Modern devletlerin üzerinde en hassas şekilde durdukları konulardan birisi sınırlarına en ufak müdahaleyi savaş sebebi saymalarıdır. Haliyle her metrekaresi mutlaka geçmişe ait nice olayların ardından belirlenmişti. Acaba bu durum bugün Birleşmiş Milletlere üye 193 ülke için de geçerli midir? Gerçekten her birinin mevcut toprakları tarihin derinliklerinden gelen miraslarına dayanarak mı şekillendi?
Kıtalar içinde özellikle Afrika ülkelerinin sınırlarının oluşumları gerçekten ibretlik bir durumdur. Neredeyse tamamına yakını kendi iradeleri dışında çizilmekle kalmamış ve 1885 yılından günümüze kadar buna uyulması için her türlü baskı denenmektedir. Her ne kadar 10 ülkede farklı nedenlerden ayrılarak yeni devlet kurma talepleri çoğu zaman silahlı eylemlerle de desteklense de dokuz ülke arasında sınır savaşları yaşansa da ve ayrıca altı ülke ise kendileri bu kavgaları uluslararası adalet mahkemesine taşısa da henüz geçerli çözümler bulunmuş değil. Yine 16 ülke denize kıyısı bulunmadığı için Avrupalılarca kıta içinde tabii coğrafi şartlar gözetilmeden ve gerçekten dağların, ovaların, ırmakların var olup olmadığını henüz görmeden çizmelerinin belasını hala çekmektedirler. 1990’lı yıllarda ise Eritre’nin ve Güney Sudan’ın bağımsız olmasıyla Birleşmiş Milletlerin tanıdıkları yeni sınırlar çizildi. Ayrıca otonomi dahi alamayan ve uluslararası tanınmaları gerçekleşmeyen, ama bu konuda ısrarcı davranan Batı Sahra, Somali sınırları içinde Somaliland ve Puntland’da ise kendi iradeleri ile kabul görmeyen bölünme talepleri söz konusudur. 1963 yılından bu tarafa yeryüzünde çıkan savaşlar içinde Afrikalıların %60’dan fazlası mutlaka bir savaş yaşadı ve bunların yarıdan fazlası sınırlarla ilgili sebeplere dayanıyordu. Geçmişte sadece siyasi ve ekonomik kaygılarına göre güçle çizilen sınırları aşmak için 2019 yılında Ruanda devletbaşkanı Paul Kagame’nin girişimleri ile kurulan kıta içi serbest ticaret antlaşması şimdiye kadar birçok ülke tarafından imzalandı ve bunun uygulanması muhtemelen bazı kangrene dönüşen sıkıntıları halledecektir.
Ortaçağ’ın 15. yüzyılın ortalarında tamamlanmasının ardından tüm Güney Avrupa’yı Akdeniz’den, dahası İspanya ve Portekiz ile Sicilya adasında, hatta kısmen Fransa’da hükümran olan Endülüs’teki Müslüman idareler birer birer güçlerini kaybederken Hıristiyanlar tarihlerinde hiç rastlamadıkları servetlere ve ülkelere sahip olmaya başladılar. Ancak karşılarına 16. yüzyılda Osmanlılar çıkınca dengeleri bir kez daha bozuldu ve Amerika ve Asya gibi kendileri için yeni kabul ettikleri dünyalara açılmak zorunda kaldılar. Tüm Akdeniz havzasını ele geçiren İspanyollar ile Batı Afrika’dan güneye inip peşinden Kızıldeniz’de Cidde önlerine kadar yaklaşık 20 yılda sokulan Portekizliler devasa kıtayı ele geçirme hayallerini büyük oranda kaybettiler. Takip eden asırlarda genelde İstanbul’un nüfuzunun ulaşamadığı Afrika sahillerinde ticari tezgahlar kurup genelde köle ticareti ile iştigal ettiler. Bu iki devlete önce İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar, ardından İtalyanlar, Belçikalılar da eklendiler.
