Uluslararası ilişkilerde diplomasinin her işin başı, hatta temel taşı olduğu herkesçe bilinir. Bu alanın ve icra edilen mesleğin en can alıcı noktası ise görevlilerinin gittikleri ülke ve onun çevresi, hatta bulunduğu kıta hakkında donanımlı olup olmadıkları konusudur. Ne kadar doğru olduğunu yine eski diplomatlar bilir, çok değil bundan en fazla 20 sene önceye kadar büyükelçi olma hayali tükenmek üzere bulunan bazı kendilerini büyükelçi namzedi gören diplomatlarımız “Encemine, koy cebime” derlermiş. Bu bir anlamda “Kafdağı’nın ardında” bile olsa ona ulaşmak gibi bir şeydi. Ya da “Fizan’a gitsen bulurum” demek gibi. 21. yüzyılın şu ilk çeyreğini yaşadığımız dönemde herhangi bir ülkenin değişik coğrafyalarda sefaret açmasının zorluğu, bu alanda tecrübe sahiplerinin adiyattan dile getirdikleri bir konudur.
AK Parti iktidarı daha 2004 yılı sonunda Türkiye’nin önünü açma hedefleri çerçevesinde diplomaside de yeni hamleler için harekete geçti. Öyle ki 1960’lı yıllarda çoğu bağımsızlığını yeni elde eden Afrika ülkelerinden sadece 10 kadarında temsilcilik açılmış ve bir daha da bu alanda en ufak bir kıpırdanma yaşanmamış, dahası Gana ve Somali gibi ülkelerdekiler de kapatılmıştı. Kısacası Afrika unutulmuş, ya da bir daha hatırlanmak istenmiyordu.
2005 yılı Afrika için bir açılım yılı ilan edileceği için aylar öncesinden birçok ülkeye yönelik çalışmalar yapılmaya başlanmıştı. Kıta ülkeleri de bu anlamda bir beklentiye girmişler ve kendilerine yönelimin artacağı umuduna kapılmışlardı. Türkiye de bu anlamda bazı hedefler belirledi ve belki de 1999 yılında küçük çaplı da olsa diplomatik çevrelerde dillendirilen ve bazı resmi belgelere de yansıyan “Afrika Açılım Eylem Planı” sözde değil ciddi olarak uygulamaya konulacaktı. Ne var ki bunun önündeki en ciddi engel alınacak her kararı uygulayabilecek yetişmiş insanın eksikliği idi.
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika sahillerinde, Kızıldeniz’de hatta bir ara Aden Körfezi ve Doğu Afrika’nın bazı limanlarında donanma dolaştırdığı asırlar çok geride kalmıştı. Dahası kıtanın orta kısımlarına kadar gidip gelen sivil, asker tüm devlet görevlileri, tüccarlar, seyyahlar, hatta özel görevlerle bir anlamda diplomatik görev üstlenenler vardı. 1912 yılında Trablusgarp Savaşı uluslararası boyutta sona erip İtalya’nın bu son vilayetimize el koyma teşebbüsü Afrika’da tükenişimizin habercisi oldu. 868 yılında Mısır’daki Tolunoğulları ile başlayan, 934’te İhşitler, 1171’de Eyyûbiler ve 1250’de Memlükler ile devam eden 1517’de Osmanlılar ile taçlanan Türk tarihinin bu kıtadaki kesintisiz 1050 yıllık geçmişi unutulmaya yüz tutmuştu. 20. yüzyıl Afrika ile bağlarımızın adeta sıfırlandığı döneme dönüşmüştü.
