Afrika, dün olduğu gibi bugün de sahip olduğu doğal kaynak, ticaret ve nüfus potansiyeli ile uluslararası arenadaki birçok aktörün gündemindedir. Yazımızda şu soruların cevabını arayacağız: Afrika ülkeleri gün geçtikçe artan potansiyelleri ile birlikte uluslararası düzendeki pozisyonlarını eski sömürgecilerinin gayri resmi mihmandarlığında mı yürütecektir? Türkiye bu pozisyon alma sürecinin neresinde ve nasıl durmaktadır?
Malumu tekrar ilan etmek gibi olacaksa da altını defaten çizmemiz ve nasılı üzerine analizler yapmamız gereken bir gerçek var ki o da sömürgeciliğin neo/yeni bağlamda yeni yüzüyle ve araçlarıyla hüküm sürmeye devam ettiğidir. Sömürgeciliğin araçları ve metotları zaman içinde değişmiştir/değişmektedir. 1400’lerin ortalarında dünya siyasetinde yer almaya başlayan sömürgecilik, 1960’larda Uluslararası İlişkiler disiplininde yeni sömürgecilik olarak nitelendirilene kadar sömürenin sömürme fiiline bizzat iştirak ederek, gerektiğinde silahlı çatışmaya girme, kendine bağlı devlet kurma, sömürülen ülkenin halkı ve hemen hemen tüm ekonomik faaliyetleri üzerinde egemenlik kurma yollarına başvurularak gerçekleştirilen bir süreçti. Zaman içinde değişime uğrayan sömürgecilik anlayışı, çok uluslu büyük şirketler, piyasalar ve güdümlü baskı gruplarının sömürme sürecine müdahil olması ve hatta baş aktörler konumuna gelmesi ile modern hüviyetini kazanmıştır. Başka bir deyişle, yeni sömürgecilik veya Avrupa tabiriyle neo-kolonyalizm, sömürgecilerin sömürdükleri ülkelerde askeri ve siyasi yapılarını devam ettirmekten vazgeçerek, kendi iktisadi ve ticari çıkarlarını koruyacak şekilde, sömürülen ülkelere verilen bağımsızlık sonrası yine bu ülkelerde kurduğu yapılar olarak ifade edilebilir. (Kavas, 2013: 227) Burada dikkat edilmesi gereken husus, özellikle sömürgecilik faaliyetlerinin devam etmesi fakat yeni metotlar silsilesi ile gerçekleştirilmesidir.
1945 yılından sonra başlayan de-kolonizasyon sürecinin üç ana sebebi olduğu savunulmaktadır. Bunlardan ilki sömürülen halkların sömürge veya kolonyal sistemlere karşı sergilediği direniştir ki bu direnişler dönemin Sovyet Rusya’sı ve yer yer Çin ve Küba tarafından da desteklenmekteydi. İkincisi Avrupalı güçler geçirdiği Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından çok yorgun olarak çıkmıştı. Giderek pahalılaşan sömürge yapılarını devam ettirmekte güçlük çekiyorlardı. Çünkü bu yapılara karşı ciddi bir mahalli direniş vardı ve bu sürecin hızla yayılışının önü alınamıyordu. Üçüncü sebep ise, diğer bir süper güç tarafından uygulanan baskıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası süper güç konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, kolonyal ticari blokları kendi ekonomik yayılmacılığı önünde ciddi bir engel olarak görüyordu. (Young, 2001: 44) Yine de altını çizmek gerekir ki sömürgeci ülkeler, sömürülen ülkelere bağımsızlıklarını kendi elleriyle vermiş değillerdir. Sömürülen halklar tarafından yürütülen bağımsızlık mücadeleleri uzun süren savaşlar sonucunda başarıya ulaşmıştır.
