Giriş
Afrika ülkeleri aşağı yukarı son 45 yıldır az gelişmişliğin vermiş olduğu çeşitli sorunlarla başa çıkmak durumunda kalmıştır. Oluşan sosyal ve siyasi tahribata karşı önlem olarak çoğunlukla ekonomik sorunların üstesinden gelmeye yönelmiştir. Bu sorunlara çoğu zaman sermaye ve teknoloji eksikliği çerçevesinden bakılmıştır. Buna istinaden Afrika ülkeleri gelişmiş ülkelerden ve Bretton Woods kurumlarından yardım arayışında olmuşlardır. Geçmiş yıllar içerisinde bu ülkelerin çoğunda finansal kaynak akışı gerçekleşmiş olmasına rağmen, sosyo-ekonomik durum daha fazla tahribata uğramıştır. Bu durum dünya çapında lider kuruluşlar olan IMF ve Dünya Bankası’nın desteğiyle 1970’erin sonlarında oluşturulan ve Afrika ülkelerindeki zayıf ekonomik koşulları yeniden düzenleme aracılığında olan Yapısal Uyum programları (SAP) bağlamındadır. Bu kurumlar, sonunda ekonomik durumu daha da kötüleştirmiş, yaşam standartlarını, sağlık ve eğitim imkânlarını düşürmüş ve dış borçların daha da yükselmesine öncülük etmiştir.
Bu uluslararası yardımlar hiçbir zaman tartışmaların uzağında kalmamıştır. Afrika ülkelerine 1960’lardan beri yapılan ikili ve çok taraflı kalkınma yardımlarına, bu yardımları alan hükümetler tarafından yıllık ekonomilerine yapılan bir katkı gözüyle bakılmıştır. Yapılan dış yardımların önemli bir kısmını oluşturan kalkındırmaya yönelik pay, sonuçta dikkate değer bir kalkındırma hedefine ulaşamamıştır. Gerçekte kalkınma yardımları birçok bakımdan devlet bütçesine yapılan bir yardım haline dönüşmüştür. Bu durumda çoğu hükümet, dış yardımların devamı noktasında bu süreci olumlayan taraf olmuştur. Ancak 1980’lerde yaşanan kalkınma izlencelerinin bir sonucu olarak dış yardım desteğinin tehdit altında olduğunun işareti çoktan gözlemlenmeye başlamıştı. Bu duruma dair gerçekleşen en önemli belirti olarak İngiltere ve diğer bazı destekçi ülkelerin kalkınma desteği için verdikleri taahhütlerde azalmaların gerçekleştiği söylenebilir.
1980’lerin sonunda uluslararası siyasette yaşanan en önemli değişim Orta ve Doğu Avrupa’da bürokratik devlet sosyalizminin çökmesiydi. Soğuk Savaşı sona erdirmesinin dışında bu değişim serbest piyasa ekonomisinin değerlerini savunan liberal ideolojilerin zaferi ve genel anlamda sosyal yardım sistemine ve dış yardımlara tümden karşı gelen Yeni Sağ’ın hâkimiyeti anlamına geliyordu. Bu bağlamda, sanayileşmiş ülkeler arasında dış yardımlar için bütçeden ayrılan pay giderek azalmaya başlamıştı. “Kalkınma” için geleneksel bir araç olan dış yardım, yavaş yavaş yerini doğrudan yabancı yatırıma bırakacak şekilde gelişmiş ülkeler tarafından geri çekilmiştir. 1990’da resmi olarak sağlanan dış yardım 60 milyar dolar civarındayken, doğrudan yabancı yatırım miktarı 20 milyar doların üzerindeydi ki doğrudan yabancı yatırım miktarı gelişmekte olan ülkelerde ilk defa 1992 yılında dış yardım miktarını geçmiştir. 1997 yılına gelindiğinde, gelişmekte olan ülkelere sağlanan doğrudan yabancı yatırım 160 milyar dolar geçerken, diğer yandan dış yardım miktarı 40 milyar dolara varmıştır.
1. Yardım Efsanesi
Afrika’nın Genel Durumu
Afrika kıtasının kasvetli bir resmini çizmek kolaydır zira ekonomik beklentiler beklenen seviyede değildir. Yolsuzluklar ve kliyentalist şebekeleşmeler, yaygın ve sosyal sermaye “tekelci” sivil ve askeri bürokrasinin kontrolü altındadır. Bu sürece eklemlenen neo-kolonyal devlet düzeni bu yapı içerisinde kendisine yaşama alanları bulabilmektedir.
Geçtiğimiz beş yıl boyunca, iktisadi bağlamda iyimserlik emaresi olarak nitelendirilebilecek bazı işaretler mevcuttur. Nitekim pek çok Afrika ekonomisi, % 5 civarında yıllık büyüme oranları kaydetti ve şu anda birçok kıta ülkesi demokratik seçim tecrübesi konusunda ciddi adımlar atmaya başladı. Bu doğrultuda Afrika canlanmasının merkezinde üç faktör vardır:
- Birincisi, son birkaç yılda emtia fiyatlarındaki -petrol, bakır, altın ve gıda maddeleri- dalgalanmaları Afrika ihracatını ve ihracat gelirlerini artırdı.
- İkincisi, 1980’lerin sonunda kurulan maden piyasasına dayalı politikalar noktasında Afrika ülkeleri olumlu bazı politikalar geliştirdiler. Bu hamle, Afrika’nın makroekonomik temellerini yukarı doğru yükseltti (yükselen büyüme, enflasyondaki düşüş, daha şeffaf, ihtiyatlı ve istikrarlı para ve mali performans). Bu konudaki mevcut veriler, bazı ülkelerde sosyal göstergelerde kayda değer gelişmelerin kaydedildiğini göstermektedir.
- Üçüncüsü, kıtadaki siyasi manzarada kayda değer bazı adımlar atılmıştır. Örneğin, kırk sekiz Sahraaltı Afrika ülkesinden, % 50’den fazlası serbest ve adil olarak kabul edilebilecek düzenli demokratik seçimler düzenlemektedir. Demokratik seçimlerin yapılması ve bazı ülkelerde gözlemlenen yolsuzluk seviyelerinde düşüş meydana gelmesi (örneğin; Angola, Gana, Senegal, Tanzanya, Uganda, Moritanya ve Nijerya) birçok yatırımı olumlu yönde etkiledi.
Afrika borsalarının birçoğunda borsa likiditesi -bir yatırımcının hisse satın alma veya satma kolaylığı- 2008’de yıllık % 6’lık ciro oranında göreceli olarak düşüş yaşamıştır. 2005-2006 yılları arasında ciro olarak ölçülen likidite artışı % 50’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Her şey eşit olmakla birlikte, Afrika piyasalarındaki likidite yakın vadede belirgin biçimde iyileşme gösterme eğilimindedir.
Bu müspet tabloya rağmen kıta coğrafyası Afrika, bir işlevsizlik döngüsüne kilitlenmiş görünüyor? Neden Afrika kıtasında dünyanın diğer kıtaları gibi ikna edici bir şekilde ekonomik gelişim sağlanamıyor? Neden son zamanlarda yapılan anketlerde, ilk on “başarısız devlet”ten yedisi bu kıtadan? Afrika ülkelerinin halkları, evrensel olarak daha mı yetersiz? Liderleri genetik olarak daha acımasız, daha yozlaşmış mı? Afrika kıtasını geride tutan, 21. yüzyılda dünyanın geri kalanına katılamayacak gibi gösteren şey nedir?
Öncelikle bildiğiniz üzere zengin/kalkınmış/gelişmiş ülkelerden Afrika hükümetlerine büyük sistematik nakit transferleri, imtiyazlı krediler olarak ve genelde piyasa faiz oranlarının altında verilmektedir. Normal ticari piyasalardan çok daha uzun borç verme dönemleri için de ödünç verilen para bazen hibe şeklinde sağlanmaktadır.
Alıcı ülkelerin, gelecekteki geri ödeme yükünü taşıyan kredileri hibelerden farklı olarak gördüğünü iddia eden bir düşünce okulu var. Kredilerin geri ödenme ihtimali, hükümetlerin fonları akıllıca kullanmaya ve vergileri harekete geçirmeye mevcut gelir tahsilat seviyelerini korumaya teşvik ettiği anlamına geliyor. Öte yandan, hibeler ücretsiz kaynaklar olarak görülmektedir. Bu nedenle bir hükümetin yerel gelirlerinin yerine mükemmel bir ikame olabilir. Bu ayrım, birçok bağışçının fakir ülkelere kredi vermek yerine hibe politikasını zorlamasını sağlamıştır. Buradaki mantık, yoksul ülkelerin yapması gereken yatırımın büyük bir kısmının, GSYH büyümesinde hizmet kredilerine gereken vergi gelirlerini sağlayacak olan değişiklik türlerini üretmeye başlamadan önce uzun bir hazırlık dönemine sahip olmasıdır. Nitekim birçok bilim adamı, Afrika ülkelerinin zaman içinde borçlu oldukları kamu yatırımlarını finanse etmenin (ödenmemiş) kredi almasının ve hibe almamasının gerektiğini savunmaktadır. Gelişim hedefleri ancak alıcı hükümetlerin kredileri hibelerden farklı olarak nasıl algıladıklarını ortaya koyuyor. Yabancı kredilerin büyük bir kısmı yüksek oranda imtiyazlı koşullarla sağlanıyorsa ve krediler sıklıkla affedilirse, zayıf ekonomilerdeki politika yapıcılar bunları kabaca eşdeğer olarak görmeye başlayabilir ve (yardım) krediler ile hibeler arasındaki farkın pratik olarak alakasız olduğu şeklinde görülebilir. Son on yılda, Afrika’ya verilen krediler ve bu kredilerin hibelerden ayrı olarak görülmediği dünya görüşü baskın konumdadır. Bu nedenle mevcut çalışmanın amaçları doğrultusunda, yardım hem imtiyazlı kredilerin hem de hibelerin toplamı olarak tanımlanmaktadır. Afrika’nın gelişmesini engelleyen en temel faktör, yerel halkı adeta kendisine bağımlı hale getiren ve milyarlarca dolarlık devasa bütçeleri bünyesinde barındıran “ölü yardımlar”dır.