Böylesine bir ihmalin gelecek kuşaklar üzerinde oluşturacağı ilgisizlik nasıl telafi edilecekti. Az da olsa belli seviyede eğitim görmüş her bir Osmanlı için Kahire dışında Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra, Sudan ve Somali kıyıları çok şey ifade ediyordu. Dahası 30 bin km.lik Afrika’yı çevreleyen sahillerin tamamını dolaşan kaptanları, denizcileri, gemileri vardı. Bursa kruvazörü 19. yüzyılın ortasında Basra Körfezine gitmek üzere Batı Afrika sahillerini dolaşırken alabora olup Brezilya’ya sürüklenmişti. Çeşitli sebeplerle denizlerdeki tecrübeleri giderek zayıflayan Osmanlı Devleti’ni idare edenler içinde son yıllarında öyle kaptanlar çıktı ki aralarında Trablusgarp’tan Malta’ya sefer yapamayacak kadar denizi tanımayanlar vardı. Komor Adaları hakkında Piri Reis Kitâb-ı Bahriye isimli denizcilikle ilgili kendinden sonraki tüm çağlara hitap eden kitabında ayrıntılı bilgi verdiği halde bunu kaç kişi açıp okumuştu. Oradan 1860’lı yıllarda İstanbul’a özel görevle gelen memurlar kimsenin bu ada toplumundan haberdar olmaması karşısında hayal kırıklığına uğramışlardı.
İkinci Abdülhamid’in dünyadaki bilhassa en ücra coğrafyalarla ilgili gelişmeleri konu edinen tüm eserleri bizzat tercüme ettirip okuduğu yıllarda Avrupa’ya bilimin her alanında uzmanlaşsın diye gönderdiklerinin önemli bir kısmı hayatlarını Osmanlı Devleti’ne ayar vermekle geçirdiler. Geçmişe ait bilgiler iyiden iyiye kütüphanelere ve ulaşılması zor arşiv depolarına kaldırıldı. Afrika bizim için avucumuzun içi gibi bilinirken sadece balta girmeyen ormanlar ve aşılması imkânsız çöller olarak, 20. yüzyılın genç dimağlarına bir daha hatırlanmasın diye nakşedildi. Oysaki aynı yıllarda Avrupalı maceraperestler içinde her türlü imkânları zorlayarak karış karış gezdikleri bölgelerde misyonerler Hıristiyanlığı yayarlarken askerler ise henüz işgal edemedikleri yerleri de idarelerine almakla meşgul oldular. Bilim insanları 19. yüzyılın başından itibaren başladıkları her türlü hammadde kaynaklarını tespit etmek ve bunları sahillere taşıyıp hem kendi ülkelerine hem de dünya pazarlarına taşımak için ölümüne çalıştılar. Biz basit sözlerle oyalanırken onlar 20. ve hatta 21. yüzyılda bu kıtanın bütün olarak kendi idarelerinde kalması için gerekli tüm eylem planlarını yaptılar ve başarılı da oldular.
Bugün 54 ülkenin tamamına yakınında İngilizce ve Fransızca, beş ülkede Portekizce ve bir ülkede ise İspanyolca resmi dildir. Dahası bu dillerden rahatsızlık duyan yerli bir nesil de yoktur, tam aksine herkes kendi dışlarındaki dünya ile bağlantı kurabilmek için bunları öğrenmeyi bir zorunluluk olarak hissediyor. Yazılan binlerce araştırma eseri kıta insanını daha ne kadar idare altında tutmanın ipuçlarını verirken devletlere sunulan ve asıl uygulamaları yönlendiren raporlar ise meçhulümüz.
Diplomat Sadece Mesleğin Klasik Kurallarının Mahkûmu Değildir
Türklerin Afrika’da edindikleri tecrübelerinin üzerinden silindir gibi geçildiği 20. yüzyıl büyük bir kayıptır. Celal Tevfik Karasapan, Mahmut Dikerdem ve Fuat Carım gibi diplomatlarımızın kimisi hatıralarından, kimisi de önemli tarihi bilgiler veren eserleri verdiler. Ama çoğu iki dünya savaşına sahne olan bu koskoca asrı boş bir şekilde tükettiler. Ercüment Kuran, Türkkaya Ataöv, Cengiz Orhonlu, Abdurrahman Çaycı ve Baskın Oran dışında Afrika’ya akademik ilgi duyan ve bu konuda üniversite çevrelerinde de ciddi eserler yazılamadı. Kaldı ki bu akademisyenler de genel anlamda Afrika uzmanlığı gibi bir hedef için çalışmamışlardı. Günümüz diplomatlarının en ciddi çıkmazlarından birisi öncelikle bu mesleğe onları ısındıracak, onlara rehberlik edecek kolayca ulaşacakları herhangi bir kaynak eser bulamamalarıdır. Son on küsur yılda piyasada görünen Afrika başlıklı kitapların birçoğu bir iki güne sığdırılan, dahası bu alanda ne kadar ehliyetli oldukları anlaşılamayan kişilerin rastgele konuşma tarzında yazdıkları metinleri, ya da gezip gördükleri ülkelerdeki sıradan gözlemleridir.
