Amerikan Dış Politika Kültürü ve Afrika

0

Uluslararası ilişkiler sistemindeki dengelerin şekillenmesinde etkin rol oynayan devletlerden biri -belki de birincisi- olarak ifade edebileceğimiz Amerika Birleşik Devletleri (ABD), yüz yılı aşkın bir süredir dünya üzerinde herhangi bir olay gerçekleştiğinde vereceği reaksiyon en çok merak edilen ülkelerin başında gelmektedir. Her ne kadar yirmi birinci yüzyıl ile birlikte sistemin mevcut yapısındaki yetersizliğe karşı çıkan ve boşluklardan faydalanan ülkelerin güç kazanmasıyla birlikte bu ülkenin dış politikadaki prestiji nispeten sarsılsa da, Washington günümüzde hala uluslararası siyasetin merkezi durumundadır. ABD’nin tam anlamıyla bir süper güç olarak dünya sahnesine çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar uzanan süreçte sistemin kilit aktörlerinden biri olmasında, elde ettiği maddi güç imkânları kadar sahip olduğu dış politika kültürünün de rolü büyüktür. Söz konusu kültür, Washington yönetiminin dünyanın hemen her bölgesindeki politikalarının oluşmasında olduğu gibi, Afrika’ya yönelik politikalarının hayata geçirilmesinde de son derece etkili olmaktadır. Bu nedenle, ABD’nin Afrika politikasını bu ülkenin dış politika kültürüne ait bazı temel kavramlar ile birlikte okumaya çalışmak, bu devletin Afrika politikasının zihni arka planının anlaşılabilmesi açısından önem arz etmektedir.

Amerikan İstisnacılığı Miti ve ABD Dış Politikası

Birleşik Devletler’in dış politika kültürünün kökenlerini bu devletin kuruluş felsefesinde ve Amerikalı siyasetçilerin ülkelerinin varlığını anlamlandırma biçiminde aramak yanlış olmayacaktır.  Zira kuruluşundan günümüze dek ABD’yi yönetenler, birbirinden çok farklı görüşlere sahip olmalarına karşın ortak bir noktada birleşerek bu ülkenin “istisnailiğini” her fırsatta vurgulamakta bir beis görmemişlerdir. Bu kapsamda, ülkenin devlet adamları ABD’nin sosyal, siyasal, kültürel (vb.) yönlerden eşsizliğini vurgulamak için “Amerikan istisnacılığı”, yani Amerikanın diğer uluslardan her anlamda farklı olduğu fikrini dillendirmektedirler.  Öyle ki, ülkenin kurucu babalarından Thomas Jefferson, ABD halkını “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” olarak nitelendirirken; James Madison bu ülkenin bağımsızlığını kazandığı tarihten önceki dönemi “kaba kuvvetin egemen olduğu karanlık çağ” olarak ifade etmektedir. Bu anlayışa göre, dünya üzerinde hayata geçirilebilecek en iyi siyasi örgütlenme modelini hayata geçirdikleri inancında olan Amerikalı siyasetçilerin kendi ülkelerini dünyanın geri kalanı için en iyi model olarak sunmaları ve hatta daha da ileri giderek kendi modellerini diğer uluslara cebren dayatmaları zor olmamaktadır.

En iyi siyasi örgütlenme modelini oluşturduklarına inanan Amerikalı siyasetçiler için bu “eşsiz” modelin nasıl korunacağı asırlardır süregelen bir tartışmanın konusudur. ABD Başkanı George Washington’ın görev süresi sona ererken Farewell’de yaptığı uyarı mahiyetindeki konuşmadan ve 1823 yılında Başkan Monroe’nin ilan ettiği Monroe Doktrini’nden esinlenen izolasyoncu anlayış,  bu devletin kendi özgün modelini korumak için yapabileceği en iyi şeyin kabuğuna çekilmek ve diğer devletlerin ya da bölgelerin iç işlerine mümkün olan en az düzeyde müdahalede bulunmak olduğunu savunmaktadır. Uluslararasıcı -ya da müdahaleci- olarak nitelendirilebilecek olan yaklaşımı savunanlar ise hızla küreselleşen bir dünyada ne kadar istenirse istensin ABD’nin dünya üzerinde yaşanan sıkıntılardan tamamıyla uzak kalamayacağı görüşündedir. Aktif bir dış politikayı şiar edinen bu yaklaşımı savunanlar, Washington’daki siyasetçilerin en iyi model olarak tasvir ettikleri Amerikan modelini koruma dürtüsüyle kendisini dünyadan soyutlamak yerine, uluslararası ilişkiler sisteminin şekillenmesinde etkin bir rol almasını ve sistemin yapısını ABD’nin çıkarlarına göre dizayn etmesini öngörmektedirler.

