Afrika’da Sömürü Düzeni Çöküyor

0

Afrika kıtası zengin kaynakları ve potansiyeli ile uluslararası sistemde söz sahibi olmak isteyen her ülkenin dikkatini çekiyor. Öte yandan da bulunduğu stratejik konum itibariyle de dünya üzerinde dengeleri elinde tutmak ya da söz konusu dengelerin gidişatını etkilemek isteyen devletlerin güç çekişmesine sahne oluyor. Biraz açmak gerekirse size göre bu kıtayı önemli kılan en önemli sebepler nelerdir?

Afrika kıtası Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından uluslararası sistemde etkili bir güç olmak isteyen hiçbir devletin kolay kolay yok sayamayacağı bir kıta hüviyetinde ve kıtanın bu münhasır durumu her geçen gün daha fazla önem kazanıyor. Baktığımız zaman, kıta ile ilgili olumsuz bir algı yayma çabası var. Kıtanın farklı noktalarında zaman zaman patlak veren kıtlık ya da terör gibi münferit hadiseler Afrika’nın tamamının gerçeğiymiş gibi sunulmaya çalışılıyor. Üstelik bu gibi sorunların ortaya çıkmasında önemli rolü olan eski ve/veya yeni sömürgecilerin kıta üzerindeki faaliyetleri çoğu kez ya gözden kaçırılıyor ya da kasıtlı olarak görmezden geliniyor. Bunun en temel nedeni ise, kıtada günümüzde farklı yol ve yöntemlerle sürdürülmeye çalışılan sömürü düzenine meşruiyet kazandırılmak istenmesi. İnsanların zihinlerine yerleştirilmeye çalışılan kara propagandanın aksine, Afrika kıtası ülkeleri zengin yer altı ve yer üstü kaynakları, genç ve dinamik insan gücü, son derece önemli stratejik konumu, bireysel ve toplu siyasi yapıları (vs.) gibi özelliklerinden dolayı kaynakları ve enerjisi tükenmeye yüz tutmuş dünyamızı besleyip kalkındırabilecek kapasiteye fazlası ile sahip.

Hâlihazırda dünya topraklarının yaklaşık %24’ü ve dünya nüfusunun %15’inden fazlası Afrika kıtasında bulunmaktadır. Afrika dışında yaşayan Afrikalılar da düşünüldüğünde, dünya üzerindeki Afrikalıların sayısı gezegenimizin toplam nüfusunun %20’sine yaklaşmaktadır. Bahsi geçen kitle, büyük oranda genç ve işgücü çağındaki bireylerden oluşmaktadır. Bu durum iyi kullanıldığı takdirde kıta ülkeleri ve dünyamız için oldukça önemli bir potansiyelin varlığını işaret etmektedir. Kıta ayrıca petrol, doğal gaz, elmas, altın, kobalt, platin, uranyum, koltan, krom, bakır (vs.) gibi çeşitli kaynakların yoğun olarak bulunduğu bir coğrafyadır. Günümüzde ABD ve Çin gibi küresel güçler, petrol ihtiyaçlarının yaklaşık dörtte birini kıtadan tedarik etmektedir ve bu oran her geçen gün daha da artmaktadır. Bu nedenle, sistemde etkili olmak isteyen güçler arasında Afrika’nın zengin kaynaklarına ulaşmak için kıyasıya bir rekabet söz konusudur. Afrika kıtası ülkeleri, bütün bu zenginliklerinin yanı sıra 1,2 milyarı aşan nüfusu ve bakir birçok sektörü ile çeşitli alanlarda faaliyet gösteren yatırımcıların dikkatini celbetmektedir.

Ekonomik özelliklerinin yanı sıra, çoğu kez gözden kaçırılsa da, Afrika kıtası ülkeleri birlikte hareket ettiğinde önemli bir siyasi potansiyele sahiptir. BM Genel Kurulu’nda oy hakkı bulunan 194 ülkenin 54 tanesinin Afrika’da olduğu düşünüldüğünde bu durum daha iyi anlaşılabilecektir. Çin’in Tayvan’ın yerine BM’ye kabul edilmesi, Türkiye’nin 2009-2010 yılları için BM Güvenlik Konseyi’ni kazanması ve yakın zamanda Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edilmesine tepki gösterilmesi için BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamalarda Afrikalı ulusların birçoğunun takındığı tutum göz önüne getirildiğinde, Afrikalı devletlerin önemi daha iyi anlaşılabilmektedir. Nitekim günümüzde uluslararası siyaseti yönlendirmek isteyen hiçbir güç, Afrikalı devletlerin bu potansiyeline sırt çevirememektedir.

