Güçlü edebî geleneği olan dillerin kelimeleri vardır, farklı anlamları ile sözlüklerinde sayfalarca yer tutar. Kökü aldığı eklerle onlarca yeni anlam kazanır, olumlu iken olumsuz, isim iken fiil, tekil iken çoğul, hakiki anlamı yanında mecazî, derken zamanla daha da genişler gider. “Afrika” kelimesi de ilk kullanıldığı günden bugüne o kadar değişik anlama geldi ki, bundan sonrasında da epeyce mesafe alacağa benziyor. Bunun muhtevasını iyi doldurup “işte Afrika bu” demek gerekirken, hayır “kimse Afrika’nın ne olduğunu bilmiyor” ile başlayıp bu ifadenin altına anlamlı birkaç cümle edebilmek adına daha da karmaşık hale getirildi ki neredeyse içinden çıkabilene helal olsun demek durumunda kalıyoruz.
Başkalarının ne düşündüğünden önce bizim ifadelerimizin bir türlü yerine oturamaması çok garip. Bir tanıdığınızı telefonla aradığınızda o an yurtdışında, hatta dünyanın öbür ucundan bir ülkede ise size genelde neredeyse oranın ismini söyleyerek sözüne başlar: Japonya’da, Hindistan’da, Kazakistan’da, Azerbaycan’da, Kanada’da, Fransa’da, Brezilya’dayım vs. der. Ama “Asya’da, Amerika’da, Avrupa’dayım” demez. Fakat o an irtibat kurmaya çalıştığınız kişi, 54 Afrika ülkesinden 48’inin yer aldığı Sahraaltı bölgesindekilerden birisindeyse kısaca “Afrika’dayım” der. Hatta seyahati öncesi nereye gidiyorsunuz deme fırsatı bulmuşsanız: “Afrika’ya” diye cevap verir. Sanki sıradan bir ülkeye gidiyormuş gibi bir ruh haliyle söyler. Zaten size bulunduğu ülke adını, hatta bulunduğu bir Afrika başkenti adını söylese de zaten anlamazsınız. Çoğu zaman “Encemine’de, Bujumbura’da, Vagadugu’da, Bamako’da, Lilongve’de, Darüsselam’da, Dakar’da, Maputo’dayım dese, on kere tekrar etse, yine de nerede bulunduğunu anlatmak için “Afrika’dayım” diye birkaç defa tekrarlamak zorunda kalır.
Afrika kelimesinin kökeni kıtanın kuzeyinde ilk yerleşik millet olan Berberilerin bir alt kolunun isminden geldiği iddiası en kuvvetli olanıdır. Hatta bazıları bunların Filistin veya Kafkasya tarafından da geldikleri yönünde bilgiler verirler. Bir gerçek varsa o da bugünkü Tunus sahillerini yüzyıllar önce yurt edinen Fenikelilerin, Romalıların bugünkü Mehdiye şehrinin kurulu olduğu Akdeniz’e birkaç km. uzanan kayalığa Afrika Burnu (Cape of Africa) ismini verdikleridir. Zaten Antik dönemde tüm Kuzey Afrika doğudan batıya Libya, Afrika, Nümidya ve Moritanya olarak isimlendirilmekteydi ki bunlardan ilki ve sonuncusu Avrupa sömürgeciliği zamanında 20. yüzyıla girilen bir dönemde tekrar canlandırıldı.
Müslümanlar İslam’ı tebliğ etmek üzere Mısır üzerinden bugünkü Fas’a ilerlerken bölgeye güneşin battığı yer anlamında “Mağrip” demişlerdi. Bölge o kadar genişti ki onu coğrafi kısımlara ayırdılar ve bugünkü Mısır’ın batısından Libya’nın tüm kuzey sahillerine Mağribü’l-Ednâ, yani yakın batı; Tunus’a asırlardır bilinen ismiyle Ifrikıyye, yani Afrika; Cezayir’e Mağribü’l-Evsat, yani Orta Batı ve Fas ile çevresiyse Mağribü’l-Aksâ, yani uzak batı olarak isimlendirdiler. Bugün sadece Fas Krallığı’nın Arapça’daki resmi adı Mağrib olarak kullanılmaktadır. Fransızca Maroc veya İngilizce Morocco ise tarihî başkentlerinden Merâkeş isminin yabancılar tarafından bu şekilde telaffuz edilmesiyle alakalıdır. Osmanlı Devleti de 16. yüzyılda bu bölgede etkinlik kurunca Mağrip kelimesini biraz farklı söyleyişle Garp Ocakları olarak isimlendirdi ve bunlar Trablusgarp (Libya), Tunus ve Cezayir idi.