Osmanlı Devleti’nin bir taraftan Doğu Avrupa ve Karadeniz’in kuzeyinde diğer taraftan ise Afrika’daki eyaletlerindeki idareleri daha çok kendi insanlarından yerelleşen yöneticilerin insafına terk etmesiyle İstanbul ile bağları çok gevşedi. Bunu fırsat bilen Fransızlar önce 1798’de Mısır’a bir hamle yaptılar ve Filistin topraklarına kadar ilerleyerek bir yüzyılda tamamlanacak büyük çöküşün ilk adımlarından birisini attılar. Bunu 1830’da başlayan ve 90 yılda ancak tamamlanan Cezayir’in işgali izledi. 1881’de Tunus’un yine bu ülke tarafından himaye bahanesiyle, Mısır’ın ise “birlikte idare” dedikleri “kondominyum” uydurma girişimleri ile, hatta buraya bağlı Sudan’ı da ilave ederek işgalleri her türlü kabullenemeden uzaktı. Almanlar önce 1884 yılı Nisan ayında Güney Batı Afrika’da Namibya’yı işgal ile sömürgciliğe giriştiler. Otto von Bismarck aslında kimsenin kendisini sömürgeciliğin yararlı olduğuna inandıramayacağını, ama kendisinin de Afrika’da sömürgeler kurmanın zararlı olacağına kimseyi ikna edemeyeceği sözü sadece boş bir laf kalabalığından ibaretti. Çünkü ciddi anlamda Fransa ve İngiltere ile kıyasıya rekabete girip büyük alanları kapışmak için can atmaktaydı ve bunu da yaptı. Batı Afrika’da Togo ve Kamerun ile devam ettiler ve Berlin Konferansı’ndan bir gün sonra da Doğu Afrika’da Zengibar Sultanlığı idaresindeki Tanzanya, Ruanda ve Burundi’ye kadar geniş coğrafyaları sahiplendi. İtalyanlar da Libya ve Habeşistan heveslerinin ilk hamlesini 1884’te Eritre’ye asker yığarak tattılar. Belçikalılar da aynı şekilde Demokratik Kongo Cumhuriyeti topraklarını 1884’te henüz nerede olduğunu dahi görmeden sahiplendiler. Hatta buraya adeta çullanan II. Leopold ülkesinin bir parçası saydığı burayı sahiplendikten sonra da görmek istemedi.
19. yüzyılın son çeyreğinde her bir köşesi kapanın elinde kalan Afrika coğrafyası yüzünden birbirleri ile kıyasıya büyük sözlü hak iddialarının önüne geçmelerinin gerektiğini anladılar. Bu sözlü taleplerin önünü almak ve fiiliyata dökmek Berlin’de Afrika haritasını önlerine koyup kendi aralarında koskoca kıtayı dilim dilim parçalamaktan başka çözüm aramadılar. Bu toplantıya Osmanlı Devleti’ni temsilen de katılmış olmasının sebebi Trablusgarp vilayeti ile büyük bir bölgeyi, hatta Kongo havzasına kadar uzanan coğrafyada da hiçbir Avrupalı teşebbüsün varlığını kabul etmeyeceğinin bizzat bunlar tarafından bilinmesiydi. Ayrıca Tunus’un, Mısır’ın ve Somali kıyılarına kadar Afrika sahillerinin herhangi bir Avrupalı güç tarafından oldu bittilerle işgallerini de kabul etmemekteydi. Bugün kıtanın parçalanma süreçleri ile ilgili konuları özellikle batıda kemikleştirdikleri iddialarını temel kabul eden bilgilerle yorumlayanlara göre Osmanlı Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri’nin ise adeta “masada bulunsunlar yeter” anlamındaki Otto von Bismarck’ın talebiyle davetleri gerçeği yansıtmamaktadır. ABD’nin kıtada henüz bir iddiasının bulunmaması anlaşılır, ama dört asır burada her türlü sömürgeciliği engelleyen Osmanlıların Berlin’deki temsilleri sadece “bir görüntü vermek” ya da onlar tarafından “katılımları sağlandı” demek için değildi. Hala iştahlarını kabartan sömürgeci emelleri karşısındaki en büyük engelin İstanbul tarafından çıkarılması ihtimalini yabana atmıyorlardı. Nitekim birçok genç asker ve sivil Osmanlı devlet memuru tarihte benzerine rastlanmayan bir istekle Çad Gölü havzasıyla yakından ilgilenmeye ve bu coğrafyaya kadar Büyük Sahra çöllerinde yerel halkla irtibata geçip hazırlıklara başladılar. Merhum Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’nın Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti isimli eseri de bu gerçeği tüm ayrıntıları ile ortaya koymaktadır.