Kıtada Türkiye dâhil birçok ülkenin askeri üssü olduğu biliniyor. Bize hangi ülkelerin üsleri olduğunu ve kısaca ülkelerin kurduğu üslerle neyi amaçladığını özetler misiniz? Bütün üsler aynı amaca mı hizmet ediyor? Yoksa ülkeler kurdukları bu üslerle birbirinden farklı amaçlara mı sahip? Burada ülkemizin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Afrika’daki askeri üsler konusu kıtanın sıcak gündem maddelerinden biri. Stratejik önemi nedeniyle Afrika üzerinde verilen küresel güç mücadelesinde geri kalmak istemeyen birçok ülkenin kıtada askeri üsleri ya da askeri üs açma girişimleri bulunuyor. Şu an kıtada, birbirinden farklı amaçlar doğrultusunda edinilmiş olsa da, ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, Suudi Arabistan, Hindistan, Japonya ve Türkiye’nin askeri üsleri bulunuyor. Ek olarak, ABD 2007 yılında kurulan Birleşik Devletler Afrika Komutanlığı (AFRICOM)  aracılığıyla da kıtada askeri faaliyetlerini sürdürüyor. Elbette, AFRICOM’un kıtadaki varlığı ABD’nin yayılmacı emellerine hizmet ettiği endişesiyle gerek dünyada gerekse kıta ülkeleri arasında pek hoş karşılanmıyor. Askeri üs edinme yarışında ise stratejik konumu nedeniyle Cibuti ön plana çıkıyor. Ortadoğu’ya olan yakınlığı, enerji geçiş yollarının güzergâhında bulunması ve uluslararası gemi sevkiyatı için son derece önemli bir nokta olan Babü’l-Mendeb boğazının kıyısında yer alması Cibuti’deki askeri üs yarışını kızıştırıyor. Bu ülkede ABD, Çin Halk Cumhuriyeti, İtalya, Fransa, Almanya, Uganda, İspanya ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ya birer askeri üsse sahip ya da askeri üs açmak için çalışmalarını sürdürüyor. Ayrıca ABD’nin  en çok asker bulundurduğu Afrika ülkesi de burası.

Kıtada üs kuran devletlerin her biri farklı amaçlara haiz. Fakat ne yazık ki, birçoğu emperyalizm karşıtı saiklerle hareket etmiyorlar. Örneğin Körfez ülkeleri kıtanın Ortadoğu’ya olan yakınlığı nedeniyle bu üsleri kendi bölgelerindeki etki alanlarını genişletmek için kullanırken, ABD ve Çin birbirleriyle olan rekabetlerinde kıtadaki üsleri küresel nüfuz mücadelelerinin birer aracı olarak kullanabiliyorlar. Diğer devletlerin önemli bir kısmı da, tabir-i caizse Afrika pastasından az ya da çok pay alabilmek için bu mücadeleye girişmiş durumdalar. Her ne kadar Cibuti gibi bazı ülkeler bu işten büyük paralar kazansalar da, askeri üslerin varlığı iki nedenden dolayı kıta için tehditkâr bir hal alabilir. Birincisi, her ne kadar hemen bütün askeri üslerin terör ile etkili mücadele amacıyla kurulmuş olduğu söylense de, tersi bir etki yaratıp kıtayı terör örgütlerinin hedefi haline getirebilirler. Bu durum da kıtada gerilimin daha da yükselmesine yol açabilir. İkinci husus ise bence daha önemli. Nihayetinde kıtada üs kuran hemen her devletin kendi ulusal çıkarları mevcut. Yarın bir gün, kıta ülkelerinin çıkarları ile küresel nüfuz mücadelesi içerisindeki devletlerin çıkarları çakıştığında, bu devletlerin söz konusu üsleri bulundukları ülkede siyaseti dizayn etme çabalarına girişmeyeceklerinin ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayacaklarının bir garantisi yok.  Bu iki nedenin varlığı, askeri üslerin kıtayı istikrarlı bir hale büründürmek bir yana, mevcut istikrarı da bozabilecek bir yapıda olduklarını ortaya koymak için yeterli görünüyor.