2. Yardımın Tarihçesi
‘Yardım’ın uluslararası bağlamdaki hikâyesi, Temmuz 1944’ün ilk üç haftasında, ABD’nin New Hampshire’da bulunan Bretton Woods’da, Washington’da düzenlenen toplantıda başladı. İkinci Dünya Savaşı fonunda, kırk dört ülkeden 700’den fazla delege küresel bir finansal ve parasal yönetim sistemi için çerçeve oluşturma kararı aldı. Daha sonra bu toplantıdan, yardım kaynaklı kalkınma konusunda baskın çerçevenin beklentileri oluştu.
Büyük çaplı yardım transferlerinin kökenleri on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanmaktadır ki ABD, 1896’da bile gıda yardımı şeklinde yurtdışı yardımı sağladı. 1929 Sömürge Kalkınma Yasası uyarınca, İngiliz hükümeti daha fakir ülkelerdeki altyapı projeleri için hibe verdi. Bu dönemlerde yapılan yardım transferleri, sömürgeci alan üzerindeki siyasi kontrol konusunda olduğu kadar en büyük bağışçı ile ilgilidir. 1940 yılında İngiliz Sömürge Gelişimi ve Refah Yasası, sosyal sektör faaliyetlerinin finanse edilmesine izin verecek şekilde genişletilmiştir.
Savaş sonrası yardım, yedi geniş kategoriye ayrılabilir:
- 1940’larda Bretton Woods’ta doğum;
- 1950’lerde Marshall Planı dönemi;
- 1960’larda sanayileşme on yılı;
- 1970’lerde yoksulluğa bir cevap olarak yardıma geçiş;
- 1980’lerde istikrar ve yapısal düzenleme aracı olarak yardım;
- 1990’larda demokrasi ve yönetişim payandası olarak yardım etmek.
- 2000’lerde glamour yardımların yükselişi.
Bretton Woods konferansının ana gündemi uluslararası finansmanı yeniden yapılandırmak, çok taraflı bir ticaret sistemi kurmak ve 1930’ların Büyük Buhran’ının tekrarlanmasını önleyecek ekonomik işbirliği için bir çerçeve oluşturmaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi beklediklerinde, 1944 Bretton Woods’un mimarları, savaş sonrası dönemde, Avrupa’nın parçalanmış ülkelerinin önceki gelişim seviyelerine geri dönüşü sağlamak için büyük miktarda nakit enjeksiyonu yapmaları gerektiğinin açık bir şekilde anlaşılması. Avrupa olmasına rağmen zarar görmüş olsa da, bu para (tesadüfî bir şekilde) hâlihazırda var olan fiziksel, yasal ve sosyal altyapılara giriyordu.
Önde gelen İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes ve o sırada ABD Dışişleri Bakanı Harry Dexter White, üç örgütün temelini oluşturan tartışmalara öncülük etti: Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası olarak bilinir) Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası Ticaret Örgütü’dür. Kuruldukları sırada, Dünya Bankası ve IMF’nin sorumlulukları açıkça belirlendi. Çok geniş bir ifadeyle, Dünya Bankası yeniden yapılanma için ve sonrasında yapılan yatırımların kolaylaştırılması için tasarlanmıştır. IMF’nin kurulma amacı küresel finansal sistemi yönetme savaşıydı. Daha sonraki yıllarda, her iki kurum da kalkınma söyleminde merkez aşamaya geçecek, ancak asıl görev kendiliğinden gelişimden ziyade yeniden yapılanmayı hedeflemekti.
Özünde, yeniden yapılanma gündemi, savaş sonrası yatırım taleplerinin ülkeler arasında yatırım riskini bir araya toplamanın yeterli bir yolu olmadan karşılanamayacağı varsayımıydı. Birkaç ülkenin borç veren rolünü yerine getirebileceğine dair bir görüş vardı ve Dünya Bankası’nın temel prensibi, hangi ülke borç para vermiş olursa olsun, tüm üye ülkelerin söz konusu riskin üstlenilmesine katılmaları gerektiğidir. Uluslararası kuruluşlardan erken mali transferler, 9 Mayıs 1946’da imzalanan Fransa’ya 250 milyon dolar tutarında yeniden yapılanma kredisidir. Ardından Ağustos 1947’de Hollanda, Danimarka ve Lüksemburg’a yapılan yeniden yapılanma kredilerini içeren transfer anlaşmaları imzalandı. Bu yardım transferleri hiç şüphesiz yeniden yapılanma sürecinin merkezinde yer aldı. Avrupa’nın bugünkü haline geldiği ekonomik güce katkı sağladı.
Dünya Bankası’nın yanı sıra IMF, dünya ekonomisinin istikrarını destekleme sorumluluğuyla da görevlendirildi. 1 Mart 1947’de faaliyete geçtiğinde, IMF ülkeler arasında uluslararası parasal işbirliğini teşvik etmek, denetlemek ve böylece olası herhangi bir küresel finansal krizin önüne geçmek görevi vardı.
ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall, Harvard Üniversitesi’nde 5 Haziran 1947’de Amerika’nın 20 milyar dolara (bugünün şartlarında 100 milyar doların üzerinde) kurtarma paketi sunan radikal bir öneri hazırladı. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın sert para biriminde satış yapmak için çok az para harcadığı ve en kötü kışlardan birini yaşadığı için ortaya çıktığında, General Marshall ABD’nin saldırgan bir finansal müdahale pozisyonu alması gerektiğini savundu. Buna karşılık, Avrupa hükümetleri ekonomik bir canlanma planı hazırlayacaklardı.
Marshall Planı kapsamında ABD, 1948’den 1952’ye kadar olan planın beş yıllık ömrü boyunca kabaca 13 milyar ABD doları tutarında yardım transferini gören on dört Avrupa ülkesine bir yardım programı başlattı. Marshall Planı, % 24’lük aslan payını alan Büyük Britanya ve sırasıyla % 20, 11 ve 10’unu alan Fransa, İtalya ve Almanya idi. Kişi başına bakıldığında, daha küçük Avrupa ülkeleri daha fazla destek gördü: Norveç kişi başına 136 dolar, Avusturya 131 dolar, Yunanistan 128 dolar ve Hollanda 111 dolar aldı.
Marshall Planı’nın bir başarı olarak selamlandığı fikri, büyük ölçüde tartışmasız kalmıştır. Plan, Batı Avrupa’yı güçlü bir ekonomik temele sokma, ABD’ye dış politikayı etkileme aracı sağlama, Batı Avrupa’daki müttefikleri kazanma ve ABD liderliğindeki çok taraflılık için sağlam bir temel oluşturma konusunda açıkça başarılı oldu. Yardım, kırılan altyapının yenilenmesini sağladı. Yardımlar siyasi istikrara kavuşmuştu, umutları geri getirmişti ve aynı zamanda etrafındaki dünya parçalanırken ABD ekonomisini ayakta tutan bağışçı ulusun da yararına olmuştu.
Marshall Planı Avrupa’ya ihtiyaç duyduğu yardımı verip kalkınmasına yardımcı olduysa, neden her yerde aynı şeyi yap(a)madı? 1950’lerin sonunda, bir zamanlar Avrupa’da yeniden yapılanmanın çalıştığı görüldü, dikkatler dünyanın diğer bölgelerine ve özellikle de yardım bağlamında Afrika’ya yöneldi.
Afrika kıtası büyük ölçüde azalmamış bir nüfus, düşük maaşlı istihdam, neredeyse var olmayan bir vergi matrahı, küresel pazarlara yetersiz erişim ve sağlıklı olmayan altyapı ile karakterize edildi. Marshall Planı’nın fikirleri ve deneyimleriyle donanmış zengin ülkeler, Afrika’yı yardım için ana hedef olarak görüyorlardı. Böylece yardım götürmeye başladı.
