Afrika’nın Kum Fırtınası: Le Pen Mi Fillon Mu?

0

2017 yılına sayılı günler kala, tüm dünya Fransa’daki seçimlere odaklanmış durumda. 66 milyon nüfuslu Fransa’da, 43 milyon seçmen önce cumhurbaşkanını, ardından ise milletvekillerini seçecek. 2 turlu olarak yapılacak olan 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri 23 Nisan ve 7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek.

2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine Dair

Fransa’da geçtiğimiz günlerde merkez sağın cumhurbaşkanı adayı François Fillon olarak kesinleşti. 20 Kasım’da yapılan ön seçimin ilk turunda oyların yaklaşık % 44’ünü alan Fillon, rakipleri Alain Juppé ve Nicolas Sarkozy’yi oyun dışı bıraktı. Tıpkı Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi gibi, Fillon’un merkez sağın adayı olması da tüm anketleri alabora ederek yalancı çıkardı.

2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerine genel olarak baktığımızda, aşırı sağın hâlihazırda kesinleşmiş adayı Marine Le Pen’in ikinci tura kalmasına kesin gözüyle bakılıyor. Ancak sol eğilimli bir adayın ikinci tura kalması düşük bir ihtimal. Bunun nedeni ise François Hollande’ın uygulamaya koyduğu politikalarla hem solun hem de sağın eleştirisini kazanmış olması. Dolayısıyla asıl çekişmenin, tıpkı 2002 seçimlerinde olduğu gibi, merkez sağ ve aşırı sağ arasında geçmesi olasılığı bir hayli yüksek.

Gerek Fransız basınından gerek anketlerden yansıyanlara göre, Fillon Fransa’da cumhurbaşkanlığına en yakın aday olarak gözükse de, bizce bu seçimin galibi Le Pen olacak. Fillon’un kazanacağına inananların en büyük argümanı, tıpkı 2002 seçimlerinde olduğu gibi birinci turda Le Pen ve Fillon kalırsa, ikinci turda sol seçmenin Fillon’a oy vererek onu cumhurbaşkanı yapacağı inancıdır. Nitekim kısaca hatırlarsak, 2002 yılında da Marine Le Pen’in babası ve ulusalcı cephenin (Front Nationale, FN) kurucusu Jean Marie Le Pen, dönemin başbakanını ve cumhurbaşkanı adayı sosyalist Lionel Jospin’i geçerek ikinci tura kalmıştı. Ancak sol seçmen aşırı sağı engellemek için merkez sağ adayı Jacques Chirac’a oy vermiş ve onu % 80 oranıyla rekor şekilde cumhurbaşkanı seçmişti.

Bugün geldiğimiz noktadaysa Fransa, 2002’deki Fransa değil. Çünkü 2015 Paris patlamaları halkta büyük bir öfke uyandırdı. Bu saldırılar, arka planında kasıtlı ve şuurlu bir eylem planı izlemi uyandırsa da ülke genelindeki din karşıtlığına yani İslâmiyet’e ve göçmenlere nefret söylemini beraberinde getirdi. Örneğin resmi verilere ve anketlere göre 2015 yılında Fransa’da İslamofobik saldırılar, önceki yıla oranla % 500 arttı. Sözlü tacizler % 100 artarken, fiziksel şiddet ise % 400 oranına ulaştı. Örneğin Fillon dahil, bugün Fransa’da plajlardaki burkini yasağına hak vermeden siyaset yapabilecek biri yok. Nitekim Alain Juppé birleştirici bir üslup kullanmasına rağmen seçimi kaybetti. Toplumun nabzı kültürel olarak bu şekilde atsa da, Fransa’da şu anda en önemli sorunlardan biri işsizlik. Hollande ve politikaları buna cevap vermekte yetersiz kalınca özellikle gençler arasında iktidara karşı bir güvensizlik oluştu ve bu durum bahar aylarında ‘Gece Ayakta’ eylemlerine giden yolu açtı. Önceki iktidarların başarısızlıkları nedeniyle şu günlerde Fransa’da yeni bir arayış var, bu da Le Pen’in elini güçlendiriyor. Çünkü Fillon, Sarkozy döneminde başbakanlık yapmış bir isim. Oysa Fransız halkının geçmişi bir kenara itmek istediğini söylemek yanlış olmaz. Buna ek olarak, Fillon’un liberal tavrı da ona ayak bağı olabilir. Aşırı sağcılar, küreselleşme ve liberalizmden devleti kurtarmak isterken, Fillon bugün Fransa’nın Margaret Tchatcher’ı olarak resmediliyor. Ekonomide liberalleşmeyi öne almak isteyen merkez sağ adayı, kamu harcamalarının azaltılması gerektiğini savunuyor ve kamu sektöründeki yarım milyon kişiyi beş yıl içinde tasfiye etmek istiyor. Kısacası Fillon, devleti küçülterek, serbest piyasaya alan açma peşinde. Bunun yanı sıra, 35 saatlik haftalık çalışma süresini, Avrupa’da üst sınır olan 48 saate çıkarmak ve emeklilik yaşını 62’den 65’e yükseltmek planları arasında. alan okumalarımıza göre, seçim öncesi bu liberalizm manevraları halkı baştan korkutacak ve gerisin geri ters tepecek.