ABD dış politika yapıcıları izolasyoncu güdü ile uluslararasıcı güdü arasında gidip geledursun, tercih edilen yaklaşım bu ülkenin Afrika’ya yönelik politikalarını da etkilemektedir. Örneğin, Soğuk Savaş’ın hemen ardından, Washington’ın Angola ve Mozambik’teki iç savaşı sona erdirmeye, Eritre ve Namibya’nın bağımsızlığını desteklemeye ve Etiyopya’da siyaseten reform yapılmasına yönelik girişimlere arka çıkmaya yönelik çabalarında “uluslararasıcı” anlayışın izleri görülebilmektedir. Öte yandan, Arap Baharı sürecinde Libya, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde yaşanan iç karışıklıklar ile rejim değişiklikleri gibi süreçlerde Obama yönetiminin görece pasif kalmasında ve gelişmelere doğrudan müdahil olmak yerine onları sahnenin arkasından yönetme çabasında (off-shore balancing) ise “tek bir Amerikan askerini dahi yabancı bir ülkeye savaşa göndermeyeceği” taahhüdü ile iş başına gelen Obama’nın izolasyoncu anlayışın etkisi altında kaldığı açıktır.

Demokratik Barış Teorisi’nin Amerikan Dış Politik Kültürüne Etkisi

ABD’nin dış politika kültürünün şekillenmesinde Immanuel Kant’ın öne sürdüğü Demokratik Barış Teorisi önemli ölçüde etkili olmuştur. Kant, söz konusu teorisinde küresel bir barışın sağlanabilmesi için demokrasinin, serbest ticaretin ve uluslararası organizasyonların üzerinde durmaktadır. Buna göre demokratik devletlerin birbiriyle savaşmaları olası değildir. Zira bu devletlerde vatandaşlar en temel demokratik haklarından biri olan oy kullanma hakkı sayesinde iktidarlardan hesap sorabilmektedirler. Bu durumda demokratik devletlerin başında bulunan idarecilerin sorunların çözüm yolu olarak savaşa başvurmaları hızla daha az rastlanan bir durum haline dönüşmektedir. Öte yandan ise, demokratik devletlerin arasında gerçekleşen ticaretin artması, devletleri barışçıl bir atmosferde yaşamaya zorlamaktadır. Devletler arası ticaretin artmasının karşılıklı bağımlılığı da arttıracağı görüşünde olan Immanuel Kant, artan bağımlılığın ise ülkelerin çıkarları gereği savaş ihtimalini azaltacağı fikrini savunmaktadır. Son olarak, Demokratik Barış Teorisi’ne göre uluslararası organizasyonların varlığı da, dünya üzerinde küresel bir barışın sağlanabilmesi adına önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktadan hareketle, anarşik bir ortama sahip olduğu düşünülen uluslararası ilişkiler sisteminde bu tarz organizasyonların görünür olmasının, ihtiyaç duyulan otorite eksikliğini nispeten gidereceği kanısı söz konusu teorinin felsefi arka planında hâkimdir. Demokratik Barış Teorisinin sacayakları olarak nitelendirebileceğimiz demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası organizasyonlar üçlüsü ABD’nin genelde dış politikasına, özelde ise Afrika’ya yönelik dış politikasına muazzam derecede etki etmektedir.