2008 yılında ilk defa Türkiye’de gerçekleşen “Türk-Afrika Devlet Adamları Zirvesi” bir milat oldu ve bu kıtaya yeni sefaretlerin açılması için düğmeye basıldı. 11 olan Afrika’daki büyükelçilik sayımız 10 yılda neredeyse dörde katlandı ve 41’e ulaştı. Cumhurbaşkanımızın en büyük isteği 54 ülkede temsilciliğimizin olmasıdır. 21. yüzyılda dünyanın hiçbir ülkesi böylesine bir diplomatik atağı sadece Afrika’da değil diğer kıtalar için de yapamadı. Bu ülkelerde görev alan büyükelçilerin asgari iki yılda bir değiştiği düşünülecek olursak her an bu kıtada göreve hazır onlarca ismin sırada beklemesi gerekir. Gençlerimizin en fazla ilgi gösterdikleri uluslararası ilişkiler alanında en az eğitimi verilen alanlardan birisi diplomasi olup ne bu dersi verebilecek bilgi ve tecrübeye sahip hoca, ne de alanla ilgili ‘meselenin bizcesini ele alan’ yeterli sayıda kaynak eser bulunmaktadır. Afrika özeline gelince bu eserler hiç yok denecek seviyededir. Haliyle Yakup Kadri Zoraki Diplomat isimli kitabında değil bu kıtada, Avrupa’da bile ne kadar gönülsüz olarak bu mesleği icra ettiğini dile getirir. Acaba bugün hayatlarının ilk diplomatlık tecrübesini bu kıta ülkelerinde geçirenler, gönüllü diplomatlar mıdır?
Bu kıtada görevli sadece ülkemiz diplomatları değil neredeyse tüm diğer ülkelerinkiler de büyükelçi veya diğer memurlar, bay veya bayan fark etmez, evli olanlar görev yerine tek başlarına gitmektedirler. Kendilerine verilen görevin en kısa zamanda tamamlanması en büyük arzularıdır. Afrika’daki sefaretlerimizin çoğu F bölgesi, yani A ile başlayan sıralamada en son sınıfta yer alan görev bölgesindedirler. Sahraaltı Afrika olarak tarif edilen bölge ülkeleri, genel anlamda hiç büyükelçilik yapmamış diplomatlarımızın ilk görev yerleridir. Kıta başkentleri onlar için adını, ilk defa duymasalar bile, hakkında hiç bilgileri bulunmayan şehirlerdir. Ne yapıp edip burada birkaç yıl kalma pahasına da olsa büyükelçi unvanı almak için katlanılacak zoraki bir görevdir. Ha Angola, ha Ankara esprileri biraz stres atmaya vesile olur. “Yeter ki büyükelçi olayım Encemine’ye bile giderim”, yani eski diplomatların bir kısmı sırf sefir olabilmek için yıllarca “Encemine, koy cebime” demiştir. Çünkü büyükelçi olunacak başkentler sınırlıdır, buralara gidecekler çok önceden bellidir, olur ya bir gün 1960-2008 yılları arasını sadece iç savaşla geçirmek zorunda kalan Çad’ın başkentine de bir sefaret açılırsa oraya bile gitmeye razıyım demektir. Fakat onlar için yarı ciddi, yarı şaka bu durum 2008’den sonra ciddiye döndü. Encemine dahil Niamey, Nuakşot, Kotonu, Asmara, Antananarivo, Kigali, Vagadugu ve Bamako gibi nice merkeze sefirler atandı. Dahası Brazavil, Freetown, Librevil, Kampala, Harare, Lusaka ve Luanda’da sefaretlerimiz açıldı.