Fransa’nın Afrika’daki Varlığı, Seçimlerden Nasıl Etkilenecek?

Fransa’nın Afrika’daki varlığı, kıtadaki sömürgeci geçmişine baktığımızsa 1830’da Cezayir’i işgaline dayanır. Ülkenin ilgi ve çıkarları daha çok Sahra’nın güneyini kapsıyor, adeta geçmişte olduğu gibi. Fransa’nın kıta ile olan ilişkileri, on yedi eski sömürgenin de dahil olduğu, toplam otuz ülkeyle İşbirliği Bakanlığı adı altında yönetiliyordu. Ancak 1999’da Dışişleri Bakanlığı’na ilave edilen bu kuruluş, Hollande’ın girişimleriyle kaldırıldı. Fransa’nın günümüzdeki ekonomik çıkarları daha çok Afrika’nın güneydoğusunda şekilleniyor. Yine Fransa tarafından Angola, Kongo ve Gabun gibi ülkelerden petrol çıkarıldığını da not olarak düşmek gerek. Orta Afrika ve Kongo’dan ise elmas, ahşap ve koltan madenleri elde ediliyor. Askeri anlamda kıtayı incelersek, Fransa’nın en büyük askeri üssü Çad’da yer alıyor. Bu durum da Çad havzasını kontrol altında tutmak isteğinin halen canlılığını koruduğunun en güçlü emaresidir.

1990’lı yıllara dönüp bakarsak, Fransa’nın toplam kalkınma yardımlarının dörtte üçünün Afrika’ya yapıldığını görüyoruz. Çad, Fildişi Sahili, Senegal, Gabun ve Cibuti gibi ülkelerde Fransa’nın stratejik askeri üslerine rastlıyoruz. Aynı zamanda kültürel olarak, Fransızca konuşulan Afrika ülkelerinde yetmiş kültür enstitüsü ve yedi yüz kütüphane ile karşılaşıyoruz. Bunlara ek olarak ekonomik anlamda ise eski sömürgelerin Frank bölgesi adlı para birliğine sahip olduğunu gözlemliyoruz. Kısacası Fransa, tarihten beri süregelen hammadde piyasasındaki önemli konumunu Afrika’ya borçlu ve bunu sürdürebilmesi ise bu kıtayla geliştirebileceği ilişkilere bağlı.