ABD, Marshall Planı yoluyla Avrupa’ya büyük miktarda yardımlar getirdiğinde, Dünya Bankası ve IMF kaynakları serbest bırakıldı. Savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşası için Bretton Woods kurumları tarafından tahsis edilen paralar şimdi ortaya çıkmakta olan (Afrika) kalkınma gündemine yönlendirilebilir. Belki de ortaya çıkan yardım temelli gündem için daha da önemlisi, yoksul ülkelerin kalkınmasını teşvik etmek için Afrika ülkelerinin finansal sermayeden yoksun olduğu yaygın bir şekilde kabul edildi. Marshall Planı başarısının ardından, yatırım sermayesinin ekonomik büyüme için kritik önem taşıdığı görüşü yaygınlaştı. Önemli bir iç tasarrufun olmaması ve özel yatırımı çekecek fiziksel ve beşeri sermayenin bulunmaması durumunda, dış yardımın yüksek yatırımları tetiklemenin tek yolu olarak görülmesi, bu da daha yüksek ekonomik büyümeye yol açacaktı. Politika yapıcıların görebildikleri kadarıyla açık bir alternatif yoktu.
İngiltere, Amerika ve daha az bir ölçüde Fransa’nın dikkatini Afrika’ya çevirmesinin başka nedenleri vardı. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde Afrika, köklü değişiklikler geçiriyordu; Batılı güçler sömürgecilik zincirlerini gevşetirken birçok ülke bağımsızlıklarını kazanıyordu. 1957’de Gana, 1963’te Kenya, 1964’te Malavi ve Zambiya gibi ülkeler sömürge katından ayrıldı ve 1956-66 yılları arasında bağımsız devletler olmak üzere toplamda otuz bir Afrika ülkesi öyle yaptı. Bağımsız olmaları kâğıt üzerinde olabilirdi, ancak eski sömürgeci ülkelere mali açıdan bağlı olan modellemeyle bağımsızlıklarını ilan ettiler. Batı için yardım, İngiltere ve Fransa’nın yeni bulunan fedakârlıklarını, kendi çıkarları olan ağır bir dolandırıcılıkla birleştirerek stratejik bir jeopolitik tutumu sürdürmenin bir yolu haline geldi. ABD için Soğuk Savaş sürecindeki yardımlar, başka bir siyasi yarışmanın aracı haline geldi.
Soğuk Savaş, fiziksel düşmanlık (örneğin Kore’de) salgınlarıyla doluyken, ABD ile SSCB arasındaki dünya hegemonyası mücadelesinin çoğu silah seçimi ekonomik yardım olarak yabancı topraklarda yapıldı. Afrika bu tür savaşları çokça gördü. Yardım, dünya kapitalistini veya komünistini yarışmaya iten yarışma aracı oldu. Sovyetler Birliği desteklediği Afrika’nın en etkili liderlerinden bazıları Kongo’daki Patrice Lumumba ve Etiyopya’daki Mengistu Haile Mariam’dır. Buna karşın ABD, Zaire’nin Mobutu Sese Seko’su gibi taraftarlarını destekledi. Bu bağlamda devletlerin Afrika’ya dış yardım sağlama konusundaki gerçek niyetin ne olduğunu kesin olarak bilmek imkânsızdır.
1960’larda Endüstrileşme Kararı
1960’lı yılların başında, Afrika kıtasına yaklaşık 100 milyon dolar yardım aktarıldı. Bu yardım Afrika’ya milyarlarca dolarlık yardım akışının ilk adımı oldu. 1960’ların başlarında ayrıca, büyük ölçekli endüstriyel projeler için yardım finansmanına daha fazla odaklanmaya yönelik temel kayma görüldü. Mevcut görüş, bu projelerin uzun vadeli ödemeleri olduğu için (örneğin, karayolları ve demiryolları gibi altyapı projelerinin finanse edilmesi), özel sektör tarafından finanse edilmelerinin muhtemel olmadığıydı. Böyle bir örnek, Zambiya ve Zimbabve arasındaki sınırı saran çift eğimli, hidroelektrik, beton kemer Kariba Barajı on yıl boyunca inşa edilmiştir. 1950’lerin ortalarında İngiliz sömürge egemenliği altında inşasına başlanan baraj, 1977’de nihayet 480 milyon dolar tutarında bir meblağ ile tamamlandı. Bugün hala dünyanın en büyük barajlarından birisi olarak yer alıyor.
1965’te, Sahraaltı Afrika’nın kabaca elli devletinin yaklaşık yarısı bağımsız olduğu zaman, bu ülkelere milyonlarca dolar yardım aktarıldı. 1957’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanan Gana’ya 90 milyon dolar para geldi. 1964’te bağımsız olan Zambiya, Kenya ve Malavi, on yılın sonunda ortalama olarak her biri yaklaşık 315 milyon dolar aldı. 1960’lı yıllara ait istatistiksel kayıtlar yetersizdir ancak yardım olarak yapılan yol ve demiryolu yolunun kilometresi, köprülerin ve havaalanlarının sayısının, inşaatın yapılmasına yardım edenlerin tahminlerinin düşük olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Afrika’ya giden yardımın gerçek değeri tartışmaya açık, ancak 1970’lerin başında üzerine konuşulacak pek bir altyapı yoktu.
1970’lerin Yabancı Yardımı: Yoksulluk Odağına Geçiş
17 Ekim 1973’te, Arap devletleri, ABD’nin Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’e verdiği desteğin misillemesi olarak petrol üzerine bir ambargo uyguladı. Birkaç ay içinde, petrolün fiyatı dört katına çıktı ve küresel ekonomiyi sarstı, birçok ülke ekonomisini kargaşaya sürükledi. Petrol fiyatları arttıkça, petrol ihraç eden ülkeler uluslararası bankalara ilave para yatırdı ve bu parayı gelişmekte olan dünyaya borçlandırdı. Gevşek ekonomik ve finansal politikalar nedeniyle merkez bankalarının, ticari bankaların rezervlerini korumasını gerektiriyordu. Dünyadaki en fakir ve en itibarsız ülkelere bile borç verme hacmi çok büyük olmuştu.
Afrika’da petrol fiyatları arttıkça birçok ülkenin gıda fiyatlarında artış görüldü. 1975’te Gana’nın GSYH’si %12 daralırken, enflasyon 1970’te %3’ten 1975’de %30’a, 1977’de %116’ya yükseldi. Kongo-Kinşasa’da, enflasyon 1970’de %8’den %80’e, 1976’da %101’e ulaştı. Petrol fiyatlarındaki yükselişe bağlı olarak gıda ve mal fiyatlarında yaşanan şoklar, yoksulluk temelli bir kalkınmaya yönelmeye doğru kaymaya neden oldu.
Robert McNamara’ya göre, Dünya Bankası bu daha belirgin bir yoksulluk odağına yönelik stratejilerini yeniden kamuoyuna açıkladı. Bağışçı ülkeler dava açtı: 1975’te Birleşik Krallık, En Yoksullar İçin Daha Çok Yardım başlıklı strateji belgesini yayınladı ve aynı yıl ABD, Barış İçin Yiyecek Programı’nın (Food for Peace Programme) %75’inin ülkeye gideceğini öngören Uluslararası Kalkınma ve Yiyecek Yardım Yasası’nı kabul etti.
Pratik açıdan, bu, yardımların büyük altyapı yatırımlarından (elektrik, ulaşım vb.) uzak tutulması, tarım ve kırsal kalkınma projelerine, sosyal hizmetlere (konut, eğitim ve sağlık dâhil), toplu aşılama programlarına, yetişkin okuryazarlığı kampanyalarına aktarılması aciliyet arz ediyordu. Yardım vurgusu yoksullar üzerineydi. 1970’lerin sonunda, sosyal hizmetlere tahsis edilen yardımın oranı, önceki on yılda %10’un altından %50’nin üzerine çıkmıştı.
1970’lerin ortasında yardımın yaklaşık üçte ikisi altyapı için yapılsa da -karayolları, demiryolları, su ve kanalizasyon, limanlar, havaalanları, elektrik santralleri ve telekomünikasyon, yoksulluk odaklı borç verme oranı 1970’erin sonundan 1980’lerin başına %5’ten %50’ye yükseldi. İlk petrol yükselişinde (1973 ve 1974 arasında), yoksullukla ilgili yardım akışlarının hacmi üç kat arttı; 1979-1980 arasındaki ikinci petrol fiyat yükselişi sırasında iki katından daha fazla artmıştır. Bu noktada altyapı yardımının çoğunluğu gibi, yoksullukla ilgili yardımın çoğunun ücretsiz olarak gelmediği anlaşılmalıdır. Yardım, paraya mal olur. Hibe şeklinde olmadıkça, faiziyle geri ödenmesi gerekir. Bu noktadan hareketle daha sonra birçok Afrika ülkesine musallat olmak için geri dönecekti.