Herkesin bilinen tüm asırlarda hemfikir olduğu, çöl bölgesinin adının Sahra olmasıdır. Buranın güneyine bugünkü Sudan’ın içlerinden Atlas Okyanusu’na kadar Müslüman Arap coğrafyacılarca Bilâdüssûdan, yani “Siyahîler ülkesi” denmesi M.S. 8. yüzyıla kadar gitmektedir. Mısır’ın güneyinden Etiyopya sınırına kadar Nûbe (Nubya), Somali kıyılarına kadar ise yine siyâhîler anlamında Bilâdü’l-Habeş (Habeşistan); tüm doğu Afrika sahilleri daha ziyade siyah tenlilerin ülkesi manasında Bilâdü’z-Zenc (Zengibar) olarak veya Arapça “sâhiller” karşılığında “Sevâhil” diye isimlendirildiler. Arap veya yerli tüm Müslüman tarihçi ve coğrafyacıların kaleminden 19. yüzyılın ortalarına, hatta sonlarına kadar bu kimlikleri ile tanındılar.
Afrika konusunda tarihimizden kopuk vaziyette ve habersiz kalarak bir yüzyılı kaybettik desek eksik olmaz. Trablusgarp Savaşı hariç 20. yüzyıl bizim için Frankofon Afrika ülkelerinde değişik sebeplerle eğitim yapılamayan yıla “année blanche, yani mecazî olarak, boş yıl” dendiği gibi bazı istisnaî durumlar hariç “siècle blanc, yani, boş yüzyıl” oldu denebilir. İngiltere, Fransa, Portekiz, İtalya, Belçika, Almanya ve İspanya dahil yedi Avrupa ülkesinin pençesi altında geçen yüzyılın başında tamamı zorla sokulan koskoca kıtanın yerlilerine reva görülen tüm sömürgeci uygulamalar bugün menfi anlamda yaşanmakta olan ne varsa neredeyse hepsinin ana sebebidir. Burada “suçlu” diye sadece sömürenleri görüp, onların zayıf pençeleri altına kolayca düşen, düşmelerine göz yuman dostlarının ihmalkârlığı ise masum görülemez. Sömürgeci iştahın en kabardığı 16. yüzyıl boyunca çok istenen bu süreç gerçekleşememişse, hatta ikinci bir Endülüs dramına dönüşmemişse bunda Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murad’ın Osmanlı Devleti’nin tüm gücüyle bu kıtayı ve yerlilerini bu beladan koruyup kollamaları yatmaktadır. Bizlere düşen aradan beş asır geçse de onların Afrika için yaptıklarını bugünün tüm kıta toplumlarına mutlaka en ince ayrıntılarıyla anlatabilmektir.
21. yüzyılın başında artık Afrika ile ilişkilerimizde ikinci bir “boş yüzyıl” daha yaşayamayız. Nitekim 2005 yılında hükûmetimiz bu kıtaya yönelik bir açılım siyaseti başlattı. 1998’de sadece adı konan ama bir arpa boyu yol alınmayan ilk açılım girişimden farklı olarak kapsayıcı bir etkileşim ağı kurulmasına karar verildi. Bunun temel basamaklarından birisi Afrika Birliği ile yakın ikili temas idi. 1963’te henüz bağımsızlığını elde edemeyen bölgeleri sömürgecilikten kurtarmayı hedefleyen bir teşkilat olarak kurulan ve tüm kıtayı kapsayan bu yapı adına ilk resmi ziyaret komisyon başkanının 2005 yılı sonunda Türkiye’ye gelişi ile aşıldı. 2007 yılında Türkiye’nin Afrika Birliği’ne gözlemci üye olması önemli bir aşama oldu. Peşinden 2008 ve 2014 Türk-Afrika devlet adamları zirvesi, kıtaya yönelik geniş katılımcı üst düzey toplantılar yapıldı.