İlk olarak, demokrasinin yerleştirilmesi, iyileştirilmesi ve/veya yaygınlaştırılması iddiası Beyaz Saray’a çıkarak ABD’nin bir numarası olma fırsatını elde eden her Amerikan başkanının öncelikli söylemlerinden biri hüviyetindedir. Ortadoğu ve Afrika gibi bölgelerde demokrasiyi aşırıcı/radikal eğilimlerin panzehiri olarak gören Washington yönetimleri genel olarak yayınladıkları bütün ulusal güvenlik stratejisi belgelerinde, özel olarak ise Afrika’ya yönelik olarak yayınladıkları strateji belgelerinde demokrasi konusuna hususiyetle eğilmektedirler. Ne var ki, ABD’nin Afrika’da demokrasiyi teşvik etmeye yönelik çabaları göz önünde bulundurulduğunda iki temel problemle karşılaşılmaktadır: çifte standart durumu ve demokrasinin amaç mı yoksa araç mı olduğu sorunsalı. Sözgelimi, George W. Bush döneminde Hüsnü Mübarek yönetimindeki Mısır’da ve Robert Mugabe idaresindeki Zimbabve’de demokrasi bağlamında en temel noktalarda dahi birçok sıkıntı yaşandığı bilinen bir gerçektir. Buna karşın, Bush yönetiminin bölgedeki en sağlam müttefiklerinden olan Mısır’ın demokratik sorunlarını görmezden gelirken, Zimbabve’de yaşanan sorunları uluslararası toplumun gündemine taşımaya çalışması belirtilen çifte standart durumunun en bariz örneklerinden biri durumundadır. Öte yandan, Afrika’da gerçekten demokrasinin yaygınlaştırılmak mı istendiği yoksa ABD’nin bölgede stratejik çıkarları gereği bir taraftan devletlerin temel dinamiklerini şekillendirip, diğer taraftan ise demokratik olmasalar dahi müttefiki olan devletlere göz yummak suretiyle Amerikan güdümünde bir atmosfer mi yaratmak istediği tartışma konusudur. Zira Soğuk Savaş yıllarının hemen ardından olduğu gibi Burundi’de istikrar için otoriter bir yönetiminin istikrarsızlığa tercih edilmesi ya da gerek Obama gerekse Donald Trump dönemlerinde Mısır’da istikrarın sağlanması adına baskıcı Sisi rejimine arka çıkılması bu hususu daha da sorgulanabilir hale getirmektedir.İkinci olarak, tıpkı Immanuel Kant’ın öne sürdüğü teorisinde ticaretin arttırılmasının gerekliliğini belirttiği gibi, ticaretin yaygınlaştırılması hemen her dönemde Amerikan başkanlarının Afrika’daki en temel dış politika amaçlarından biri olarak göze çarpmaktadır. Bilhassa Clinton ve George W. Bush dönemlerinde ABD’nin Afrika ile olan ticareti gözle görülür oranda artsa da, bu ülkenin kıta ile gerçekleştirdiği ticaretin büyük ölçüde enerji kaynaklarına odaklı olması zihinlere Washington’ın Afrika’nın kaynaklarını sömürdüğü algısını yerleştirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yaygınlaştırılacak ticaret sonrasında ortaya çıkabilecek olan bağımlılık ilişkisinin iki taraflı bir bağımlılık ilişkisi mi olacağı, yoksa asimetrik bir bağımlılık ilişkisine dönüşerek bir tarafın diğer tarafı tahakküm altına mı alacağıdır. ABD ile Afrika ülkeleri arasındaki ticari ilişkilerin muhtevası düşünüldüğünde, mevcut şartlarda ikincisinin olması akla daha yatkın gelmektedir. Öte yandan, bir zamanlar kıtanın en büyük ticari partneri olma vasfını elinde bulunduran ABD, bu vasfını günümüzde Çin’e kaptırmış durumdadır. 2017 yılı verileri incelendiğinde, ABD’nin Sahraaltı Afrika ile olan toplam ticaret hacmi 38,3 milyar dolar dolaylarında iken, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu bölge ile olan toplam ticaret hacmi yaklaşık 138 milyar dolar değerindedir. Çin’in bölgeye yönelik gerçekleştirdiği ithalat ve ihracat verileri bireysel olarak ele alındığında dahi, bu ülkenin ithalat ya da ihracat verileri ABD’nin toplam ticaret hacmini neredeyse ikiye katlamaktadır. İki devlet arasındaki farkın daha iyi anlaşılabilmesi adına aşağıdaki tabloda, Bush ve Obama’nın başkanlıkları sürecinde ABD ve Çin’in Sahraaltı Afrika ile olan toplam ticaret hacmi gösterilmektedir:

ABD ve Çin’in Sahraaltı Afrika’ya Yönelik Ticaret Verileri (Milyar $)

Amerika Birleşik Devletleri

İhracat Verileri      İthalat Verileri
Miktar     Oran       Miktar       Oran

Çin Halk Cumhuriyeti

İhracat  Verileri     İthalat Verileri
Miktar      Oran      Miktar       Oran

200914,9% 1,4148,4% 3,0233,2% 2,7637,9% 3,78
201016,9% 1,3366,8% 3,3943,7% 2,7859,8% 4,29
201121,03% 1,4275,7% 3,3555,7% 2,9486,9% 4,99
201222,3% 1,4549,5% 2,1861,5% 3100,9% 5,55
201323,7% 1,5039,2% 1,7367,4% 3,05108,5% 5,57
201425,2% 1,5627,4% 1,1478,5% 3,36110,1% 5,62
201517,8% 1,1927,4% 0,8478,3% 3,4566,1% 3,94
201613,2% 0,9219,3% 0,8364,0% 3,0554,2% 3,42
201713,8% 0,9025,5% 1,0668,3% 3,0271,3% 3,87
Toplam168,83     –379,2   –550,6    –695,7     –

Üçüncü olarak ise, ABD Afrika’da sorunların barışçıl -ya da barışçıl olmayan- yöntemlerle çözümü noktasında zaman zaman bölgesel ya da uluslararası organizasyonları kullanma eğilimde olabilmektedir. Bu devlet, bilhassa iç savaş ve/veya kriz ortamlarında elini taşın altına tek başına sokmak istemediğinde ya da ülke kamuoyunu ikna edemediğinde sorumluluğu uluslararası toplum ile paylaşma yoluna gitmektedir. Soğuk Savaş’ın ardından Namibya ve Eritre’nin bağımsızlığına yönelik çabalarda BM’nin etkin olarak kullanılması, Darfur’da yaşanan iç savaşta doğrudan müdahale etmek yerine BM çatısı altında bir çözüm arayışının öngörülmesi ve Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi sürecinde bölgesel bir örgüt olan NATO ön plana çıkarılırken ABD’nin Obama liderliğinde süreci geri plandan yönetmeye kalkışması bu ülkenin Afrika’da gerektiğinde bölgesel ya da uluslararası organizasyonlarla birlikte hareket edebildiğini göstermektedir. Ne var ki, ABD’nin gerek Afrika’da gerekse dünyanın genelinde bölgesel organizasyonlarla olan ilişkisi son derece muğlâktır. Zira bu devlet, işler istediği gibi gittiğinde uluslararası topluma ve organizasyonlara riayet ederken, söz konusu organizasyonlar ABD çıkarlarının hilafına hareket ettiğinde Washington yönetimi bu organizasyonları yok sayabilmekte ve Irak örneğinde olduğu gibi tek başına hareket edebilmektedir. Bu durum ABD’nin Afrika’da ve dünyada sorunların barışçıl yöntemlerle çözümü için bölgesel ya da uluslararası organizasyonlarla birlikte hareket etme hususunda samimi olup olmadığının sorgulanmasına yol açmaktadır.