Bağımsızlık döneminin başındaki Afrika ülkelerinin karşılaştığı ilk sorun, tabiatı itibariyle asırlar süren sömürgecilikten arta kalan enkazdı. Siyasi ve ekonomik yapıları inşa edecek yetişmiş bireylerin azlığı ve bunları besleyecek toplum yapılarının tahrip edilmiş hali, sistem kurma ve uyum sağlama aşamasındaki ülkelerin işini daha da zorlaştırmıştır. Sömürgeden kurtulan ülkelerin çoğu yeni kurdukları siyasal yapılar ile halk arasında sükûneti ve uyumu sağlamakta güçlük çekmiştir. Bu ülkelerin birçoğunda iç savaş ve askeri darbeler yaşanmıştır. Yaşanan bu kargaşalardan dolayı birçok insan vatanını terk etmek zorunda kalmıştır. Sömürgeden kurtulan ülkelerde bu kıyım ve darbelerin kökeni genellikle ülke içindeki belirli tarafların iktidar mücadeleleri olduğu popülist söylemler arasında yerini alsa da, oluşan bu felaketlerin özellikle eski sömürgeci devletlerle kurulan ilişkilerin sonucu olduğu da göz ardı edilmemelidir. (Kavas, 2013: 320)Loomba’nın ifade ettiği gibi yeni küresel düzenin kökenlerinde doğrudan egemenlik kurmak gibi bir kavram yoktur fakat bazı ülkelerin bazı ülkelere ekonomik, kültürel ve politik yönden etki etme ve yönlendirmesine de müsaade ettiği unutulmamalıdır. (Loomba, 2000: 19) Sömürgeci devletler için iki önemli kıstas vardır. Bunlar kendi topraklarına sermaye akışı ve hammadde akışının kesilmemesidir. Sermaye ve hammadde akışı kesilmediği sürece sömürülen ülkelerde hangi siyasal yapıların hüküm sürdüğü önemsizdir. Önemli olan hangi yapı olursa olsun sömürgeci ülkenin çıkarlarının korunması ve istendiğinde yaygınlaştırılmasıdır. Bu sebeple, sömürülen bir ülkeye bir ordu göndermek, orada yeni bir siyasi ve ekonomik yapılar inşa etmek, bu yeni yapıların yerel halk ile entegrasyonunu sağlamak hem büyük maliyetler hem de uzun zaman ihtiyacı doğurmaktadır. Bunun yerine, kendi ülkesinde darbe yapacak bir general ve/veya bir ordu, var olan siyasal yapıyı dış bir kaynağa muhtaç edecek şiddette terör, yabancı şirketler aracılığıyla yapılan piyasa spekülasyonları, etnik ve dini ayrımları körükleyen gizli çalışmalar, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan alınan krediler sebebiyle iç ekonomi politikalarında yapılan operasyonel yönlendirmeler ve bunlar gibi sayısı çoğaltılabilecek birçok girişim yeni sömürgeciliğin sömürmek istediği ülkelerin ekonomilerini boğma ve kendilerine bağımlı hale getirme araçlarındandır. Bunun yanında kıta genelinde bulunan özellikle doğalgaz, petrol, altın, elmas ve uranyum gibi stratejik yer altı kaynaklarının çıkarılması ve piyasalara sürülmesi, çoğu ülkede bugün de bizzat kolonizasyon dönemindeki sömürgeci ülkelere ait firmalar tarafından gerçekleştirilmektedir. Neo-kolonyalist erkelerin çıkarlarının hala korunduğuna dair başka bir örnek de, 1992-2002 yılları arasında Cezayir’de yaşanan iç savaş sürecinde dahi, Cezayir-Fransa arasındaki enerji akışının hiçbir suretle kesintiye uğramamasıdır.
Kazandır-Kazan Politikası Çerçevesinde Afrika-Türkiye İlişkileri
Afrika bugün gelecek vadeden potansiyeli ile yeni sömürgecilik politikalarının hem kısmi olarak etkisi hem de genel olarak tehlikesi altındadır. Buna delil olarak yaklaşık yarım asırdır bağımsızlığı tecrübe eden Afrika’nın yukarıda ifade edilen vakalar sebebiyle hala refah seviyesini beklenen düzeye çıkaramaması, yer yer salgın hastalıklardan, açlıktan ve tetikleyici sebepleri hem iç hem de daha çok dış kaynaklı iç savaşlardan, ekonomik bağımlılıktan ve krizlerden gündemini kurtaramaması gösterilebilir. Kıta gün geçtikçe Çin ve İsrail gibi aktörlerin yayılmacı politikalarına da sahne olmaktadır. Türkiye, Afrika’ya ‘kaynakları sömürülecek bakir kıta’ olarak yaklaşmamakta, kazandır-kazan esasında uzun vadeli bir ortaklık geliştirme çabasındadır. ‘Dünya beşten büyüktür’ söylemindeki Türkiye’nin kıtada yapması gereken en önemli hareketlerden biri, yeni formasyonda devam eden sömürgeciliğe karşı farkındalığın sağlanmasıdır. Bu ortaklığın geliştirilmesi ve söz konusu farkındalığın artmasında öncelikli görev ülkemize düşmektedir. Bu noktada Afrika’ya yapılan Türk yatırımları ikili anlaşmalar aracılığı ile devletlerin güvencesi altına alınabilir. Bu girişim, Türk yatırımcısının Afrika sahasına daha da fazla ilgi göstermesini ve daha da emin bir şekilde ilerlemesini sağlayacaktır. Türk yatırımcının Afrika’daki en büyük problemlerinden biri, ciddi ve uzun süreli bir muhatap bulamamasıdır. Devlet güvencesinin getirilmesi bu problemin de aşılmasını sağlayacaktır. Bu güvence aynı zamanda inşaat gibi kısmi alanlara yığılan yatırımların çeşitlenmesini hızlandıracaktır. Ayrıca Sağlık, Gıda-Tarım, Çevre ve Şehircilik bakanlıkları, belediyeler arasında yapılacak know-how transferleri ve koordinasyon tecrübesi paylaşımları Afrika siyaseti ve toplumları nezdinde Türkiye’nin konumunu daha da ileri taşıyabilir. Bununla birlikte, enerji piyasasını çeşitlendirmek zorunluluğunda ve arzusunda olan Türkiye, kıtada var olan işbirliklerini daha da derinleştirerek arttırmak zorundadır.