Genç diplomatlarımız artık uzun süre büyükelçi olabilir miyim gibi bir endişeye kapılmıyorlar. Hatta sefir olma yaşı 40’ın altına indi. Çoğunluğu da bu alandaki ilk tecrübelerini Afrika’da yaşıyorlar. Gelecek birkaç yıl içerisinde meslek memuru olarak Afrika ülkelerinde görev yapanlar arasından çok sayıda bu göreve gelecek kişiler kıtaya hayat tarzı olarak yabancılık çekmeyecekler. Ancak görevleri boyunca veya ilk defa gidenler bu görevde kaldıkları sürece eğer sefaret avlusu dışına çok nadir çıkarsalar, ülkedeki sadece belli resmi tören alanlarında hazır bulunmanın dışında oranın güncel gerçeklerini birkaç yerel medyadan takip ederseler, ya da bazı memurların yazdığı notlar üzerinden anlamaya çalışırsalar o ülkeyi asla tanıyamayacaklardır. Sadece kendilerine verilen süreyi doldurmak, bir anlamda askerlik gibi şafak sayacaklardır. Afrika deyince Kahire de bu kıtada Gaborone de, Banjul da, Kigali veya Asmara ile bir Osmanlı şehri özelliğini koruyan Tunus, hatta başkent Cezayir veya Rabat da bu devasa coğrafyanın içinde yer alıyor. Eğer Afrika genel anlamda, görev üstlenilen ülke ise özelde ilişkileri ikili anlamda en üst seviyeye çıkarmak olarak hedeflenirse ciddi başarılara imza atılacak demektir. 1960 yılı Afrika ülkeleri için yeni bir sürecin başlangıcıdır ve biz bunların her birini bağımsızlıklarını elde edince kısa sürede tanımış olmamıza rağmen yarım asır adeta bir daha dönüp bakmadığımız yerler olmuş. Haliyle bir sefaret açılıp göreve başlandığında her şey sıfırdan başlamakta ve büyük bir etkileşim alanı adeta hiç yokmuş gibi yeniden açılmış oluyor.
Günümüzde Afrika’da açılan çoğu on yılı henüz geride bırakan sefaretlerimizin faaliyetleri ikili devlet adamları ziyaretleri, bakan seviyesinde ziyaretler, bürokrat ve teknik görevlilerin ziyaretleri şeklinde özetlenebilir. Burada bir denge takip edildiği söylenemez, Hartum ve belki Afrika Birliği’nin merkezi olduğu için Addis Abeba gibi yoğunluklu uğranılan başkentler hariç tutulursa bürokratların mesela Encemine’yi veya Kinşasa’yı ziyaret için gönülsüz oldukları kolaylıkla anlaşılır. Zaten bazı diplomatlar, bu ziyaretleri Ankara’daki muhataplarına da pek önermezler. Bir takım sağlık meseleleri, şehirlerdeki imkânların sınırlılığı tercih etmeme sebepleri olmaktadır. Türkiye’ye doğru ziyaretler çokça tavsiye edilip uygulanırken kıta ülkelerine gidişler oldukça sınırlı ve kısa sürelidir.