Ötekileştirme Unsuru, Terör Olgusu ve Dış Politikada Devamlılık

ABD’nin dış politika kültürünün önemli özelliklerinden biri de bünyesinde barındırdığı “ötekileştirme” unsurudur. Jefferson’ın tabiriyle kendisini “Tanrı tarafından seçilmiş bir halk” olarak addeden bir ulusun politikacılarının, Tanrı tarafından seçilen ve iyiyi/güzeli temsil eden Amerikan modeline karşılık, bu mükâfata mazhar olmayan ve kötüyü/çirkini temsil eden bir öteki bularak onu kendi çıkarları doğrultusunda izole etmeye çalışması, bu yolla uluslararası sistemin temel dinamiklerini yönlendirme girişiminde bulunması kaçınılmazdır. ABD’nin bir ötekiye karşı mücadele etme dürtüsü bütün dünyada olduğu gibi Afrika’da da her dönemde karşılık bulmuştur. Soğuk Savaş yıllarında kendi modelinin karşısında komünizmi konumlandıran Washington yönetimi, komünizmle mücadelede iktidara kim gelirse gelsin ülkenin temel prensibi olarak kabul edilen çevreleme politikasını Afrika’ya kadar taşımış, Sovyetler Birliği ile beraber Angola örneğinde olduğu gibi bu coğrafyada ideolojik temelli iktidar mücadelelerinden kaynaklanan kanlı çarpışmaların yaşanmasına önayak olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, ABD kendisine öteki olarak terörizmi -bilhassa kendi ifade ettikleri biçimi ile İslami radikalizmi- seçmiştir. ABD’li yöneticilerin terör karşıtı söylemlerinin etkisi günümüzde etkisini görece yitirse de varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda, muzdarip olduğu çeşitli sıkıntılar nedeniyle terör örgütlerinin hareket alanı bulabildiği Afrika kıtası, Washington yönetimlerinin terörle savaş kapsamındaki politikalarından payına düşeni almıştır ve almaya da devam etmektedir. Son yıllarda ise ABD’nin Afrika’da ve dünyada kendisinin karşısına öteki olarak Çin’i yerleştirmeye çalışarak bu devletin etki alanını sınırlandırma yönünde hareket ettiği anlaşılabilmektedir. Ne var ki, ABD ile Çin arasındaki Soğuk Savaş benzeri bir rekabetin Afrika’ya taşınması, geçmişte SSCB ile ABD arasındaki mücadelenin Afrika’da tezahür eden örneklerinde olduğu gibi kanlı ve alabildiğince istikrarsız günlerin bu coğrafyaya taşınma riskini de beraberinde getirmektedir.

Terör kavramı Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ve 11 Eylül 2001’de gerçekleşen saldırıların ardından yaşanan süreçle birlikte ABD’nin bilhassa Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik dış politikasının ana gündem maddelerinden biri olmuştur. Kıtadaki istikrarsız ve yönetilemeyen alanların çokluğu, kıtanın son derece önemli stratejik konumu ve sahip olduğu doğal kaynaklarla birleşince, terörle mücadele çeperinin Washington tarafından Afrika’yı da içerisine alacak bir biçimde genişletilmesi kaçınılmaz olmuştur. Bilindiği gibi, günümüzde IŞİD, Mağrip el-Kaidesi, Ensaru, Boko Haram, eş-Şebâb, Tanrı’nın Direniş Ordusu (LRA) gibi çeşitli terör örgütleri Afrika’da etki alanlarını arttırmaya çalışmakta, kıtanın istikrarına ölümcü bir şekilde darbe vurmaktadırlar. Buna karşın, ABD’nin terörle mücadele kapsamında Afrika’da gerçekleştirdiği faaliyetler de tıpkı bölgede istikrarsızlığı perçinleyen grupların faaliyetleri gibi şüphe ile karşılanmaktadır. Bu durum temel olarak iki nedenden kaynaklanmaktadır. Bir yandan tıpkı demokrasinin teşvik edilmesi hususunda olduğu gibi terörle mücadelenin de ABD’nin Afrika politikaları için amaç mı yoksa araç mı olduğu tartışılmaktadır. Her ne kadar Washington’dan yükselen sesler ülkelerinin istikrarlı bir Afrika için mücadele ettiğini iddia etse de, kimilerine göre bu devlet terör bahanesi ile siyasi ve askeri olarak kıtaya yerleşerek Afrika’daki nüfuz alanlarını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Diğer yandan ise ABD’nin Afrika’da askeri üsler açması ve Birleşik Devletler Afrika Komutanlığı (AFRICOM) gibi askeri kurumlar oluşturma yoluna gitmesi bir reaksiyon olarak terörist şiddetin Afrika’ya daha fazla yönelebileceği kaygısı ile eleştirilmektedir. Sonuç olarak tüm dünyada olduğu gibi Afrika’da da ABD’nin Bush döneminden itibaren yürüttüğü kapsamlı terörle savaş politikaları tam olarak benimsenememiş bir durumdadır ve bu ülkenin emperyalist politikalarının bir uzantısı olarak nitelendirilebilmektedir.