Burada Türkiye’ye ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Ülkemizin kıtaya yaklaşımı büyük bir kısmı yeni sömürgeci olarak nitelendirilebilecek diğer ülkelerden ayrılıyor.  Zira Türkiye, hiçbir şekilde kıta ülkelerinin iç meselelerine karışmadığı gibi, Somali’de sahip olduğumuz askeri üste gerçekleştirdiğimiz faaliyetler ise büyük oranda yerli askerlerin eğitimi ve ülkenin askeri olarak teknik kapasitesinin yükseltilmesi kapsamında hizmet veriyor. Bu noktada, Türkiye’nin amacı ne kıta ülkeleri ile olan ilişkilerinde onlara yukarıdan bakmak ne de kıtanın doğal kaynaklarını ele geçirmek amacı taşıyor. Bilakis, Türk Devleti kurduğu ilişkilerin neticesinde “kıtaya kazandırırken kendisi de kazanma” amacını askeri faaliyetleri söz konusu olduğunda da sürdürmekte. Dikkatle incelendiğinde, Afrika’da bulunan mevcut askeri üsler arasında yerel halktan tepki çekmeyeni bizim Somali’de kurduğumuz askeri üs. Somali halkı, zor zamanlarında yanında yer almasından dolayı askeri üs de dâhil olmak üzere Türkiye’nin bu ülkedeki ve Afrika’daki politikalarına olumlu yaklaşmakta. Bu durum kıtanın diğer birçok ülkesinin Türkiye’ye karşı olan tavrı söz konusu olduğunda da geçerliliğini koruyor.

Gelinen noktada kıtada ABD’nin etki ve nüfuz alanının zayıflamaya başladığı görülmekte.  Aynı zamanda ABD’nin zayıflamasıyla birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin de kıtadaki faaliyetleri artıyor. Bu dengeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu iki olgu arasında bir bağlantı var mı? Ya da ekonomik alanda ABD’yi geçen Çin, Afrika kıtasında da bunu yapabilir mi?

Birinci yargı kesinlikle doğru. ABD kıtada her geçen gün alan kaybediyor. Fakat burada yanılgıya düşmemek gerekiyor. Washington’un kıtadaki en etkin güç olma vasfını kaybetmesi birdenbire gerçekleşecek bir durum değildir. Aksine, bu devlet kıtadaki etkinliğini oldukça uzun ve muhtemelen sancılı sayılabilecek bir sürecin sonunda yitirecek. Aşamalı bir süreçten bahsediyoruz. Hatırlanacağı üzere Soğuk Savaş yıllarında Komünizme karşı kıtada SSCB ile rekabet halinde olan ABD, Soğuk Savaş’ın ardından kıtadaki tek süper güç olmanın verdiği rahatlık ve motivasyon ile bir süre Afrikalı ulusları kendisinin yapısal ve karakteristik özellikleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışmıştı. Fakat bu durum, 2000’li yıllarla birlikte aşınmaya başladı. Gelişen dünyada ve kalkınmak için oldukça çaba gösteren Afrika’da Washington artık tek aktör değil. Bugün gelinen noktada, Çin, Rusya, Hindistan, Japonya, Brezilya, Türkiye (vs.) başta olmak üzere birçok devlet, farklı amaçları kıtadaki nüfuz alanını genişletmiş durumda. Ortaya çıkan bu tablo,  Afrikalılar için bir yönüyle olumlu bir durumu ifade ediyor. Kıta ülkeleri artık yalnızca Batılıların gözünün içine bakmak zorunda değil. ABD açısından düşünüldüğünde ise bu hiç de tatmin edici bir tablo değil.  Zira alternatiflerin artması ve Afrika’nın farklı arayışlara girmesi, Washington’un kıtadaki kan kaybının devam etmesi ile aynı anlama geliyor.