Afrika’nın modern tarihinde tamiri mümkün olamayan felaket 26 Şubat 1885’te Berlin’de 13 devletin katıldığı toplantıda içlerinden yedi sömürgecinin kendi aralarında imzaladıkları anlaşmayla başladı. Bugün birçok ülke hala kendi iradeleri dışında çizilip ardından işgal edilerek paylaştırılan sınırların açtığı yaraları iyileştiremiyor. Kamerun ile Nijerya arasındaki sınır bunun en ciddi acılarını yerel halka tattırmasıyla bilinmektedir. Kıtada belirlenen bu yapay sınırlar konusu bağımsız devletlerin kurulmasına müsaade edince ilk devletbaşkanları 1960’lı yıllarda 80 yıl kadar önce çizilen bu hatları gözden geçirmek istediklerinde aralarında çıkacak yeni kavgalardan ürküp bundan vazgeçtiler. Mesele sadece toprakların el değiştirmesi ile sınırlı kalmayacaktı. Zira Avrupalıların Pöl, Arapların Fülani ve kendi dillerinde ise Pular olarak tanınan halk Orta ve Batı Afrika bölgesinde 27 ülkenin çoğunda nüfus olarak azınlıkta iseler de siyasi, askeri ve ekonomik nüfuz bakımından çok etkililer. Halen birçok ülkede devletbaşkanları bu soya mensup kimselerden seçildi. Haliyle çoğu göçeri topluluk olarak yaşayan bunları bir ülke sınırı içine almak mümkün olabilir miydi?
Philippe Rekacewicz 2012 yılında Güney Sudan’ın da Hartum merkezli Sudan’dan ayrılmasıyla Afrika’daki sınırların kimler tarafından çizildiğini gösteren bir harita hazırlamıştı. Burada ifade edildiği üzere Afrika’da bugün 83.500 km. uzunluğunda kara sınırı, 30 bin km. de kıtayı çevreleyen sahilleri bulunmaktadır. Bunların büyük bir kısmı Berlin Konferansı’nın hemen bitiminden itibaren 1885-1909 yılları arasında belirlenmişti. Çoğunun bugünkü şeklini almaları ise 30 yıl kadar sürdü ve mevcut 54 bağımsız ülke arasında şimdi 110 devlet sınırı bulunmaktadır. Bunların içinde toplam sınırların %32’sini Fransızlar belirleyip çizdiler. 25.865 km. uzunluğunda ve çoğu da cetvelde çizilen bugünkü ülkelerin birini diğerinden ayıran hatlar kendi rızaları ile değil Paris’te belirlendi. Hatta Fransa’da devlet adamları bu konuyu ne kadar hafife alarak yaptıklarını dağlarını, ovalarını ve ırmaklarını henüz görmeden çizmelerini övünerek anlatıyorlardı. İngilizlerin aslında daha fazla çizmiş olabilecekleri intibaının aksine bunların Londra’da karar verip sömürgelerine dayattıkları sınırların toplam uzunluğu ise %26,8’lik oranla 21.595 km.dir. Sadece ikisi neredeyse kıtada %60 oranını bulan 47.460 km.yi birlikte belirlemiş oldular. Geriye kalanları ise Almanlar (%8,7), Belçikalılar (%7,6), Portekizliler (%6,9), İtalyanlar (%1,7) ve İspanyollar (%1,5) tayin ettiler. Eğer bu yedi Avrupalı devlet bunları yerinde tespit yaparak, gerektiğinde savaşarak çizselerdi bir anlamda kabul edilebilirlerdi. Avrupa’da bu konuda fikir üretip yazıya dökenler Osmanlı Devleti’nin de (%4) sınır belirlediğini ifade etseler de bu gerçekleri hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Çünkü 1885 yılı ve sonrasında İstanbul sınır belirleyen değil neredeyse daha önce sahip olduklarını yerel halkın beklentileri yanında kendi iradesi dışında kaybetmekteydi. Zira Avrupa sömürgeciliği öncesinde beş eyaleti ve bunların nüfuzlarını kabullenen arka ülke/hinterland konumundakilerin yüzölçümü kıtanın 30 milyon 310 bin km2’sinin 14 milyon km2’sine denk gelmekteydi.