ABD’nin dış politika kültürünün Afrika’ya yansıması noktasında değerlendirilebilecek en önemli hususlardan biri de bu ülkenin Afrika’ya yönelik dış politikasındaki devamlılık ve tamamlayıcılık faktörü ile ilgilidir. Gerçekten de, iktidardaki isim kim olursa olsun Amerikan başkanları, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, uzun yıllardır kendilerinden önceki başkanların Afrika politikalarını titizlikle takip etmektedirler. Bu kapsamda, örneğin, 2000 yılında Demokrat Partili Başkan Bill Clinton tarafından Afrika ülkeleri ile ABD arasındaki ticareti arttırmak için kongreye sunulan “Afrika Büyüme ve Fırsat Yasası” halefi Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush tarafından desteklenmiş, 2015 yılında ise süresi dolan söz konusu yasa Başkan Obama tarafından yenilenmiştir. Aynı şekilde 2008 yılında W. Bush tarafından hayata geçirilen ve yayılmacılık iddiaları nedeniyle oldukça eleştirilen AFRICOM projesi, Başkan Obama tarafından da -birçoklarına göre sürpriz bir şekilde, fakat aslında amacına uygun olarak- sahiplenilerek kapsamı genişletilmiştir. Son örnek olarak ise, Başkan Bush tarafından Afrika’daki AIDS vakaları ile daha etkin bir şekilde mücadele etmek için ortaya konulan “Başkanın AIDS ile Mücadelede Acil Planı (PEPFAR)” da, halefi Obama tarafından benimsenerek ve kapsamı genişletilerek sürdürülmüştür. Birbirleriyle anlaşamayacak bir görüntü çizmelerine rağmen Afrika’da üç başkanın birçok alanda benzer adımlar atması ve birbirlerinin projelerini sahiplenmesi, bu ülkenin kıtaya yönelik politikalarının başkanların kişisel kararları sonucu ortaya çıkmaktan ziyade köklü bir devlet politikası niteliğinde olduğunu gözler önüne sermektedir. Bir anlamda,  bu durum ilk döneminin sonuna yaklaşan Başkan Trump’ın da Afrika politikasında seleflerinden çok da farklı bir yol izlemeyeceği izlenimini doğurmaktadır.

Sonuç Yerine: “Make America Great Again” in Africa

ABD’nin Afrika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine yönelik dış politika faaliyetlerinde attığı adımların mantığını daha iyi kavrayabilmek adına bu ülkenin dış politika kültürü üzerinde etkili olan bazı temel saiklerin idrak edilebilmesi elzemdir. Kuruluşundan itibaren, “güçlü olanın hayatta kalacağı, güçsüz olanın ise yok olmaya mahkûm olacağı” bir doğa durumunu tasvir eden Sosyal Darwinizm anlayışının temel felsefi yaklaşımını benimsediği görülen Amerikalı devlet adamları, kendi sistemlerinin eşsizliğini “Amerikan exceptionalism (Amerikan istisnacılığı)” kavramı çerçevesinde her fırsatta vurgulamışlardır. Her ne kadar söz konusu eşsiz sistemi korumak için ortaya atılan izolasyoncu ve uluslararasıcı yaklaşımlar arasında keskin görüş farklılıkları varmış gibi dursa da, günün koşullarını dış politikasına başarılı bir şekilde uyarlamayı becerebilen bu devletin siyasi elitleri, izolasyoncu gibi göründükleri zaman dilimlerinde aktif dış politika hamlelerinde bulunabilmekte, tersi bir şekilde uluslararasıcı bir yaklaşımı benimser gibi göründükleri dönemlerde ise gerektiğinde pasif bir dış politika izleyerek içe kapanık bir görüntü vermektedirler. Kısacası, uluslararasıcı (müdahaleci) ve izolasyoncu görüşler arasında statik bir denge ya da bir kesinlik bulunmamaktadır. Bu durumun en iyi örneklerinde biri, 1993 yılında Mogadişu’da düşürülen bir Amerikan helikopterinin içerisindeki 18 askerin öldürülmesinden sonra yaşananlardır. Bu tarihlerde Afrika’yı Yeni Dünya Düzeni konsepti dahilinde dönüştürme gayreti içerisinde olan Amerikan siyasi eliti, 18 askerin ölümünün halkta ve siyasilerde yarattığı şokun neticesinde bir süre için Afrika’dan hızla kendilerini soyutlamış, kıtaya yönelik izolasyoncu bir politika izlemişlerdir.

