Afrika 3 bin yıllık tarihinin yarısını Fenike-Roma, Roma-Vandal, Vandal-Bizans, Bizans-Arap rekabeti altında geçirdi. Özellikle 7. yüzyılın ortalarında başlayan ve 16. yüzyıla kadar devam eden Müslüman Arapların ve onların ardından da Türklerin kıtaya ilgi duymalarıyla birlikte tam 12 asır boyunca kıta, birilerine yem olmadı, kendi yerel imkânları ile dışarıdan gelecek tehditlere karşı korundu. Hatta mümkün olduğunda da Asya ve Avrupa taraflarına hamleler yaptılar. İspanya-Portekiz’in yer aldığı İber yarımadası, hatta Fransa’nın iç bölgeleri ve İtalya açıklarındaki Sicilya gibi devasa ada dahil pek çok yer Afrika’dan gelen orduların hedefi olmakla kalmadı, asırlarca idarelerinde kaldı. Mısır’daki Tolunoğulları, İhşitler, Fâtımiler ve Memlûkler; Fas’taki Murabıtlar, Muvahhitler ve Merînîler bugünkü Afrika sınırları dışına taşıp farklı coğrafyalarda etkinlik kurdu. 16. yüzyıldan sonra Avrupalılar kendilerine en güçlü rakip olarak Osmanlı Devleti’nin Cezayir, Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Habeş eyaletleri ile müstakil Fas Krallığı’nı görüyordu. Kıta bu bin yıllık uzun dönemde bir rekabet alanı olmaktan çıkmış, diğer coğrafyalarda rakipleriyle mücadele eder duruma gelmişti.
Osmanlıların önce Kuzey Afrika, sonra Kızıldeniz, hatta Aden Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’nda kurduğu etkinlik, kıtayı Papalığın öncülüğünde yeni bir rekabet ortamına çekme oyununu bozmaya yönelikti. İstanbul her alanda güçlü oldukça bu siyaseti, hem merkezden hem de Kahire, Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Merakeş, Sevâkin, Masavva, Harar, Mogadişu gibi pek çok sahil ve iç bölge yerleşimlerinde ya doğrudan veya ikili işbirliği içinde devam ettirdi. Batı Avrupa iktidarları ise kıtayı bir şekilde -az ya da çok bir tarafından- istila edip esaretleri altına almaktan vazgeçmiyor ve mutlaka çepeçevre kuşatmak istiyordu. Sömürgecilik en acımasız kurallarla Afrika üzerine çullandıkça 19. yüzyılın başından itibaren kıtanın sadece Batı ve Güney kıyılarının değil, iç kısımlarının da nüfuz altına alınma süreci başladı. Kıta tarihinin geleceğini en fazla karartacak olan ve 1884-1885 yıllarında Berlin’de yapılan Afrika’yı parçalama konferansı, benzeri geçmişte görülmemiş bir rekabete sahne oldu. Eline haritasını alan bilim adamı kisvesindekiler, misyonerler, askerler, tüccarlar velhasıl her sınıftan insan, bir yerlere ülkesinin bayrağını dikme telaşı içinde ölümü göze alarak kıtanın içlerine dalıyordu. Birçoğu bulaşıcı hastalıklarla, ıssız bucaksız coğrafyalarda uğradıkları saldırılarla, kimi zaman yerel idarecilerin hışmını üzerlerine çekip öldürülmeleriyle yok olup gidiyordu. Fakat bu uğurda başarı elde ettikleri takdirde meşhur olma duygusu onları tüm tehlikeler karşısında sadece daha fazla heyecanlandırıyordu.
16. Yüzyıl Kırılma Noktası
Afrika antik çağdaki rekabetin acılarını unutalı bin yıldan fazla zaman geçmiş, Ortaçağ’da birbiri ardına kurulan sultanlıklar, emirlikler, hanedanlar kıtanın birçok medeniyete ev sahibi olmasına vesile olmuştu. Kıtanın her tarafı ticaret ve hac kervan yolu ağlarıyla örülmüş, Kahire’de Ezher, Tunus’ta Zeytûne, Fas’ta Karaviyyin, Moritanya’da Şinkit, Mali’de Timbüktü, Nijerya’da Kano ve Sokoto, Etiyopya’da Harar gibi bir çok ilim-irfan merkezi doğmuş, Suyûtîler, İbn Battûtalar, İbn Haldûnlar, Hasan el-Vezzanlar, Osman Don Fûtîler, Sidi Muhtar el-Küntiler gibi nice alimler yüzbinlerce eser vermişti. Afrika birçok sultanlık ve emirlik eliyle kalkınmış, dünyaya örnek olacak medeniyetler kurulmuş ve yaşatılmıştı. Malili Kankan Musaların ülkesinin, Habeşistanlı Ahmed Grang’ın hanedanlığının ve Çad havzasından İdris Elevma’nın şöhreti kıtanın dışına taşmıştı.