1970’lerin başında, büyüme odaklı stratejinin, sürdürülebilir ekonomik büyüme sağlama konusunda başarısız olduğu siyaset çevrelerinde yaygın bir şekilde kabul görüyordu. Mutlak bir yoksulluk durumunda yaşayan insanların sayısının artması, işsizlik seviyelerinin artması, gelir eşitsizliğinin artması, ticari pozisyon dengesinin kötüleşmesi yardım stratejisini başarısız kıldı. Zira toplumun talep edilen yoksulluğunu maddi olarak arttırmadan gerçek sürdürülebilir büyüme oluşabilmesi imkânsızdır. Bu noktadan hareketle yoksulluğun azaltılmasını amaçlayan yardımlara rağmen, Zambiya gibi ülkelerdeki yardım programı sebebiyle daha sonra yoksulluk seviyelerinin yükseldiği ve büyüme oranlarının düştüğü görülmüştür. İlerleyen onlu yıllarda ABD hükümeti (Uluslararası Kalkınma Ajansı himayesinde), gelişmekte olan ülkelere en büyük yardımı verdi. Bu durum, Robert McNamara’nın Dünya Bankası başkanlığında değişti ve 1973 yıllık toplantısından sonra Dünya Bankası en büyük yardım bağışçısı oldu.
1980’lerin Yabancı Yardımları: Kalkınmanın Güç Kaybı
1970’lerin sonunda Afrika, adeta yardımlara boğuldu. Toplamda 36 milyar dolar civarında dış yardım geldi. Her ne kadar 1973 Petrol Krizi’nden sonra ekonomik baskılar ve finansal istikrarsızlık büyük oranda tutulmuş olsa da emtia patlamasıyla alacaklılar kredi vermek için çok istekli oldular.
Yabancı para sadece Afrika’ya değil, tüm dünyaya akıyordu. 1960’lar ve 1970’ler boyunca Latin Amerika ülkeleri, gelişen ekonomilerini finanse etmek için çok miktarda borç aldı. Örneğin, 1975-1982 arasında, Latin Amerika’nın ticari bankalara olan borcu, yıllık %20,4’ük bir kümülatif oranda arttı. Bu artan borçlanma Latin Amerika’nın dış borcunu, 1975’te 75 milyar, 1983’te 315 milyar dolara ulaştırdı.
1979 Petrol Krizi aşılmaz oranlarda finansal baskılar yarattı ve resmi politika tepkisine sebep oldu. Politika tepkisi, özellikle ABD ve İngiltere gibi büyük ekonomiler tarafından, fakirler üzerindeki etkiyi azaltmak için daha fazla yardımda bulunma konusundaki önceki yaklaşımdan büyük ölçüde farklı bir yardım yaklaşımı sergiledi. Sanayileşmiş dünyadaki merkez bankaları, ikinci fiyat şokuna tepki gösterdi ve para politikasını sıkılaştırarak enflasyonu artırma korkusunu, yani faiz oranlarını artırdı. Gelişmekte olan ülkelere verilen banka kredilerinin çoğu, politika yapıcıları faiz oranlarını yükselttikçe, borçlanma maliyeti de arttı. Bu da çoğu zaman borcu, sürdürülemez olduğu seviyelere yükseltti.
Afrika’nın borç servisi (faiz ödemeleri ve anapara ödemesi), 1975’te 2 milyar dolardan 1982’de yaklaşık 8 milyar dolara ulaşmıştır. Neredeyse kaçınılmaz olarak, yüksek uluslararası faiz oranlarının dünya çapında durgunluğa yol açması ve buna karşılık daha az talep olması gelişmekte olan ülkelerin ihracatına ve dolayısıyla düşük döviz kazancına sebebiyet verdi. Sonunda, gelişmekte olan ülkeler birikmiş borçlarına hizmet veremediklerinden borç farkında artışa sebep oldu ve artık yükümlülüklerini yerine getiremez oldu.
Meksika’nın Maliye Bakanı, 12 Ağustos 1982 tarihinde ABD Federal Rezerv Başkanı, ABD Hazine Bakanı ve IMF Genel Müdürü’nün Meksika’nın 16 Ağustos’taki borç yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini bildirmelerini istedi. Borçlu olan diğer ülkelere de dava açıldı. Yalnızca Afrika’da, on bir ülke -Angola, Kamerun, Kongo, Fildişi Sahili, Gabon, Gambiya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Zambiya- yükümlülüklerini yerine getirmedi.
Borç krizi, küresel finansal istikrarın temellerini baltalamakla tehdit etti. Gelişmekte olan ülkelerin varsayılan olarak denetlenmemesine izin verilirse, bu uluslararası finansal yapının tamamen çökmesine yol açacaktı. Krediler için geri ödeme almak isteyen bankalar gibi uluslararası alacaklıların hayatta kalması tehlikedeydi. 2008’in en yüksek kredi krizini çevreleyen riskler gibi, bu durum bankalar üzerinde felaketle sonuçlanan bir risk, küresel bir finansal erime ve buna yol açan her şeyle sonuçlanabilirdi. İşsizlik, enflasyon ve ekonomik çöküntüden dolayı…
Krizin çözümü borcu yeniden yapılandırmaktı. Böylece IMF, Yapısal Uyum Programını (son olarak Gelişmiş Yapısal Uyum Programını), özellikle borçlu olan ülkelere borçlu oldukları miktarları geri ödemelerine yardımcı olmak için borç para vermek için kurdu. Gelişmiş Yapısal Uyum Programı sürecinde olması beklenen sonuç yerine yalnızca yoksul ülkelerin yardım bağımlılığını arttırmaya ve onları daha derin borçlandırmaya hizmet etti.
Bu müdahaleye yeniden yapılanma deniyordu, ancak gerçekte, bu sadece bir yardım modelinin yeniden doğuşuydu. Değişmez bir şekilde, uluslararası özel borç verme piyasaları kurulduğundan ve ticari bankalar artık fakir ülkelere borç vermeye istekli olmadığından, IMF ve Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelere borç verenler olarak merkezi pozisyonlarını geri alacaktı.
İlk bağımsızlıklarının yüksek umutları ve tutkularıyla, birçok Afrika ülkesi neredeyse yoksunluk ve yenilenmiş bağımlılık durumuna indirgendi. Ticaretten düşen gelir sebebiyle (petrol ve şeker gibi ürün fiyatları) tarihsel olarak çok düşük seviyelere geriledi: petrol 1980’de 38 dolardan, 1986’da 15.10 dolara (sadece dört yılda %60’lık bir düşüş) ve şeker pound başına 65 sentten 7 sentin altına düştü. Önceki yirmi yıla göre 1978’de çok büyük bir borç yükü ve yüksek faiz oranları sebebiyle mallara olan talep azaldı. Ancak dünyadaki bu finansal kaosun ortasında, ekonomik düşüncede bir başka temel değişiklik meydana geldi; yine küresel aktörlerin yardım için çıkarımları olacaktı.
1980’lere kadar hükümetlerin kaynak tahsisatının en büyük hâkimi olduğu, ekonomik planlamanın merkezinde yer aldığı için her türlü özel sektör yatırımına çok az yer bırakmaktadır. Hükümetin liderliğindeki ekonomik planlamanın Sovyetler Birliği’nde iyi çalıştığı ortaya çıktı ve birçok Batı hükümeti, ekonomik yönetimdeki etkilerini arttırarak bir başka büyük depresyondan kaçınmaya istekliydi. Hükümeti ekonomik faaliyetin merkezine yerleştirmiş ve özel sektörün çoğunu millileştirmiş olan sosyalist politikaların, ekonomik refahın en hızlı yolu olduğuna inanılıyordu. Bu, gelişmiş dünyada -örneğin, 1980’lerden önce İngiltere ve Fransa’da ve bağımsızlık sonrası dönemde birçok Afrika ülkesinde geçerliydi.
Bununla birlikte, 1980’lerde, önde gelen politika yapıcıları arasında ekonomik piyasaların işleyişinde doğası gereği yapısal engeller olduğu konusunda artan bir düşünce vardı. Kalkınmanın katalizörü olmaktan uzak, aşırı devlet katılımı büyümenin önündeki en büyük engel olarak görüldü. Ekonomik genişlemenin kolaylaştırılması, iktisadi bozulmanın kaynağıydı. 1980’lerde bunu tartışan neo-liberal düşüncenin yükselişi de görüldü. Hükümetler, ekonomilerini, özel piyasayı kapsayan (ve gerçekten de önemini kabul eden) laissez-faire paradigması lehine serbestleştirmelidirler. Asya’nın yeni sanayileşen ekonomilerinin deneyimi, bu pazar temelli fikirlere ABD ve Avrupa’daki politika çevrelerinde bir popülerlik kazandırdı. Asya kaplanları, serbest piyasa politikaları ve dışa dönük bir yönelim ile yüksek büyüme oranları yoksulluğu azaltmayı başarmış gibi görünüyorlardı. Serbest piyasa savunucuları olarak, Milton Friedman ve Chicago Ekonomi Okulu, ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın politikaları ve düşünceleri üzerinde büyük etkiye sahipti. Ortaya çıkan politikalar (Reaganomics ve Thatcherism) ekonomik bir devrimin tüm işaretlerini taşıyordu ve uzlaşmaya çok az yer vardı. Afrika ise bu serbest piyasa politikalarının paketlenip yeni kalkınma gündemi olarak satıldığı yer oldu.