ABD’nin Afrika kıtasındaki nüfuz kaybının, bu devletin Afrika’da ve dünyadaki küresel rekabetteki en büyük rakibi olan Çin’in nüfuz kazanması anlamına geldiği çok açık. Madalyonun bir yüzünden bakıldığında, bu rekabet Afrikalı uluslar açısından alternatiflerin ve hareket kabiliyetinin arttırılması anlamına geliyor. Yani kıta ülkeleri eskisi gibi karşılarında yalnızca tek bir muhatap bularak hareket etmek zorunda değiller. Bu işin olumlu yanı. Ancak ne yazık ki, madalyonun öteki yüzünden bakıldığında ise ABD ile Çin arasında süren Afrika’daki nüfuz mücadelesi ilerleyen süreçte Soğuk Savaş’ta ABD ile SSCB arasında cereyan eden kıtadaki nüfuz mücadelesine doğru evrilirse bu durum kıta ülkeleri için fazlasıyla tahrip edici olabilir. Üstelik maalesef enerji başta olmak üzere Afrika üzerinde çeşitli ulusal çıkarları bulunan her iki devlet de kıta ile olan ilişkilerinde tamamen emperyalizm karşıtı güdülerle hareket edemiyorlar. Bu da, rekabetin kızıştığı ve sıkıştığı bir anda, Afrika’nın bundan ziyadesiyle zarar görmesine yol açabilir. Çin özelinde düşündüğümüzde, bu devletin kıtada etkinlik kurması bir yandan Afrikalı devletlere yalnızca ABD’nin ya da Batılıların yörüngesine girmekten başka bir alternatif sunarken, diğer yandan Çin’in sorgusuz sualsiz sağladığı dış yardımlar ve krediler Afrika’da israfı, yolsuzluğu ve plansız borçlanmayı arttırıyor. Gelinen noktada, Afrikalıların Washington ya da Moskova’nın hamiliğini kabul etmekten ziyade, ekonomik ve siyasi bağımsızlığını önceleyen, emperyalizm karşıtı bir politika icra etmeleri elzem görünüyor. Her şeye rağmen, ABD’nin kıta ülkelerinin güvenini kaybetmeye başladığı bir atmosferde Çin, gerek ekonomik kapasitesi ve gerekse siyasi nüfuzu ile Afrika’da en etkili güç olma vasfını eline almak üzere.

Türkiye de özellikle 2005 yılını “Afrika yılı” ilan etmesinden günümüze kadar geçen süreçte Afrika’daki etkinliğini artırdı. Şu anda kıtada askeri üssümüz bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bakanlarımıza bölgeyi sık sık ziyaret ediyoruz… TİKA gibi kuruluşlar bölgede etkin faaliyet yürütüyor… Türkiye’nin Afrika’daki amacını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkemizin kıtada bulunması Afrika ülkelerine artı bir değer sağlar mı?

Aslında Türkiye’nin kıtaya olan ilgisini arttırmasının başlangıç noktasını, içte ve dışta yaşanan problemler karşısındaki tavırları nedeniyle Batı’ya olan güveninin zedelendiği 1998 yılında ilan edilen “Afrika Eylem Planı” ile dış politikasında bir alternatif arayışına girişmesi ile açıklamak mümkün. Ne var ki, oldukça iddialı bir üslup ile açıklanan söz konusu plan, ülkemizin o günün koşullarında içerisinde bulunduğu sıkıntılar neticesinde hayata geçirilme aşamasında başarılı olamamıştı. Türkiye’nin Afrika’ya yeniden ve etkili bir şekilde yönelmesinde ise, dönemin Başbakanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılını “Afrika yılı” ilan etmesi ile Türkiye’nin çeşitli kurumları ile kıtaya olan siyasi ve ekonomik ilgisini arttırması oldukça etkili oldu. Böylece, 2009 yılında 7’si Sahra-altı Afrika’da olmak üzere 12 olan Türkiye’nin Afrika’daki büyükelçilik sayısı, 2017 yılına gelindiğinde 41’e yükseldi.  Aynı şekilde 2008 yılında 10 olan Türkiye’deki Afrikalı devletlerin büyükelçiliklerinin sayısı ise, 33’e yükseldi. Yalnızca büyükelçilik sayıları değil, Türkiye ile kıta ülkeleri arasındaki ticaret hacmi de ülkemizin Afrika’ya yönelişinden payına düşeni aldı. 2016 yılına gelindiğinde Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile karşılıklı ticaret hacmi 20 milyar dolara yaklaşmaktaydı.