Türkiye için Afrika 1980’li yılların sonuna, hatta 1990’lı yılların ortalarına kadar balta girmemiş ormanlar ve uçsuz bucaksız çöllerden ibaret değil. Kaldı ki bunların varlığı meğer büyük yer altı ve yer üstü zenginliğe işaretmiş. THY’nin elliden fazla noktaya sefer yaptığı, STK’larımızın ve devletimizin farklı kurumlarının temsilcilerinin kıtada neredeyse ayak basmadıkları bölge kalmadı. İş adamları yatırım yapacak, ticaret yapacak ortaklar arayıp buluyorlar. 54 ülkeden 39’unda büyükelçiliğimiz var. On yıl önce atılan adımlar meyvelerini vermeye başladılar.
Ülkemizde Afrika konusunda ilim adına adım atan herkese rehberlik edecek akademik anlamda yetişmiş, bilgi sahibi ve tecrübeli bilim adamlarımızın henüz ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğu konusu üzerinde durulması gerekiyor. En uzun soluklu alanın insan yetiştirmek olduğu elbette ki bilinmektedir. Devletimizi idare edenler en üst makamlardan itibaren bu konuya vurgu yapmaktadırlar. 1987 yılı yaz aylarında Afrika konusunda ihtisas yapacağım dememin üzerinden yaklaşık 30 yıl geçti. Yıllarca kıtayı tanımak için Fransa’da ders takip edip, bizzat kıtada alan araştırması yapıp belli bir seviye almaya çalıştım. Üniversitelerimizde 2000’li yılların ortasında Afrika ile ilgili araştırma merkezleri kurulmaya başlanınca çok mutlu oldum. Ne var ki hayatında Afrika’nın “A”sından anlamadığı halde yüksek lisans ve doktora programlarında ders veren ve de akademik kariyerinin sonuna gelenlerin bu pişkin hallerini kimi zaman kendi ağızlarından dinledikçe tüm hevesim kaçtı. Avrupa, Ortadoğu, Modern Türkiye, hatta çok özel konularda uzmanlıkları tescilli olanların ikna edebildikleri özel üniversitelerde, devlet üniversitelerinde “Afrika tarihi, günceli ve benzeri” konularda değil lisans, yüksek lisans ve doktora gibi ihtisas dersleri verdiklerini duyunca umutlarım da tükenmeye yüz tuttu. Maalesef ülkemizde “Afrika” gibi henüz yeterli uzmanı olmayan alanı boş bulup balıklamaya dalan akademik unvanlılar yüzünden nice hevesli genç araştırmacı işin başında boş yere vakit geçirdiğini daha ilk derslerde anlıyor.
Afrika Araştırmacıları Derneği’nin (AFAM) kurulma amacı bu alanda sebat edip uzmanlaşmış akademisyenlerle bir sinerji oluşturup ülkemizin geleceğindeki başarılı uzmanların sayısını artırmaktır. Çoğu yüksek lisans ve doktora seviyesindeki gençlerin daha akademik hayatlarının başında ilerideki alanları için gerekli kaynak temini, sahanın uzmanlarıyla irtibatlarının sağlanması, bilgi ile donanımlarını zenginleştirmektir. Yurtdışındaki Afrika uzmanları ile yakın temas kurulması, özellikle kıta ülkelerindeki uzmanlarla birlikte ortak araştırmalar yapılması için ortam hazırlamaktır. Kısacası Afrika alanını boş bulup orada kendi başına hareket edenlerden uzak, mesleki dayanışma içinde ne çalıştığını bilen, geleceğe yönelik akademik eser veren, hepsinden öte kıta hakkında fikir üreten bir kuşak yetiştirip yeni nesillerin daha ümitvar olmalarına rehberlik etmektir.
.