindeki dengelerini çok kısa zamanda sarstı. Hatta iktidarının başında Paris’in banliyölerindeki gençlerin taşkınlıklarını onları topluma kazandırarak değil adeta ezerek itaat altına almaya kalkması toplumda büyük yaralar açtı.
Afrika kıtasında ülkesinin geleneksel siyasetini yeni bir istikamete kaydırdı ve bağımsızlıklarından bugüne Fransa’nın desteğiyle ayakta tuttukları baskıcı rejimlerin bir kısmını ezeli rakipleriyle değiştirmeye kalkıştı. Bunun en belirgin örneği Fildişi Sahili’nde gerçekleşti ve hiç iktidarda görmek istemedikleri Müslüman kimlikli Alassane Ouattara’yı destekleyip, Fransa’ya her türlü yeni sömürgecilik siyasetini devam ettirme imkânı veren Laurent Gbagbo’nun yerine oturttu. Ancak Çad’da, muhaliflerinin sıkıştırdığı İdris Deby, devlet başkanlığı sarayı duvarları arasında tüm imkânlarını Fransa’ya teslim edince iktidarının devamında sakınca görülmedi. Gine’de ezeli muhalif lider Alpha Condé şaibeli bir seçimle iktidara taşındı. Pairs’te Kaddafi ile çok ciddi pazarlıklar yaptı ve sözde Fransa’nın onlarca yıllık geleceğini garanti altına alacak anlaşmalar imzaladı. Ancak yapılan antlaşmaların sadece kağıt üzerinde kaldığını görünce büyük bir hışımla NATO’yu harekete geçirerek Libya’yı yerle bir edecek süreci başlattı. 2011 yılı Şubat ayı başına kadar Kaddafi’nin yanında ülkeyi idare edenlerin önemli bir kısmını isyana teşvik ederek bu büyük yıkıma neden girdiklerini bile anlamadan iştiraklerini sağladı. Baskıyla bir arada yaşamaya alışan Libyalıları bundan sonra hiçbir güç her tarafta kol gezen silahlı milislerden arındırıp bir bütünlük içinde yaşatamayacak gibi görünüyor. Herkesin dört gözle beklediği Geçici Hükümet bir türlü kurulamıyor. Kaddafi tarafları tamamen teslim olsa bile ilk fırsatta ülkenin iç dinamiklerini harekete geçirerek düzeni bozma ihtimalleri daima yüksek olacaktır. Libya’nın bundan sonra Afganistan, Irak veya Somali gibi iç savaş ortamına sürüklenme tehlikesi mevcuttur.
Her attığı adımla uluslararası camiayı kendisinden nefret ettiren Sarkozy, dünya dengelerini sarsan tavırları karşısında Türkiye’nin barışçı girişimlerinden rahatsız olmakta ve büyük bir gerginlik yaşamaktadır. Soykırım iddiasını Türkiye’nin önüne koyan Fransa ise önce kendi tarihinde işlediği katliamlar dolayısıyla özür dilemelidir. 1200’lü yıllarda Güney Fransa’da işlenen Cathares katliamı ile bu mezhebe mensup tamamı diri diri yakılarak bir tek din adamı dahi canlı bırakılmadı. 1572’deki Saint Barthelemy Katliamı Fransız Protestanlarını kökünden yok etme girişimiydi. O tarihte açılan yaralar 450 yıldır bir türlü kapanmadı ve Katolik-Protestan sürtüşmesi hep canlılığını korudu. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan 1835 ‘e kadar devam eden süreçte Batı Fransa’da İhtilal ordularınca tüm halkı katledilmek amacıyla işlenen Vendée Katliamı aradan geçen iki asra rağmen hala özür dilenmeyen en büyük katliamlardan birisidir. Sadece İhtilal sırasında bir buçuk milyon Fransız’ın ölmesi de insanlık adına işlenmiş en büyük insanlık kıyımlarından birisidir. 1830-1962 yılları arasında 132 yıl sömürülen Cezayir’de katledilen insan sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Değil özür dilemek, Jacques Chirac’ın ifadesiyle “sömürgecilik Afrika toplumlarına büyük katkı sağlamıştır” diyerek kendileriyle alay edilmektedir. 1948-1971 yılları arasında Fransa’dan bağımsızlık için mücadele eden Kamerun’da öldürülen yarım milyon insanın akan kanında Fransız ordusunun doğrudan katkısı vardı. 1994 yılında Ruanda’da işlenen katliamda Fransa suçlanan ülkelerin başında gelmektedir.
Tüm bunları görmezden gelen Fransız siyasetçileri son 30 yıldır Ermeni Soykırımı iddialarıyla ne dolaylı ne de doğrudan bilfiil etkili olmayan Türkiye üzerine baskı oluşturma gayretine girmektedirler. Bunu yaparken sergiledikleri cesurane tavırları aslında kendilerine kulak verenlerin cahilâne konumlarıyla da alakalıdır. Tarihinin hiçbir döneminde işlemediği halde herhangi bir soykırımla yüzleşmesi gereken ülke Türkiye değil, bizzat işlediği çok sayıdaki soykırımı ile yüz yüze gelemeye cesaret edemeyen Fransa’dır. Sarkozy ise kuvvetle muhtemel 2012 seçimlerinde iktidarını Sosyalistlere kaptıracak ve sadece Fransız siyasetinin bugüne kadar en tartışılan devlet adamlarından birisi olarak hatırlanacaktır.