Türkiye’nin Afrika’daki etkinliğini arttırması kıta ülkeleri için kesinlikle bir artı değer yaratma potansiyeline sahiptir. Zira kıta ülkeleri ile ülkemiz arasındaki yakınlaşma düşünüldüğünde, birçok noktada paydaş arzu, istek ve beklentilerin olduğu bir gerçektir. Her iki taraf da, başta Batı emperyalizmi olmak üzere uluslararası emperyalist odakların coğrafyalarında çıkardıkları sorunlardan son derece mustarip bir haldedir. Üstelik Türkiye’nin bilhassa son birkaç yıldır Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere çeşitli siyasetçiler düzeyinde küresel düzenin adaletsizliğine yönelik yaptığı vurgular, bu durumdan rahatsız olan Afrikalı devletlerde karşılık bulmaktadır. Tarihi itibariyle incelendiğinde de, Türkler Anadolu’dan yaklaşık iki yüz yıl önce Afrika’da -Mısır’da kurulan ilk Türk devletleri vasıtasıyla- çeşitli devletler kurmalarına ve bilhassa Osmanlı Devleti döneminde Sahra’nın altına kadar türlü nüfuz alanları oluşturmalarına rağmen, kıta ülkelerinin toplumsal ve tarihsel belleklerinde hiçbir zaman “sömürücü/sömürgeci” bir iz bırakmamıştır. Dahası, I. Dünya Savaşı’nın ardından Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde verilen Türk Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı toplu halde kazanılan ilk zafer olması münasebetiyle, Afrika’da ve dünyadaki bağımsızlık hareketlerine örnek teşkil etmiş ve umut olmuştur.

Günümüzde Türkiye kıtada “kazandırırken” bir yandan da “kazanmayı” amaçlamaktadır. Bu politikası ile ülkemiz, kıtada ne alan el ne de veren el olmak arzusundadır. Tersine, Türkiye kıta ülkeleri ile ast-üst ilişkisi kurmaktan ziyade samimi bir şekilde dostluk ilişkisi kurma arayışındadır.  Bu durum, çölde vaha arar gibi emperyalizmden kaçış arayan Afrika ülkeleri için iyi bir alternatifi ortaya çıkarabilir. Afrika’nın nüfusunun yarısının toplumumuzun büyük bir kısmı gibi Müslüman olduğu ve önemli bir kısmının da tarihi boyunca çeşitli dönemlerde emperyalizmin karşısında bir set olarak duran Türklere olumlu bir nazar ile yaklaştığı göz önünde bulundurulursa, ülkemizin Afrikalı ülkeler ve halklar ile kuracağı olumlu münasebetler neticesinde hem kıtanın dertlerine derman olması hem de uluslararası arenada daha adil bir düzen arayışı hususunda kıta ülkelerinin desteğini arkasına alabilmesi mümkün gözükmektedir. Mevcut şartlarda Türkiye’nin Afrikalı ülkeler ile etkili ve samimi işbirliği olanakları bulması hiç olmadığı kadar yakındır. Bu noktada Türkiye’nin ve dünya üzerinde yok sayılan devletlerin geleceğini düşünen, bu hususta samimi olan herkese büyük iş düşüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da davetlisi olduğu son BRICS zirvesi geçtiğimiz ay Güney Afrika’da düzenlendi. Zirveye ev sahipliği yapan Afrika olunca, kıta ile ilgili meseleler zirvenin ana gündem maddelerinden birkaçını oluşturdu. Sizce BRICS ülkeleri kıtanın geleceğinin belirlenmesinde nasıl bir rol oynar? BRICS ülkelerinin kıta üzerindeki etkinliğini arttırması kıtanın menfaatine mi yoksa uzun vadede aleyhine mi döner?