1492’de Endülüs’teki son Müslüman hanedan olan Gırnata’daki Beni Ahmer sultanlığı yıkılınca Papalık, tüm Avrupa’yı 11-13. yüzyıllardaki Haçlılarla çıkaramadığı Ortaçağ karanlığından kurtaracak yeni süreci 15. yüzyılın bitimine ramak kala başlattı. İspanyol donanmaları insanlık adına utanılacak derecede vahşete kapılarak Endülüs’te kana doymuyor tüm Mağrip şehirlerini yakıp yıkıyor, istila edip buralara çörekleniyordu. Portekiz de aldığı emirle Batı Afrika sahillerini dolaşıp Hint Okyanusu’nun Doğu Afrika sahillerindeki bin yıllık yerleşim yerlerini, İspanyolları aratmayacak şekilde, ilk defa bölgede kullanılan ateşli silahlarla taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yok ediyordu. Osmanlı Devleti başta Endülüslüleri yok olmaktan kurtarıp onları yeni kurduğu Garp Ocaklarına taşımış, Afrika’yı çevreleyen bu topyekün istilayı büyük oranda bitirmiş, devasa kıtanın İspanyol ve Portekiz donanmalarıyla ikiye bölünüp bir rekabet sahasına çevrilmesine müsaade etmemişti.
19. yüzyılın ikinci yarısında adım adım ilerleyen Avrupa işgalleri önlenememiş ve nihayet 20. yüzyılın ilk yıllarında Afrika, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Almanya, Portekiz, Belçika, İtalya ve İspanya tarafından tamamen paylaşılmıştı. Artık kıtanın bazı bölgeleri değil tamamı kıskaca alınmış ve kıta, yok edici kapışma ve rekabet sahasına dönüşmüştü. Herkes kendine ait gördüğü bölge halkına kendi işini gördürecek kadar dilini öğretiyor, sömürge idaresine kayıtsız şartsız itaati dayatıyordu. Nihayet en fazla yarım asır süren bir dönemde Afrika toplumları tüm benliklerini kaybetmeye zorlandı. Müslümanların ilim dili olan Arapça sadece yerel halkın kendi arasında konuşulacak ama yazılmayacaktı. 1960’lı yıllarda kıta ülkelerine verilen bağımsızlıklar, yarım asrı bulmayan acımasız uygulamalara sahne olan geçmişin yaralarını saramadı. Ayrıca rekabete dayalı sömürge düzenleri bölgede farklı usullerle yine devam etti.
Sovyetlerin Kıtaya Girişi
20. yüzyılın ortalarında Asya dışına taşan Sovyetler Birliği de yeni etkileşim alanlarına gereksinim duydu ve en kolay nüfuz edeceği Afrika’ya yöneldi. 1990’lı yılların başına kadar bu devasa coğrafya yeni bir kapışmaya ve rekabet alanına dönüştü. İki kutuplu dünyadan kopup çekildiği ana kadar milyonlarca Afrikalı bir hiç uğruna vahşice katledildi. 21. yüzyıl öncesinde kıtada kendisine bir gelecek görmeyen Amerika Birleşik Devletleri önce Hindistan’ın, ardından Çin’in giderek artan biçimde Afrika’da her tarafa abanması üzerine 2000’li yılların başında büyük fırsatları kaçırdığını fark etti. Derhal o da sahaya hızlı şekilde inmeye karar verdi. 20. yüzyıldaki sömürgeci Avrupalıların rekabetine, önce Ruslar, ardından Hintliler ve Çinliler, nihayet Amerikalılar da ilave edildi.