Afrika’da, gelişmekte olan dünyanın diğer bölgelerinde de olduğu gibi bu ekonomik revizyon iki yeni yardıma dayalı program gerektiriyordu: ilk önce istikrar ve sonra yapısal uyum. İstikrar, bir ülkenin dengesizliklerini makul seviyelere düşürmek anlamına geliyordu. Örneğin, hükümetin mali durumu ve ülkenin ithalat-ihracat oranı. Bu arada, yapısal düzenlemenin daha fazla ticaret serbestleşmesini teşvik etmesi ve sübvansiyonların kaldırılması yoluyla fiyat ve yapısal katılıklarının azaltılması amaçlanmıştır.
Hem Dünya Bankası hem de IMF, bu iki girişimi başlatmak için agresif yardım programları başlattı; IMF’nin Yapısal Uyum ve Geliştirilmiş Yapısal Uyum Tesisleri bunlara örnek olarak verilebilir. Yoksul hükümetler bütçe desteği şeklinde nakit para aldı ve karşılığında serbest piyasa çözümlerini kalkınmaya dâhil etmeye karar verdi. Bu, devletin rolünü en aza indirgemek, daha önce millileştirilmiş endüstrileri özelleştirmek, ticareti serbest bırakmak ve kamu hizmetini önemli ölçüde azaltmak anlamına gelecektir. 1986-1996 yılları arasında, örneğin altı Afrika ülkesi Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gine, Madagaskar, Mali ve Uganda kamu hizmeti işgücünün %10’undan fazlasını aldılar. Afrika devlet teşebbüslerinin tüm sektörlerde özelleştirilmesi (özel sektörde üretim ve sanayi, tarım, turizm, hizmetler, ticaret, ulaştırma, finans, enerji, madencilik, su, elektrik ve telekomünikasyon) altı yılda neredeyse yüzde 90’dan yüzde 10’a kadardı. Serbest piyasalar, Afrika ekonomilerine başarılı olma özgürlüğü ve aynı zamanda başarısızlık hürriyeti verdi. Örneğin Zambiya’da agresif bir özelleştirme programı, ülkenin ulusal havayolu şirketi Zambia Airways’in kapandığını tüm kıta ülkelerine gösterdi.
Başlangıçta 1982 yılında borç krizinin IMF akışları, yoksulluk ile ilgili yardım, yatışmış akışlarının başlangıcı ve 1980’lerde borç krizinin çözünürlüğü ile 1983 yılında yapısal ayarlama paketleri (birlikte program yardımı olarak da bilinir) hazırlandı. 1980’lerden bu yana, Dünya Bankası’nın düzeltme ile ilgili kredi verme payının ortalaması toplam harcamalarının % 20 ila 25’i arasında. 1980’lerde ikili akışlar daha da imtiyazlı hale geldi ve 1990’ların başında % 90’ın üzerinde hibe edildi.
Hükümetten hükümete transferlerin (iki taraflı yardım) artmasıyla çok taraflı kuruluşlar, harcanan yardımın hacmi ve kalkınma politikasının mimarı olarak daha fazla önem kazanmaya yönelik agresif yürüyüşlerine devam ettiler. 1989’a kadar Washington Konsensüsü (ekonomik krizden en çok etkilenen ülkeler için para ve maliye politikalarına ilişkin standart bir ekonomik politika reçete paketi), Washington DC merkezli kurumların IMF’nin izlediği kalkınma stratejisinin bel kemiğini oluşturdu (Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı).
1990’ın Başlarında Yabancı Yardım Gündemi: Yönetim Sorunu
1980’lerin sonunda, gelişmekte olan pazar ülkelerinin borçları en az 1 trilyon doları ve bu yükümlülüklerin yerine getirilmesinin maliyeti büyüktü. Nitekim maliyet o kadar önemli hale geldi ki, nihayetinde dış yardımın fakir ülkelere gitmesini engelledi. Fakir ülkelerden zenginlere doğru ters bit akışa yol açtı. Afrika’nın ekonomik büyümesi istikrarlı bir düşüş gösteriyor, yoksulluk seviyeleri artıyor ve yaygın yolsuzluk korkusu gittikçe sertleşiyordu.
Yardım temelli kalkınma modelinin olağanüstü çöküşü olarak görülen bu fon, 1990’lı yılların çoğunun politika kaymalarının seviyesini belirledi. Elli yıllık rekabette yardım müdahalelerinin başarısızlığını gören bağışçılar, Afrika’nın ekonomik sıkıntılarını siyasi liderlik ve zayıf kurumlara bağladı. Asya ve Latin Amerika’nın çoğu ekonomik istikrarsızlık meseleleriyle birlikte, büyüme yolunda sıkıca dururken, birçok Afrika ülkesi durgunlaştı ve bazı kötü durumlarda ekonomik olarak geriledi. Bu süre zarfında bağışçılar, Sahraaltı Afrika’nın çoğunda yönetişimin (sürdürülebilir ekonomik büyüme için gerekli olan iyi yönetişim) eksik olduğu fikrine yaklaşıyordu. İyi yönetişim, güçlü ve güvenilir kurumlar, şeffaf hukuk devleti ve yaygın yolsuzluktan uzak ekonomiler için bir örtmece idi. Yine bu zaman zarfında jeopolitik olarak, dünya kendi başına bir dönüşüm öyle ki Afrika’ya ve kıta için yardım gündemine geniş kapsamlı etkileri olacak bir dönüşüm geçiriyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca ve 1990’lara kadar Soğuk Savaş, daha zengin ülkelere yardım için siyasi zorunluluğun zeminini oluşturmuştur. Bu durum, Afrika’daki en yozlaşmış ve vurguncu despotlara bile para kazandırmıştır. Soğuk Savaş’ın özelliklerinden biri, Batı’nın patolojik ve düpedüz tehlikeli diktatörlere para desteği sağlaması, kabiliyeti ve istekliliği idi. İdi Amin, Mobutu Sesse Seko, Mengistu ve Samuel Doe gibi liderler arasındaki rekabette onların insanlara acımasız, müsrif, ülkelerinin ihtiyaçlarına kayıtsız, sadece uluslararası bağışçıların hayallerini gerçekleştirmeleri için para vermeleri konusunda istekli olmaları eleştiriliyordu. Jean Bédel Bokassa’nın 1977’de Orta Afrika Krallığını’nın idarecisi olarak taç giymesi, 22 milyon dolara mal oldu. Birçok Afrika ülkesinde, yolsuzluk salgın hastalık seviyesinde sürüyordu. 1996’da, dünyadaki elli dört ülke arasında Nijerya, en yozlaşmış ülke olarak belirlendi ve yolsuzluk sıralamasında 10 üzerinden 0.69 puan aldı.
Bu yozlaşmış ortama rağmen, herkes borç vermeye devam etti. Gölgeli ve hileli uygulamaların artan eleştirisine yanıt olarak, bağışçılar bazı şartlar ve talepler sundu. Örneğin, Dünya Bankası, kamu hizmetini ve devlet bürokrasisini (öğretim becerileri, şeffaflık ve kurumsal reform yoluyla) geliştirmek amacıyla yardım paralarının yönetim reformunu da hedeflemesi gerektiği şartıyla, sürekli yardım desteği sözü verdi.
Afrika’da yönetimler (mahalli yönetimler) bugün yardımın merkezindedir. Bununla birlikte, bu yardım stratejisinin uzun vadeli bir etkisi olup olmadığı açık bir sorudur. Afrikalılar, Batı üniversitelerinde etik ve iyi yönetim konularında eğitim almışlar mı? Evet. Şeffaflığı ve verimliliği arttırmayı amaçlayan radikal reformlar uygulandı mı? Evet, en azından kâğıt üzerinde böyle bir eğitim aldılar. Ancak, bu girişimlerin hala yardıma bağımlı olan ülkelerde gerçek bir yansıması olup olmadığı tartışmalıdır.
Yönetişimin yanı sıra, Batı’nın gelişmekte olan dünya için demokrasiye yönelik artan takıntısı ortaya çıktı. Demokrasinin kurulması bağışçının son sığınağıydı; son hendek, yardım müdahalelerinin işe yarayabileceğini gösterme girişimidir. Bu durum, siyasi koşulların uygun olması durumunda işe yarayacağını gösterdi. 1960’ların büyüme gündemi, büyüme sağlama ve yoksulluğu azaltmada başarısız oldu; 1970’lerin fakirlere yaptığı vurgu ve 1980’lerin de ekonomik istikrar ve uyum üzerinde durması gibi. Böylece, otuz yıllık yardım merkezli kalkınma modellerinden sonra günü kurtarmak işi Batı demokrasisine bırakıldı. Demokrasi, ülkelerin büyüyüp gelişebileceği şekilde algılandı. Demokratik ahlak ve kurumlar Afrika ülkelerine nakledilmişse, o zaman bu ülkeler nihayet gelişmeye başlayacaktı. Demokrasi en önemli anahtardı.