Immaunel Kant’ın Demokratik Barış Teorisi’nde ortaya attığı fikirlerin ABD’nin Afrika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine yönelik dış politika hamlelerini ciddi manada etkilediği de bir gerçektir. Tıpkı Kant’ın teorisinde sıklıkla vurguladığı gibi, ABD’li dış politika yapıcıları da Afrika’da ve dünyada demokrasinin teşvik edilmesini, karşılıklı ticaretin yaygınlaştırılmasını ve oluşturulacak uluslararası organizasyonların sorunların çözümünde daha etkili bir rol üstlenmesini savunmaktadırlar. Bu doğrultuda, geçtiğimiz yılın Aralık ayında Başkan Donald Trump’ın ulusal güvenlik danışması John Bolton tarafından Heritage Foundation’da yapılan bir konuşmada açıklanan “Başkan Trump’ın Afrika Stratejisi”nin Afrika’da demokrasinin teşvik edilmesi ve kıta ülkeleri ile ticaretin arttırılması konularına sıklıkla vurgu yapması bir tesadüf değildir. Ötekileştirme unsuru ve terör olgusu da ABD’nin kıtaya yönelik dış politikasında ön plana çıkan diğer hususlardandır. Söz konusu konuşmada Bolton’ın Çin ve Rusya’nın Afrika’nın istikrarı için birer tehdit unsuru olduğunu ifade etmesi ve kıtada terör örgütleri ile daha etkili bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini/gerekeceğini defalarca dile getirmesi bu kapsamda düşünülmelidir. Bütün bunlar bir bütün olarak düşünüldüğünde ise, Bolton’ın ülkesinin Afrika politikasına dair yaptığı konuşma ABD dış politikasının başkanlar nezdinde birbirini tamamlayıcı bir hüviyete sahip olduğu ve dolayısıyla başkanların kişisel görüşlerinden ziyade kuvvetli bir devlet politikasının ürünü olduğu iddialarını da doğrular niteliktedir. Zira Bolton’ın açıklamalarına göre Trump da Afrika’da tıpkı selefleri olan Clinton, W. Bush ve Obama gibi hareket edecek, onların önceliklerini sahiplenerek “Make America Great Again” söylemi doğrultusunda “Amerikan idealini (!) Afrika’da yeniden harika yapmak” amacıyla politikalarını icra edecektir. Ne var ki, gelinen noktada Çin başta olmak üzere Afrika’da ve dünyada etkisini arttıran çeşitli devletler tarafından çevrelenen ABD’nin, kıtada daha fazla en nüfuzlu güç olarak tutunması mümkün görünmemektedir. Sonuç olarak denilebilir ki, Trump’ın büyük ses getiren söyleminin aksine Amerika Afrika’da yeniden harika olamayacak ve hatta mevcut pozisyonunu da zamanla kaybedecek gibi görünmektedir.

Share.

Yazar Hakkında

Hasan Aydın 1993 yılında İstanbul, Üsküdar’da doğdu. İstanbul’da geçen ilköğretim ve lise eğitiminin ardından, 2016 yılında Yalova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümünden derece ile mezun oldu. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında başladığı tezli yüksek lisans eğitimini 2018'de başarıyla tamamlayıp aynı bölümde doktora eğitimine başlamıştır. İleri seviyede İngilizce bilmektedir. İlgi alanları, Din ve Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Afrika’da ABD Dış Politikası’dır.

Yorum Yap