Afrika’yı sömürme hırsını kapılanlar kıtayı kuzeyinden güneyine ikiye ayırdılar ve doğu kısmındaki ülkelerin sınırlarını Cibuti ve Somali hariç İngilizler çizdiler. Burada sadece 1990 sonrası yeni kurulan ülkelerden Eritre ve Güney Sudan’ınkiler hariçtir. Yine Batı Afrika bölgesinde Sierra Leone’nin tamamını Gana batı ve kuzeyi ile Nijerya’nın kuzeyi Paris-Londra ikilisi tarafından ortaklaşa belirlenirken, ikinci ve üçüncü ülkelerin batısını belirleyen hattı İngiltere tek başına belirledi.
İngilizlerin Mısır-Sudan-Libya ve Çad sınırlarını belirlerken cetvelle çizilmiş görünümü varken Fransa’nın Çad, Nijer, Cezayir, Fas, Mali ve Moritanya’yı birbirinden ayıran hudutlar tamamen masa başında keyfi olarak yapıldığı gayet açıktır. Fakat Fransa’nın Batı Afrika’daki diğer sömürgelerinde, İngiltere’nin de Doğu ve Güney Afrika bölgelerindeki sömürgelerinde girift şekilde sınırları belirlemek durumunda kaldıkları anlaşılıyor. Bunda büyük arazi sahibi konumuna gelen sömürgeci ülkelerin büyük şirketlerine tahsis edilen arazilerin kapladığı alanlar belirleyici oldu denmektedir. Sayı bakımında az ama yüzölçümleri olarak büyük arazileri işgal edip sömürgeleştiren Almanlar, Portekizliler, İtalyanlar ile tek bir ülkeyi sahiplenen Belçika ise bugün kıtanın en geniş ikinci genişlikte topraklarını çevreleyen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin sınırlarını diğer komşu oldukları Avrupa ülkeleriyle çizdiler. İspanyollar Afrika’yı sömürgeleştirme de Portekizliler ile daha 16. yüzyılda girişimlerini artırdıysa da günümüzde müstakil devlet olarak Ekvator Ginesi sınırları ile 1975’te ayrıldığı Batı Sahra’nınkileri Fransa ile beraber kararlaştırmış olmalı. Çünkü her ikisinin etrafı Fransız sömürgeleri ile çevrili idi. Bir de şu anda Afrika kıtasının kara kısmında hala toprağı olan tek ülke yine İspanya olup Fas’ın Septe (Ceuta) ve Melile (Melilla) kasabalarını 1500’lü yılların başından itibaren halkının çoğu Faslı olmasına rağmen devretmeyi kabul etmemektedir. Afrika’yı çevreleyen adalardan da kıtanın uzantısı kabul edilen Kanarya Adaları İspanya, Açor Adaları Portekiz, Mayot ve Reunion Fransa, Saint Helena İngiltere tarafından deniz aşırı toprakları olarak ellerinde tutulmaya devam etmektedir. Bunlar yanında stratejik konumlarına rağmen çoğunda yaşamaya uygun hayat şartları bulunmayan Madagaskar’ın etrafındakiler gibi birçok ada da hala eski sömürgeci güçler tarafından yakınlarındaki bağımsız devletlere iade edilmemektedir.