Demokrasi, gerçek liberal demokrasi, siyasi temsilcilerin açık, özgür ve adil seçimler yoluyla seçildiği anlamına gelir; neredeyse tüm yetişkinlerin oy kullanma hakkı olduğu; sivil ve politik özgürlüklerin geniş ölçüde korunduğu ve seçilen makamların, askeri veya büro liderlerinin vekâleten kontrolüne tabi olmadığı durumlarda olur. Batı için, açık ve adil seçimler süreci, yüzyıllar sürdü. Ancak gelişmekte olan ülkelerde demokrasisinin (yardımla birlikte), Afrika ülkelerinin ekonomik ve siyasi servetlerinde ani bir değişiklik görmesini garanti altına almasını umut ediyor. Ancak, daha sonra tartışılacağı üzere, Afrika’nın ekonomik profilinde herhangi bir iyileşmenin, demokrasiye rağmen büyük ölçüde nominal düzeyde kalarak başarılı olmadığı açıkça ortaya çıkacaktı.
1991’de Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle SSCB artık somut bir tehdit değildi ve Çin’in Afrika’nın gelişme hikâyesinde henüz kahraman olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla geçmişte yardım politikası büyük ölçüde Soğuk Savaş talepleri tarafından yönetildiyse de, Batılı ülkelerin bağışçıları artık bu tür siyasi düşüncelere bağlı değildi. Sovyetler Birliği, ortalama olarak, yılda 300 milyon doları Afrika’ya (%58’i Etiyopya’ya gitti) borç vermişti, ancak birliğin dağılmasından sonra bu miktar neredeyse tamamına yakın seviyede düşecekti. Artık bağışçılar, yardımlarını ne zaman, neden, kime vermek istediklerini seçmekteydiler.
Dış yardım söz konusu olduğunda, 1990’lar iki ana tema ile tanımlandı: Birincisi, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) gibi çok taraflı kurumların öncü yardım bağışçılarının hâkimiyeti idi. Çok taraflı kurumların dış yardım verme payları 1970’erde %23’ten 1990’arın başında %30’a yükseldi. Resmi yardım akışının büyük bir kısmı, yirmi yıl önceki %60’tan, 1996’ya kadar olan toplam resmi yardımın %90’ından fazlasını oluşturan hibelerle, tavizsiz bir temeldeydi. İkincisi, on yılın ikinci bölümünde donör yorgunluğunun başlamasıydı. Yardım vermek için jeopolitik gerekçe ortadan kalktığında, Afrika’ya yapılan yardım miktarı çarpıcı bir şekilde azaldı. 1990’ların başında, Afrika’ya yapılan resmi yardım (acil yardım ve borç yardımı hariç), 1970’lerde yılda yaklaşık 5 milyar dolara kıyasla, yıllık ortalama 15 milyar doları bulmuştu. Kıtadaki ortalama toplam nakit miktarının %60’ını (net ödemeleri) 1987-92 döneminde (1990’da %70’te zirveye çıkarak) hesapladı, resmi dış yardımın payı giderek azaldı. Bu oran, 1993-1997 yılları arasında yapılan harcamaların %30’undan biraz daha az idi. Benzer şekilde, net resmi kalkınma yardımı (ODA-bağışçıların resmi yardım için kullandığı terim), bağışçı GSMH’nın payı olarak yapılan ödemeler 1982’de %0,38’den %0,22’ye düşmüştür. Birçok gelişmekte olan ülke için (özellikle Asya ve Latin Amerika’da), özel akışlar büyük ölçüde yardım akışlarının yerini aldı, 1987-92’de %26’dan 1993-97’de %55’e yükseldi.
Ancak, diğer gelişmekte olan bölgelerden farklı olarak, Sahraaltı Afrika, yardım akışları azalırken, özel sermaye girişlerinde eşzamanlı bir artışa tanık olmadı. Net yardımdaki 1990’lı yıllardaki net akıştaki düşüşe rağmen, dönem sonunda net ödemeler 1987’dekinden daha büyüktü ve dahası dış yardımlar baskın olan mali kaynakların kaynağı olmaya devam etti (ve bugün de devam ediyor). Afrika kıtasının çoğu için geçerli bir durum. Afrika’daki bazı durumlarda yardım, 1987-96 yılları arasında net ödemelerin %90’ını temsil ediyor.
1960’lardan itibaren dış yardım eğiliminde belirgin bir yükseliş olmuştu fakat gerçek oranlama değeri, 1992 yılında doruğa ulaştı. Bu tarihten itibaren yardım hacimleri düşmeye başladı. Afrika’nın toplam net ODA’sı 1999’da 17 milyar dolardan 12 milyar dolara düşmüştür.
1990’lı yıllarda Afrika’nın gelişmesindeki başarısızlıkla ilgili başka bir görüş ortaya çıkmaya başlıyordu. Kalite yönetiminin olmaması, özgür ve adil olmasının dışında demokratik süreç ve endemik yolsuzluğun ortaya çıkmasına sebep olmaktaydı. Bazı kesimlerde sadece Afrika’nın borç yüzünden, gelişim göstermediği, serbest bırakılabilirse bu zorlu hedefe ulaşıp ekonomik refahı yakalayabileceği yönündeydi. Ancak Afrika’nın geri kalmasındaki en büyük etken borçtu ve bu durum Batı’nın suçuydu, çünkü Afrika’nın Batıya milyarlarca dolar borcu var idi. Ahlak-Batı, liberal, suçluluk duygusuyla tetiklenen ahlak-gelişme denklemine girdi. Yakında herkes bu fikre katılacaktı.
2000’lerin Yabancı Yardımı: Çekici (Glamour) Yardımların Yükselişi
Afrika tarihinde ilk kez olmasa da 2000 yılında dünya çapında şefkatli bir el uzatıldı. Fakat bu sürece nasıl gelindi? 1971’deki Biafra Ayrılıkçı Hareketi’nin sürece dahil olduğu Nijerya’daki insani felaket, dünyanın bu sürece odaklanmasını zorunlu kıldı. Bunun bir benzeri durum, İrlandalı rock şarkıcısı Bob Geldof’un 13 Temmuz 1985 tarihinde verdiği Live Aid Konseri ile birlikte Afrika kıtasına yardım konusundaki bilinçlenme giderek arttı.
Live Aid konseri, Afrika’nın durumunu daha geniş kitlelere ulaştırmakta yalnızca başarılı olmakla kalmadı aynı zamanda bir ahlak dersi verdi. Yeni binyılda, Jubilee Borç Kampanyası gibi bazı uygulamalar, insanların yardım ve kalkınma politikasına başka bir boyut kazandırdı. Tanzanya Cumhurbaşkanı Benjamin William Mkapa gibi Afrika liderleri daha sonra Şubat 2005’teki Jubilee Borç Kampanyası Konferansı’nda yaptığı konuşmada hissiyatlara tercüman olarak, “Halkımız için temel sağlık ve eğitim arasında seçim yapmak zorunda olduğumuzu biliyoruz ve küresel güçleri tarihi borçlarını geri ödemeye zorluyoruz.”
Ahlaki kampanyacılar ordusu pop starları, film yıldızları, yeni hayırseverler ve hatta Papa John Paul II, milyarlarca dolarlık borcun iptal edilmesini dile getirdi. Bir yandan borcu iptal etmek, bir yandan da yeni bir yardım borcu ile değiştirmek ve diğer taraftan tekrardan yeniden borçlandırılma ihtimalini arttırdı. Yardım kampanyacıları, acil yardım için para toplamanın başarısından faydalandı ve kalkınma yardımını artıracak bir platforma doğru süreç evrildi.
Bağışçılar, Batının onca başarısızlık envanterine rağmen umutsuzca “Afrika’nın zorbalığını” en iyi şekilde nasıl ele alacağına dair rehberlik için giderek daha fazla kimseyi aramaya başladı. Esasında bu süreçte tüm yetkinin Afrika’nın (seçilmiş) politika yapıcılarına söz hakkı vermek gerekmez miydi? Bu çok önemli sorumluluk, Afrikalı müzisyenlere bırakılmıştır. Bu müzisyenler genellikle Afrika dışında ikamet eder. Bunun feci bir sonucu olarak tekrardan yardımın esası ve ciddiyeti üzerine eleştirel ciddi tartışmalar yaşanmaya başlamıştır. Zira bu tür yardım modelinin eleştirmenlerinden birinin belirttiği gibi ‘sesim bir elektrogitarla rekabet edemiyor’. Sonuç olarak bu tür yardım modelinin en geniş sonuçları ciddi seviyede yıkıcı oldu. Ruanda Cumhurbaşkanı Paul Kagame en basit ifadeyle şöyle dedi: “1970’ten bu yana Afrika’ya giden 300 milyar dolardan fazla yardım gösterilmesinin çok az olmasının birincil nedeni, İkinci Dünya Savaşı’nın jeopolitik, stratejik rekabetleri ve ülkelerin ekonomik çıkar savaşlarıdır. Bu yardımların büyük bir kısmı kıtamızdaki gelişimsel sonuçlara bakılmaksızın bir ya da daha fazla kukla rejimi yaratmaya ve sürdürmeye harcandı.”