Afrika’da görev yapan büyükelçilerin özellikle resmi dili Fransızca olan ülkelerde bu dili bilmemeleri onları muhataplarıyla sadece İngilizce ile konuşmaya zorluyor. Simultane tercümelerde genelde ciddi atlamalar olduğu için birçok konu anlaşılmadan geçiyor. Arapça konuşulan ülkelerde yerel halk genelde bu dil ile anlaşmayı tercih ediyor. Çad’da görev yapan Alman büyükelçisinde Fransızca ve İngilizce yanında Arapça dil yeterliliği olması da onu ayrıcalıklı kılıyor. Bilhassa ateşe yardımcısı olarak gelen görevliler istisnaları hariç herhangi bir dil de bilmedikleri için sefaretlerin en atıl görevlisi durumuna düşüyorlar. Türk büyükelçiler ise genelde İngilizce, bir iki kurluk Fransızca biliyor, nadiren de olsa aralarında bu dili veya Almanca’yı iyi konuşanlar da vardı. Yanlarına gelen memurlar da kıtada İngilizce kadar yaygın olan bu dile genelde Afrika görevi çıkınca kısa bir süre kursa giderek biraz hazırlanıp geliyorlar. Bakanlık artık İngilizce dışında dünyanın en yaygın dillerine de ciddi ağırlık vermek durumundadır. Kaldı ki Türkiye’de bu dilleri nerdeyse aksanları ile konuşabilme yeterliliğine sahip gençlerin sayısı hiç de az değildir.
Gelenekselleşen Avrupa diplomatik görevlilerimiz ile Afrika’ya gitmeyi kabullenenler çok farklıdır. Bu kıtaya gideceklerin çok sıkı bir kıta eğitimine tabi tutulması gerekmektedir. Kıtayı tanımadan çalışma ofisinde günlük işleri görmek ikili ilişkilere herhangi bir ivme kazandırmamaktadır. Batılı diplomatların birçoğu meslek hayatları boyunca genelde bu kıtada görev alıyorlar, ciddi tecrübe kazanıyorlar. Ülkelerinin misyon ülkesiyle ilgili her türlü diplomasi âdetini çekirdekten öğreniyorlar. Arap yarımadasından gelen büyükelçiler de yerele ait değerlere intibak edemedikleri için sadece görev sürelerini tamamlamak, çoğu zaman da kendi ülkelerinde değişik sebeplerle kalarak görevlerini maslahatgüzarlara bırakıyorlar.
Günümüzde Afrika sefaretlerimizde en yoğun mesaileri vize verme işlemleri oluşturuyor. Bir büyükelçinin duruşu, takip ettiği vize vermedeki tavrıyla ölçülüyor. Bilhassa son yıllarda sayıları binlerle ifade eden Türkiye’ye gelen öğrencilerin vize almaları günlük işleri çok yoğunlaştırıyor. İş adamlarının, tüccarların ve yine son dönemde giderek artan sağlık turizmi sebebiyle ülkemize gelenlerin vize almaları ciddi aksamaları beraberinde getiriyor. Bazı sefaretlerimizin sınırlı sayıdaki çalışanları gece gündüz mesai harcasalar yine de talepleri karşılayamayacak durumdalar. Haliyle aldığı her dosya için 45 gün sonra cevap verilecek diyen bir sefaretimiz, ister istemez o ülkede ciddi sıkıntıların da kapılarını aralamış oluyor. Sorumluluk almaktan çekinme refleksi sebebiyle vize vermedeki çekingen tavır, Türkiye’den davette bulunanların tüm programlarını geciktirmekte, hatta iptal ettirmektedir. Bilhassa Afrika semalarında en fazla uçuşu olan THY’nin müşterileri biletlerini iptal ettirmekte veya değişiklik sebebiyle ceza ödemek zorunda kalmaktadırlar. Oradaki bir gecikme doğrudan Ankara’daki o ülkenin de temsilciliğinin benzer tavır sergilemesine sebep olmaktadır. Devletin vize taleplerinin yoğunluğuna göre ülkelere sadece bu görevi yürütecek ve büyükelçilerin günlük çalışmalarını üzerlerinden alacak başka bir birimin acilen kurması gerekiyor. Her vize başvurusu şartlarını yerine getirdiğinde birkaç gün içinde işlemi sonuçlandıracak duruma getirilmezse giderek kangrene dönen bir durum yaşayacağız demektir. Diğer taraftan vize verme işlemi de olmazsa boş oturacak kadar kendine ikili ilişkileri başlatıp hızla mesafe alamayan büyükelçiler ise görev süreleri dolsun diye bekletildikçe Türkiye’nin Afrika’daki açılımı o ülkelerde verimsiz kalmaktadır. İlişkileri ileriye değil geriye götürmekte, hatta sıfırlamaktadırlar.