Alt yapı ve kamu hizmetlerinin desteklenmesinin yanı sıra, kurulacak olan kurum ve / veya şirketlerde, Afrikalı iş gücünün istihdam edilmesi, eğitilmesi ve yönetici pozisyonlara getirilmesi, karşılıklı güven ortamını daha kısa sürede tesis edecektir. Kurulan şirketlerin Afrika iç piyasasından tedarik edecekleri hammadde ekonominin canlanmasına, bu ham maddelerin işlenme sürecine Afrikalı işgücünün katılımının sağlanması ise üretim pratiklerinin yerel halk tarafından daha kolay ve kısa sürede benimsenmesine yol açacaktır. Afrika piyasasına girecek olan ve/veya hâlihazırda faaliyette olan her nevi inisiyatifin bir sömürgeci dilindense,mümkünse mahalde yaygın olarak kullanılan dilleri (Svahilice, Bambaraca gibi) bilen kişilerle sahaya girmesi, müzakerelerin yerel dillerde yapılması her daim elini kuvvetli kılacaktır.
Türkiye ayrıca, 54 Afrika ülkesinden binlerce öğrenciye sunduğu eğitim-öğretim imkânı ile TİKA, YTB, THY, Kızılay ve AFAD gibi resmî kurumlarının yanı sıra üniversiteleri, müteşebbisleri, yardım görevlileri ve sivil toplum örgütleri ile sahaya dönmüştür. Fakat bu dönüş uzun bir süre sonra gerçekleştiği için kökleşmesine ve sürdürülebilir olmasına azami gayret gösterilmelidir. Bunun için kurum farkı gözetmeksizin lobi faaliyetleri derinleştirilmeli ve Türkiye’nin Afrika toplumlarınca özgür dünyaya açılan bir kapı olarak görülmesi sağlanmalıdır. Malumdur ki, Afrika ile uzun süren ayrılık Türkiye hakkında yer yer dezenformasyonlara da zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin yakın tarihini, zaman zaman içeride ve dışarıda yaşadığı problemleri, yeni sömürgecilerinin yaydığı bilgilerden değil, bizzat Türkiye’den, kendi ulusal ve yerel dillerinden ve hatta mümkünse kendi ülkelerinin Türkiye’yi doğru şekilde anlatan kalemlerinden, akademisyen ve gazetecilerinden öğrenmelidirler. Aksi takdirde, bizlerin eksikliğinden kaynaklı olarak, dezenformasyona maruz kalmış bir Afrikalının, bir Batılı gibi Türkiye’ye yaklaşması veya Türkiye hakkında bilgi sahibi olmayan bir Afrikalının Türkiye’yi, Avrupalı sömürgecilerine benzetmesi ve güven zeminin oluşturulamaması tarafların işini zorlaştıracaktır. Bugün Cezayir’in sahhaflarında Türkiye rafını, Ermeni Soykırımı iddialarını destekleyen Fransızca kitaplar dolduruyor ise, Dakar’da bir iş müzakeresinde olduğunuz Senegalli sözü sizin ‘terörist’ olarak tanımladığınız grupların özgürlük ve demokrasi savaşçısı (!) olduğu iddiasına getiriyor ise, sahadaki çalışmalarımızın alanını ve hızını arttırmamız gerektiği aşikârdır. Bu çerçevede yerelde sürdürülmesi gereken basın-yayın-tanıtım faaliyetlerinin yanı sıra, Türkiye’ye getirilen öğrencilerin sadece mühendislik ve tıp gibi belirli alanlara yığılmasının kıtaya aşina akademisyenler rehberliğinde önlenmesi, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, ilahiyat, tarih, sosyoloji, edebiyat, sinema-radyo-televizyon gibi alanlardan da öğrenci yetiştirilmesi önem arz etmektedir. Öğrencilerin, coğrafyaya ve mantaliteye aşina olan akademisyenler tarafından yönlendirilmesi aynı zamanda intibak problemlerini de ortadan kaldıracaktır.Bu programlardaki öğrencilerin 1 senelerini yine Türkiye bursu ile başka bir Afrika ülkesinin üniversitesinde geçirmesi, kıta genelindeki iletişimin ve bağların da kuvvetlenmesine katkıda bulunabilir. Türkiye kazandır-kazan ilkesi çerçevesindeki politikalarını derinleştirdikçe uluslararası pozisyonu kendi öz politikaları ile şekillendirecek; Afrikalılara ait olan bir Afrika’nın kurulma zeminini kuvvetlendirecek ve Afrika’da güçlü ortaklar edinme ihtimalini arttıracaktır. Bu bağlamda Afrika’nın şahlanışı pek yakındır ve tarih, Batılıların diline pelesenk ettiği “kara” kıta söyleminin aksine gün gelecek ne kadar “ak” bir geçmişe sahip oluşuna şahitlik edecektir.
Kaynaklar:
- Ahmet Kavas, Osmanlı-Afrika İlişkileri, İstanbul : Kitabevi, 2013.
- Robert J. C. Young, Postcolonialism, UK:Blackwell Publishing, 2001.
- AniaLoomba, Kolonyalizm, Post Kolonyalizm, Mehmet Küçük(çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000.