Ana tabloya bakıldığında bağışçılar, kalkınma ajansları ve politika yapıcıları, bariz alarm sinyallerini görmezden gelmektedir. Bu yardım politikasının ne yapılırsa yapılsın hiçbir işe yaramadığı anlaşılsa bile yardım tabanlı modeli uygulama konusunda halen ısrar edilmektedir. Peki, ama neden? Gelen yardımlar çalınmamış olsa bile, verimsiz olduğu bir gerçektir. Afrika’nın şu anki ekonomik durumu göz önüne alındığında kaydedilen herhangi bir büyümenin doğrudan yardımların bir sonucu olduğunu görmek gerçekten zordur. Bir şey olmazsa, son elli yılın kanıtları tersine yavaş büyümeye, daha yüksek yoksulluk ve Afrika’yı ekonomik dalgalanmaya terk ediyor.
DAMBİSA MOYO VE ‘DEAD AİD’E DAİR DÜŞÜNCELER
Afrika’yı “Yardım Bağımlısı” Olmaktan Kurtarmak Gerekiyor.
Son 60 yılda, zengin ülkelerden Afrika’ya gelen kalkınma amaçlı yardımlar 1 trilyon dolara ulaştı. Buna rağmen Afrika’nın durumunda değişiklik yok. Kıtada kişi başı gelir 1970’erin altında; nüfusun yarısı günde 1 doların altında gelirle yaşıyor; fakirlik ise son 20 yılda iki kat arttı.
Küresel yardım sektörü 2010 yılında 150 milyar dolarlık bir hacme ulaştı. Bu yardımın yaklaşık yarısı Afrika’ya gidiyor. Fakat gerçek olan şu ki; devletlerin desteklediği, ünlü yıldızların öncülük ettiği yardım kampanyaları, Afrika kıtasının durumunu çok fazla değiştiremedi.
Afrika Ülkeleri Yardıma Bağımlı Hale Geldiler.
Yardım kültürü, Afrika halklarını yardıma bağımlı hale getirirken, kur piyasalarındaki her hareketten etkilenen Afrika ekonomileri, yabancı yatırımcı için çekici pazar olmaktan çıktı. Afrikalı önde gelen aydınların savunduğu görüş, Afrika’nın paraya değil, vatandaşına hesap verecek hükümetlere ihtiyacı olduğu yönündedir.
Afrika’ya yönelik yardımlara karşı olan isimlerden birisi Dambisa Moyo. Goldman Sachs’ın eski ekonomistlerinden Moyo, 2009 yılında “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” arasında gösterildi. Zengin ülkelerden gelen paranın, çok sayıda Afrika ülkesini yolsuzluk, yavaş ekonomik büyüme ve fakirlik döngüsüne düşürdüğüne inanan Dambisa Moyo, aynı zamanda “Dead Aid” (Ölü Yardım) isimli kitabın yazarı. “Yardım, kelimenin tam anlamıyla siyasi, ekonomik ve insani bir felakettir” diyen Moyo’nun, dikkat çektiği gerçekler şu şekildedir: “1990’lı yıllardaki borç hafifletme politikalarına rağmen, Afrikalı ülkeler yılda yaklaşık 20 milyar dolar borç ödemesi yapıyorlar. Bu da yapılan yardımların aslında bedava olmadığını gösteriyor. Sistemin işlemeye devam etmesi için ödenen bu borçlar yüzünden, Afrika’da eğitim ve sağlık sorunları görmezden geliniyor. Borçların ertelenmesi, yeni yardımların verilmesi anlamına geliyor ve aynı kısır döngü yeniden başlıyor.”
IMF: Yardımlar Ekonomik Büyümeyi Hızlandırmıyor
2005 yılında IMF tarafından yayınlanan bir raporda, uluslararası yardımların Afrika’da ekonomik büyümeyi sağlayamayacağı; dolayısıyla, yardım miktarının artırılmasının, Afrika’nın sorunlarını çözemeyeceği ifade edildi.
Moyo’ya göre, uluslararası yardımlara yönelik yapılan en önemli eleştiri, yardımların yolsuzlukla olan bağlantısı. Afrika halkına yardım için gönderilen paralar, fakir ülke hükümetleri veya sivil toplum kuruluşları tarafından yaratılan bürokratik engellere takılıyor.
“Afrika devletleri organizasyonu olan Afrika Birliği’nin 2002’de yaptığı tahminlere göre, Afrika kıtasında gerçekleşen yıllık yolsuzluk hacmi 150 milyar dolar. Fakat uluslararası finans kuruluşları yolsuzluklara rağmen fon sağlamaya devam ediyor. Henüz olgunlaşmamış bir ekonominin, şeffaf ve hesap verebilir bir hükümete ve sosyal ihtiyaçları karşılayacak etkin bir kamu hizmetine ihtiyacı vardır. Vatandaşlar ise işe ve ülkelerinin geleceğine inanmaya ihtiyaç duyarlar. Büyük miktardaki yardımların bu hedeflere ulaşmakta yardımcı olamadıklarını gördük” diyen Moyo, durumun bugün de çok farklı olmadığını dile getiriyor.
Gelen Yardım Paraları Nerelere Gidiyor?
Afrika’nın yolsuzluğa batmış bir dizi ihale ve anlaşmaları, ayrıca ardı arkası kesilmeyen kapasite geliştirme konferansları ve eğitim seansları, bütün yardım parasının akıtıldığı ‘obruğu’ temsil ediyor ki bu para, mesela, Nijer’de devlet teşvikiyle ayakta durabilen çiftçiye veya Angola’daki o yavrucağın eğitimine gitmesi gereken paradır. Bu programların Afrika’nın içinde ve dışında ne muazzam bir sektör haline geldiğini görmek için tek yapmanız gereken, Google’a “Afrika’da kapasite geliştirme” yazıp aratmak. Çıkan sonuç karşısında büyük bir şaşkınlık yaşayacaksınız.
Yoksulluğu azaltmak veya sürekli kalkınmayı desteklemek yerine USAID her sene, milyonlarca dolar değerindeki hibeleri, “kapasite geliştirmeye” ve kalkınmaya yönelik çalışan ABD’yi STK’lara ve danışmanlık firmalarına aktarıyor. Bu kuruluşların ihtisas alanı, Afrika’yla ilgili anlaşmaları kapışmak ve Afrikalı hükümetlerden veya hükümet dışı mahfillerden kendileriyle iş yapmaya istekli ortaklar bulmak.
STK’ların veya yardım kuruluşlarının fon akışını canlı tutabilmeleri (ve dolayısıyla kendi işlerini de kaybetmemeleri) için, mesela, Mozambik’te özel bir proje geliştirip sonra da o projeye kaynak aktarmaları gerekiyor. Bunun için de yerel ortaklara ve Mozambik hükümetinin onayına ihtiyaç duyuluyor. Bütün bunlar olurken neredeyse hiçbir gözetim söz konusu değil; raporlar yazılı veriliyor ve projeye ayrılan fonlar uçup gidiyor. Proje ise bir şekilde başlayabilmişse bile, genellikle ‘kuruyup’ gidiyor. Fakat Maputo’daki çeşitli bakanlıklarda muvazzaf bürokratlara, yaptıkları ‘gözden kaçırmaya rağmen verdikleri onay için fonlar aktarıldı ve yardım kuruluşu da parasını aldı; kuruluş şu anda -en azından kâğıt üstünde- Mozambik’teki uygulanabilir bir projeyi gösterebiliyor. Yardım paralarının, (ülke içi elitler ve Afrika ülkelerinde yerleşik bulunan yabancı yardım ‘uzmanları’ ve ‘danışmanlarından’ oluşan bir ordu gibi) hiç ihtiyacı olmayanlara gittiği bu tepetaklak dünyada bütün mesele, yağmalama kapasitesini canlı ve ‘köşe dönme trenini’ raylarda çalışır halde tutabilmek; bütün bunlar olurken en temel ve vahim problemler, çözülmeden olduğu gibi duruyor.
Bedava Para, Kötü Yönetimi Getiriyor
Moyo şu şekilde devam ediyor: “Para dışardan geldikçe, kötü yönetim devam ediyor; çünkü hazır paraya alışan hükümetlerin, vergi artırmak, vatandaşlarına hesap vermek gibi, herhangi bir sorumlulukları kalmıyor. Hükümetlerin yapması gereken tek şey, iktidarlarını sürdürebilmek için yabancı bağışçıları etkilemek ve onlardan para tedarik etmek oluyor. Borç dünyasında sıkışan hükümetler, finansman için daha iyi, daha şeffaf yollar arayışına girmiyorlar. Yardım sistemi kapsamında, tek yaptıkları telefonu kaldırıp, bağışçı ajanslara yeni fon akışı talebinde bulunmak. Bu hükümetlerin cüzdanının % 70’inden fazlasını yabancı yardımlar dolduruyor.”
Marshall Planı Avrupa’yı kurtardı!