Dünya yeni bir dönüşüm sürecinin içerisinde. Değinildiği gibi, II. Dünya Savaşı sonrası hayata geçirilen uluslararası sistem artık uluslararası toplumun üyelerine istenileni vermekten çok uzak ve batan bir gemi gibi ağır ağır tarih sahnesinden çekilmeye başlaması an meselesi.  Savaşın ardından dünya gemisinin dümenini elinde bulundurma konusunda oldukça mahir olan ABD ve AB ülkeleri gibi devletlerin ve organizasyonların karşısında artık çok ciddi rakipler var. BRICS bunlardan biri. Adını Brezilya, Rusya, İrlanda, Çin ve Güney Afrika’nın baş harflerinden alan bu birlik,  Batı’ya karşı diğerlerinin sesiymişçesine hareket etme niyeti güdüyor. En azından söylem bazında bu böyle. Meselenin Afrika ayağını düşündüğümüzde, BRICS’in öngörülen hızlı yükselişi ve ABD-AB bloğunun karşısına dikilmesi, bir yandan umut veriyor diğer yandan endişelendiriyor. Umut verme nedeni, Afrikalıların muhatap alabilecekleri aktör sayısını artması. Kıta ülkeleri bu durumdan kendi menfaatleri doğrultusunda faydalanabilme imkânına sahip. Endişelendirme nedeni ise ABD ile Çin’in Afrika’daki rekabetinin korkutan tarafına benziyor. Dünya üzerinde en etkili güç olmak isteyen devletler geçmişte SSCB ile ABD’nin yaptığı gibi, ABD ve AB bloğu ile BRICS ülkeleri üzerinden sert bir kutuplaşma yaşarsa, bunun Afrika’ya faturası oldukça ağır olabilir.

Afrikalıların alternatiflerini arttırma noktasında etkili olabilecek olan BRICS’in, kıtaya tam manası ile olumlu bir katkı verebilmesi ve kıta ülkelerinin menfaatine uzanan bir sürece evirilebilmesi için içerisindeki “Afrikalı vurguların” arttırılması gerekiyor. Son toplantı Nelson Mandela’nın ölüm yıldönümüne de denk getirilerek kıtada gerçekleştirildi ve kıta ile ilgili hususlar daha yoğun olarak ele alındı. Baktığımız zaman BRICS’in içerisinde Afrika’yı temsil eden kanat olarak Güney Afrika yer alıyor. Fakat gerek ekonomik potansiyeli gerekse siyasi yapısı itibariyle maalesef Güney Afrika BRICS üyesi ülkeler arasında en zayıf ülke olarak dikkat çekiyor.  2017’de kurulan BRICS Kalkınma Bankası’nın 100 milyon dolar değerindeki sermayesinin yalnızca %5’inin Güney Afrika tarafından tahsis edildiği düşünüldüğünde bu durum daha iyi ortaya çıkıyor.  BRICS’in tam manası ile Afrika’ya fayda sağlayabilmesi ve kıtanın kalkınmasında önemli bir rol oynayabilmesi adına BRICS ülkelerinin içerisinde Afrikalı devletlerin ve Afrika’nın sesinin daha çok, daha sık ve daha güçlü çıkması şart. Aksi halde, ABD-AB bloğunun karşısına büyük umutlarla çıkarılan BRICS’in varlığına karşın, Afrika kıtası yine kazanan değil yalnızca kazandıran taraf olur ve küresel sömürü yalnızca bir elden diğerine geçtiği ile kalır.

Afrika kıtasının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Uluslararası sistemin ve sömürü düzeninin ana aktörleri tarafından kıtanın sorunlarıymış gibi gösterilen açlık ve terör gibi suni problemlerin üstesinden gelinebilir mi? Kıta ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak tam manası ile bağımsız olabilmek ve kendi ayakları üzerinde durabilmek adına, dışarıdan kendilerine uymayan sistemler ithal etmek –ya da bu sistemlerin onlara dayatılması- yerine kendi düzenlerini kendileri oluşturma yoluna gidebilirler mi? Yoksa kıtadaki mevcut durum böyle mi devam eder?