Türkiye’nin Afrika’da son on senede stratejik ortaklığın gereğine uygun yürüttüğü ilişkileri sadece medyada içi boş lafügüzaflarla veya ikili ziyaretleri abartarak yansıtılırsa gelecek için düşündüğümüz beklenen sonuçları vermeyecektir. Görev yapılan ülkenin halkı başta olmak üzere devlet erkânına kadar her kesimde oradaki varlığımız kabul gören bir memnuniyete vesile olabilmelidir. Bir taraftan “çok etkiniz” tavrı yanında çok acil durumdaki birisinin vize talebine verilen ret cevabı oradaki temsilin değerini düşürmektedir. Her talebe vize verileceği anlamına gelmeyecek bu davranış muhatabın genelde yerel memurlar ile yüz yüze kalması durumunda işi daha da içinden çıkılmaz hale getirebilmektedir. Diplomatik ilişkiler mesleğin gereği çoğu zaman kendi içinde mahremiyeti de getirdiği için yaptığımız faaliyetleri yeri geldiğinde “sessizce” geçiştirmek gerekebilir. Yani illa da ülke olarak attığımız her adımı oranın yerel medyasında yer bulsun gayreti müspet sonuç vermeyebilir.
Ülkemizin sivil toplum kuruluşlarının tüm gayretleri sonuç itibarıyla sadece faaliyeti getirenleri ilgilendirmemektedir. Her aklına gelen “Türkiye’yi temsil ediyorum” niyetiyle bir ülkede insani yardım veya başka etkinlik yaparken bunun mutlaka oradaki resmi temsil makamı olan sefaretimizin bilgisi dahilinde yapılması en ufak aksaklıklara kısa zamanda çözüm bulunmasına vesile olacaktır. Dahası verilen hizmetler yerel makamlar nezdinde ve ülkemizin etkinliğinin bir bütün halinde bilinmesine vesile olacaktır.
Herhangi bir Afrika başkentinde artık Türkiye’yi temsil eden sadece sefaret binalarımız bulunmuyor. Maarif Vakfı’na bağlı okullar, TİKA ofisleri, bazı ülkelerde Yunus Emre Enstitüleri, Diyanet İşleri Koordinasyon merkezleri ve Anadolu Ajansı irtibat büroları bulunmaktadır. Hatta bazı sivil toplum kuruluşlarımızın da ortaklaşa çalıştıkları yerel kurumlarla faaliyet yürüttükleri binaları bulunmaktadır. Buralarda yetki ile donatılanlar öncelikle bağlı bulundukları kurumlara karşı sorumlu olarak çalışmaktadırlar. Büyükelçilik bünyesinde çalışan devlet görevlisi veya yerel memur gibi kabullenilen bir etkileşim onların çalışma tarzlarını menfi anlamlarda etkileyebilir. Bunlar şayet devlet tarafından büyükelçiliğin doğrudan uhdesine verilmiş olsalardı o durumda takınılacak tavırla, bugünkü mevcut konumları arasında çok hassas bir ayırım söz konusudur. Bir sefirin onların iş alanına doğrudan müdahalesinin vereceği sonuçlar, onlarla kullanacağı dil amir memur ilişkisinin ötesinde bir durumda kalmalıdır. Her türlü sıkıntılarında sefaretlerimiz mutlaka yanlarında olmayı, başarılarını artırmayı, her ortamda onları devletimiz adına yararlı kılacak tavırları göstererek etkinliklerini artıracaktır. Bu kurumların sorumlularının da her ne kadar doğrudan amirleri olmasalar bile büyükelçilerle irtibatlarında diplomatik temsilin gerektirdiği saygınlığa riayette kusur etmemeleri önemlidir.
Not: Bu makale, Daily Sabah’ta “Turkey’s Africa diplomacy” başlığıyla 08.05.2018 tarihinde yayınlanmıştır. İngilizce formatı için lütfen tıklayınız.