Uluslararası yardımları savunanların öne sürdüğü örnek ise Marshall Planı. İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulanan Marshall Planı sayesinde, çok sayıda Avrupa devletinin ekonomik çöküntüden kurtulduğunu savunanlar, Afrika’da da iyi bir politika ortamı oluşturulduğu takdirde, yardımların işe yarayacağını ifade ediyorlar. Moyo bu görüşü de kabul etmiyor. Bunun nedeni, Marshall planının, mevcut yardımlardan farklı olarak kısa, sınırlı ve yenilikçiliği destekleyecek bir nitelikte olması.
Yardım, Başarı Getirmiyor
Ucu açık yardımlara bağımlı hale gelen ülkelerin başarılı olamadığı; başarıyı yardıma bağlamayan ülkelerin kazandığı ortadadır. Çin, Hindistan veya Güney Afrika bunun en somut örnekleri. Afrika’da fakirliği önlemenin ve ekonomik büyümeyi sağlamanın yolu nedir? Moyo’nun öncelikleri şöyle;
- Afrika ülkelerinin nakit toplayabilmek için tahvil ihraç etmesi gerekiyor.
- ABD ve Avrupa gibi geleneksel sermaye piyasaları ile rekabette zorlanacak olan Afrika’nın, Ortadoğu ve Çin gibi farklı piyasalardaki fırsatları değerlendirmesinde fayda var.
- Afrika ülkelerinin kredi derecelendirme notu almaya odaklanmaları önem taşıyor.
- Hükümetlerin daha çekici vergi yapıları oluşturarak, bürokrasi ve yolsuzluğu azaltarak daha fazla doğrudan yabancı yatırımcı çekmeye ihtiyaçları var.
- Afrika ülkelerinin; Çin başta olmak üzere, uluslararası ticareti artırmaya odaklanmaları gerekiyor.
- Batılı devletlerin yapması gereken ise “sadece vermek ve düzenli almak”tan vazgeçmeleridir.
SONUÇ
Afrika’da ekonomilerin kırılganlığı, siyasi istikrar, yönetişim ve ortaya çıkan çatışmalar hesaba katıldığında kıta coğrafyası insan gelişiminin dönüm noktasındadır ve kıtaya yapılacak müdahalelerde belirli faktörler göz önüne alınmalıdır. Politika yapıcılar ve onların yanlarında olanlar nereye, ne zaman ve ne tür yardım sağlayacaklarına dair kritik kararlar ile yüzleşmektedir. Bu bağlamda Afrika’nın karşı karşıya kaldığı meydan okuma sadece yardımların idaresi ve seferberlik üzerine yoğunlaşmak değildir. Sürdürülebilir insani kalkınma için ülke kapasitesinin ve kaynaklarının etkili biçimde kullanılması ve seferber edilmesi ile önleyici kalkınma için ortam yaratmak asıl mesele olarak Afrika’nın önünde durmaktadır.
Kıta, özellikle Sahraaltı Afrika, en yüksek yetersiz beslenme oranlarına sahne olmaktadır. Tüm bölgelerin ilkokula kayıt oranının en düşük olduğu ve cinsiyet ayrımının yaşandığı (0.86 gibi düşük bir oran) bölge durumundadır. Afrika’da birçok ülke Yoksulluğu Azaltma Stratejisi (YAS) başlattı ve temiz içme suyuna erişimde ciddi anlamda mesafe kaydedildi ancak Sahraaltı Afrika Milenyum Kalkınma Hedefleri (MKH) yatırımlarına en çok ihtiyaç duyan ve dünyada sürekli yoksulluk tuzağına girmeye en müsait bölgedir. Milenyum Projesi tarafından öne sürülen beş yapısal neden vardır; çok yüksek ulaşım masrafları ve ufak piyasalar (bu durum karayla çevrili ülkelerde daha da vahimdir), düşük verimlilikte tarım, çok fazla hastalık yükü, tarihten gelen negatif jeopolitik tarih ve yurtdışından teknolojinin çok yavaş getirilmesi. Yardımlar, bu gerçekleri ve bunların altında yatan sebepleri hesaba katmalıdır. Yardımların etkin olmasına mani olabilecek engeller (çeşitli kapasite ve sürdürülebilirlik eksikliği de dâhil) uygulanabilir metotlarla, geçmiş tecrübelerden ders alarak ve tarafların geniş bir kesiminden fikirler alarak ele alınmalıdır.
G8 (Endüstrileşmiş 8 ülke) 2005 zirvesi, borçların silinmesi ve yeni yardım sözü şeklinde kalkınma yardımlarına bir ivme kazandırdı. İngiltere, Afrika Komisyonu’na sağladığı destek vasıtasıyla tüm borçların silinmesini ve yapılan yardımların ikiye katlanmasını savunarak AB’yi meslektaşlarına Afrika’ya yeni bir “Marshall Planı” düzenleyerek yardım etmelerini istemektedir. Bu girişim Cape Town’da Afrika Komisyonu toplantısında Afrikalı bakanlarca sıcak karşılandı ve onaylandı. Birçok AB üyesi ülke Komisyon’un fakirliği azaltma inisiyatifine destek sözü verdi. Afrika’da kalkınmaya yönelik yapılan yardımların etkisini gerçek anlamda maksimum seviyeye çıkarmak için bu çabalar, ticaret rejimlerinde yapılan düzenlemelerde siyasi tutarlılığı gerekli kılmaktadır. Tarla üretimi birçok ekonomide ihracat primlerinden, gümrük vergilerinin yükseltilip alçaltılmasından etkilenmektedir.
Afrika’da fakirlik tuzağını sona erdirmek kamu yatırımları ve yönetime yönelik kapsamlı bir stratejiyi gerekli hale getirmektedir. Yardımların yönetilmesi, yardımda bulunan ülkelerin yanı sıra yardım alan ülkeler açısından da kritik idari sorunlar ortaya koymaktadır. Bu diğer taraftan algılamalarda ikilik çıkarmaktadır. Yardım mülkiyetinin iyileştirilmesi sorununda da düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Bu yapılırken iyileştirilmiş koordine yardımlar, yardımların gelir ve insani yoksulluğu hedef alan politika ve programlara yöneltilmesi eş zamanlı götürülmeli ve bunların yanı sıra yardım alan ülkelerdeki halkların gelirleri ve yaşam standartlarının geliştirilmesi için çalışmalar yürütülmelidir. Daha iyi bir yardım yönetiminin sağlanması için yardım paketi, ihtiyaçlara cevap verebilmelidir ve hem yardım veren, hem de alıcı ülkelerin değişen talepleri ve beliren yeni ihtiyaçlarını karşılamalarına izin verecek şekilde esnek olmalıdır. Yardımların koordinasyonu için birçok ülke tarafından yönetilen inisiyatifler kural olmaktan çıkıp istisna hale gelmiş durumdadır. Amaca uygun olması açısından, hedeflenen sektörler için gerekli kaynakların birleştirilmesi dâhil beşeri ve kurumsal kapasite talepleri, yardımların maliyetini düşürürken genellikle yardımların yönetilmesinde ölçek ekonomisinin yakalanması potansiyeline sahiptir.
Sonuç olarak yardımların niteliğini, yardım kaynaklarının uygun şekilde akışı ve beşeri kalkınma için politika ve programların net bir biçimde tasarlanmasının iyileştirilmesi ve buna ek olarak düzenlenen ölçüler yoluyla yardımların denetlenmesi yardımların etkinliği ve verimliliği için en iyi önlem olmaya devam etmektedir.
Sonuçta, Afrika’nın yardım odaklı kalkınma deneyiminden faydalanmak ve yardımın işe yaradığını iddia etmek neredeyse imkânsızdır. Afrika’ya dış yardım sağlama konusundaki gerçek niyetin ne olduğunu kesin olarak bilmek mümkün değildir.
KAYNAKÇA
Moyo, Dambisa “Dead Aid: Why Aid is not working and How there is a better way for Africa” , 2009.
Moyo, Dambisa “IMF Ölü Yardımları”, Çeviri: Begüm Aykal, Bilim+Gönül Yayınları, İstanbul, 2013
Chachage, Chachage Seithy L., “ Foreign Aid and Africa’s Development”, 2005.
Türkiye Kalkınma Yardımları Raporu 2018, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), 2018.
“Türkiye’nin Kalkınma ve İşbirliği Faaliyetleri”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/turkiyenin-kalkinma-isbirligi.tr.mfa (Erişim: 18.06.2019).
Kavas, Ahmet. “İç Savaşlardan Bütünleşme Hareketlerine ve Kalkınma Hamlelerine Afrika’nın Yeniden Dönüşümü”, Avrasya Etüdleri, 40/2011-2: 7-31.
“Afrika Ülkeleri İle Olan İlişkiler”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-afrika-iliskileri.tr.mfa (Erişim: 18.06.2019)
https://www.dunya.com/kose-yazisi/afrika039yi-quotyardim-bagimlisiquot-olmaktan-kurtarmak-gerekiyor/10817 (Erişim: 18.06.2019).
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/trump-afrika-ve-yardim-siyasetinin-acmazlari/770250 (Erişim: 18.06.2019).
Nuru, Zahra “ Afrika’nın Kalkınmasın da Dış Yardımların Rolü ve Etkinliği”, 2006.