Geçtiğimiz birkaç yüzyılın bize çok net bir şekilde gösterdiği bir gerçek var: Dışarıdan gelen hemen hemen hiçbir reçete kıta ülkelerine arzu edilen faydayı sağlamadı.  Sömürgeciliğin ardından bağımsız olan Afrikalılar, bir anda her şeyin düzeleceğini zannettiklerinde, kendilerini kıta için son derece yıkıcı sonuçlar doğrudan bir Soğuk Savaş atmosferinde buldular. Günümüzde de, Batı’nın ya da Doğu’nun sunduğu çözüm önerileri kıta ülkelerinin ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılamaya yetmiyor.  Burada kastedilen kesinlikle Afrika’nın içe kapanması değil. Zaten mevcut uluslararası ağ içerisinde böyle bir şey pek de mümkün olmaz. Burada kastedilen şey, Afrikalıların sorunların çözülmesi noktasında kendi iç dinamiklerine ve kendileri için gerçekten yararlı olabilecek ilişki biçimlerine odaklanmak zorunda oldukları. Bu saatten sonra, yalnızca bir devlete ya da bir gruba yaslanmak, Afrika’ya faydadan çok zarar getirir, bugüne kadar elde edilen kazanımların da geriye gitmesine neden olur.

Mevcut durumun böyle devam edemeyeceği çok açık. Çünkü II. Dünya Savaşı’nın ardından tesis edilen uluslararası düzen etkinliğini yitirmiştir ve dünya üzerindeki toplumların neredeyse hiçbirine adaletli olduğu duygusunu verememektedir. Kaldı ki, bu sistemin temel köşe taşları yerleştirildiğinde bağımsız olan Afrikalı devletlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, bugün bağımsız olan Afrikalı devletlerin sayısı BM’ye üye olan devletlerin dörtte birinden fazlasına karşılık gelmektedir. Peki, ne yapılmalı? Afrikalılar elbette çeşitli devletlerle ilişkiler tesis etmek zorunda. Ancak ilişki tesis edilirken, söz konusu ilişkinin kime ne getireceği ve kimden ne götüreceği iyi hesap edilmeli. Zira maalesef, geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca Afrikalı devletlere ve halklara, ideolojisi ne olursa olsun uluslararası ilişkiler sisteminin anahtarını elinde tutan küresel güçler tarafından art niyetli bir şekilde yaklaşıldı ve bu ölçüde muamele edildi. Mevcut şartlarda, kepçe ile verip kaşık ile dahi alamayan Afrika kıtası ülkeleri, artık bu tabloyu değiştirmek zorundadır. Ve inanıyoruz ki, yukarıda bahsettiğimiz zenginlik ve potansiyele sahip olan bu kıta, bu edinimlerini doğru kullandığında söz konusu tabloyu değiştirecek güce sahiptir. Naçizane fikrim, gelecek yarım yüzyılda Afrika’da çok şeyin değişeceği ve kıtanın kazanımlarının artık bu toprakların gerçek sahiplerine, Afrikalılara gideceğidir. Kıtanın kazanımları Afrikalılara gittiği takdirde ise,  bugün sorun olarak görülen Afrikalıların önüne sürülen ve dünya gündemine yerleştirilmeye çalışılan pek çok problemin nasıl kolaylıkla çözüleceği görülecektir.

NOT: Bu röportaj, 20.09.2018 tarihinde Aydınlık gazetesinde yayınlanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.aydinlik.com.tr/afrika-da-somuru-duzeni-cokuyor-dunya-eylul-2018

Share.

Yazar Hakkında

Hasan Aydın 1993 yılında İstanbul, Üsküdar’da doğdu. İstanbul’da geçen ilköğretim ve lise eğitiminin ardından, 2016 yılında Yalova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümünden derece ile mezun oldu. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında başladığı tezli yüksek lisans eğitimini 2018'de başarıyla tamamlayıp aynı bölümde doktora eğitimine başlamıştır. İleri seviyede İngilizce bilmektedir. İlgi alanları, Din ve Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Afrika’da ABD Dış Politikası’dır.

Yorum Yap