Afrika ülkelerinin üzerlerindeki bu kıtalar arası rekabetten bunalması kimsenin umurunda değildi. Hiçbir kural, kaide dinlemeden sadece menfaatlerine odaklanan Çin’i durdurmak isteyen eski sömürgeciler ile ABD, Japonya, Güney Kore, Brezilya, hatta pek çok Arap ülkesi de bu rekabet ortamını kızıştırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Maalesef kısır siyasetin girdaplarında kendi kendine boğuşan Türkiye’nin bu ortamda yer alması olabildiğince geciktirildi. Türkiye 2005’te kararını verdi ve tarihten gelen Afrika’ya ilgisini devreye soktu. Aradan geçen 13 senede alınan mesafe bugün bizzat bu kararı alanlarca bile yeterli görülmeyebilir. Ancak kıtadaki gelişmeleri yakından takip edenler bu sürecin hiç de bir heves olmadığını gelecek on yıllarda kıtaya çok değer katacağını şimdiden ifade ediyor.
Türkiye son yüzyılda etkinliğini yitirdiği kıtaya acımasız hal alan kapışma ve rekabet ortamında yer almak için değil, bilakis Afrika toplumları kendi değerlerine sahip çıkabilsinler, kimseye muhtaç olmasınlar diye yakınlık duymaktadır. Bunda da belli bir başarı elde edildi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017 yılı Aralık ayında kıtanın üç önemli ülkesine yaptığı ziyaret büyük yankı uyandırdı. Sudan’da 30 dönümlük Sevâkin adasının bir cazibe merkezine dönüştürülmesi teklifi Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i ve devlet erkânını heyecanlandırdı. Aslında bu teklifin gerçekleşmesi durumunda bile sadece sembolik bir anlamı vardı. Çad’da da başkent Encemine’nin merkezindeki 230 dönümlük eski hipodrom arazinin Türkiye Kültür Merkezi yapımı için tahsis edilmesi gelecekte bu ülkede kuracağı etkinliğinden ziyade kendi toplumunun yararına bir girişimdi.
Yeni Madenlerin Keşfi
16. yüzyılın ilk yarısından itibaren beş eyalet merkezi ile buralara bağlı sancak ve kaza merkezlerine yapılan binlerce eserden ayakta kalabilenler ne-redeyse bir asırdır Osmanlılar tarihten çekilseler bile yerel halka hizmet vermeye devam etmektedir. Sömürgeci Avrupa ülkeleri kıtada oldukları sürece sadece kendi yararlarını düşündükleri için neredeyse ciddi bir eğitim kurumu, kamu binası bırakmadan çekilmiştir. Yakın gelecekte Somali ve Sudan sahillerinde Türkiye’nin inşa edeceği yeni eserler ortaya çıktıkça rekabetin değil uhuvvetin izleri gelecek nesillere yol gösterecektir.
Medyada ne Sevâkin adasında inşa edilecek cazibe merkezinin ne de Encemine’de kurulacak Türkiye Kültür Merkezi’nin bölgedeki dengeleri sarsa-bilecek etkide olduğuna dikkat çekildi. Hatta Sevâkin üzerinden Mısır ve bazı Arap ülkelerinin rahatsız olacağı yorumu yapıldı. Geçmiş asırlarda Osmanlı eserlerine tahammül edemeyenlerin torunları elbette ki bugün Afrika semalarına doğru yükselecekler karşısında da haset edeceklerdir. Elbetteki Türkiye’nin bunları inşa etmedeki amacı birilerini rahatsız etmek değil, son yüzyılda dünyadaki gelişmelerden uzak tutulan toplumları muasırları ile yarışır hale getirmektir. Dünyada hiç ekilmemiş arazilerin yüzde 60’ının bulunduğu, henüz adı bile yeni konabilen maden çeşitlerinin keşfedildiği Afrika, bu kaynakları elde etme hırsına kapılan ülkeleri acımasız rekabete itmektedir.
“Kazan-kazan”, “kuzey-güney”, “güney-güney” gibi farklı kavramlarla tarif edilen son dönemdeki ilişkiler ağı içerisinde önceliği Afrikalılara “kazandırmak” olan bir ülke varsa o da Türkiye’dir. Geçmiş asırlarda onbinlerce insanını bu kıta toplumlarının huzuru için feda edenlerden devraldığımız miras, bunu zorunlu kılmaktadır.
Not: Bu makale, Star Açık Görüş’te 20.08.2018 tarihinde yayınlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.star.com.tr/acik-gorus/kapisma-ile-rekabetin-kiskacinda-turkiye-afrika-iliskileri-haber-1299913/