Peki tarihsel olarak Fransa’nın kıtanın güvenliği ve uluslararası terör ile ilgili attığı adımlar neler? Bu soruya cevap vermek için Fransa’nın kıtadaki askeri varlığına bakmak yeterli. Öncelikle Epervier operasyonuyla bu askeri varlığın tarihsel olarak epey geriye gittiğini müşahede ediyoruz. Çad ve Libya arasındaki çatışma nedeniyle, Çad’ın isteğiyle Şubat 1986’da başlayan operasyon Temmuz 2014’e dek varlığını bu topraklarda sürdürdü. Boali operasyonuyla ilgili olarak söyleyebileceğimiz ise, Orta Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’nun (CEMAC), Orta Afrika’da “Çok Uluslu Güç” (FOMUC) adı altındaki yapılanmasına Fransa’nın üstü kapalı destek olduğu ve bu durumu Ekim 2002’den Aralık 2013’e kadar sürdürdüğüdür. Licorne operasyonu, Fildişi Sahili’nin isteğiyle bölgedeki iç savaşı durdurmak amacıyla yapılmış olup, Eylül 2002 ile 2016 arasında varlık göstermiştir. Son olarak yakın tarihli bir operasyon olan Harmattan operasyonu Libya’da vuku buldu ve 2011’de başladı. Kaddafi rejiminden sivil halkı korumak amacıyla başlatılan operasyon Birleşmiş Milletler gözetiminde gerçekleştirildi. Kaddafi’nin ölmesiyle 31 Ekim 2011’de son buldu. Operasyonlara şöyle bir baktığımızda, çoğunun iç savaş nedenleriyle gerekçelendirildiğini ve ülkenin isteğiyle ya da uluslararası toplumun onayının alınarak yapıldığını görüyoruz. Bu anlamda genellikle uluslararası örgütler etkin rol oynuyorlar.

Ancak bu operasyonlara ya da Fransa’nın Afrika’daki askeri ve ekonomik varlığına uluslararası arenada eleştiriler de yok değil. Örneğin Fildişi Sahili, Kongo ve Çad askeri müdahaleleri güç gösterisi olarak nitelendiriliyor. Afrika ülkelerinin hepsi, Fransa’nın müdahalelerini kollarını açmış bekliyor değil elbette. Örneğin Angola, ülkedeki petrol çıkarma lisansını Fransa’dan geri almanın peşinde. Çad ve Fildişi Sahili’nde ise sivil halk, Fransa’yı neo-sömürgeciliğin farklı modellemelerini uygulayan yayılmacı bir devlet olarak görüyor. Burada yönetimlerin müdahale isteğiyle, sivil halkın sömürgeci Fransa anlayışı şeklindeki çift başlılığın bizce en büyük nedeni, bu ülkelerde sivil halkın yönetimde gerçek anlamda söz sahibi olamaması ve kukla yönetimler. Tıpkı Mısırlı ünlü günümüz uluslararası ilişkiler teorisyeni Samir Amin’in de dediği gibi, Kuzey ülkelerinin Güney’i sömürmesinin en büyük nedeni kukla yönetimlerdir. Nitekim bu sonsuza kadar sürüp gidemeyeceği için, toplumsal anlamda patlamalara yol açacağı kuvvetle muhtemeldir. Belki Afrika’daki iç savaş ve uluslararası güvenlik problemleri gerçeğini bu toplumsal patlamanın bir parçası olarak düşünmek çok da yanlış olmaz.

François Hollande Dönemi Afrika Politikaları

15 Mayıs 2012’de iktidara gelen Hollande, etkin bir Afrika politikası izledi. Bunun en büyük göstergesi ise Afrika’da yoğun askeri müdahalelerle sadece kendi iktidarında üç askeri operasyonu başlatmış olması. Bunlardan birincisi olan Serval operasyonu, Mali hükümetinin isteği ile Ocak 2013’te başladı. Bu müdahalenin nedeni ise hükümet ile ülkenin kuzeyindeki ayrılıkçı silahlı gruplar arasındaki çatışma. Bölgede Fransa’nın varlığı toplamda 4000 askere kadar ulaşırken, operasyon yine Hollande döneminde Temmuz 2014’te son buldu ve yerini Barkhane operasyonuna bıraktı. Ağustos 2014’te başlayan Barkhane operasyonu, daha geniş bir coğrafyada etkinliğini sürdürdü. Terör olaylarının yoğun olduğu Sahel bölgesinde konuşlanan Fransız askeri varlığı, Burkina Faso, Mali, Moritanya, Nijer, Çad ile ortaklaşa hareket etme stratejisi ile varlığını 3500 askere kadar çıkardı. Son olarak Sangaris operasyonu, Orta Afrika’daki siyasi krizin önünü almak amacıyla Birleşmiş Milletler onayıyla meşruiyet zeminine oturtularak Aralık 2013’te başladı. Yeni bir gelişme olarak, Fransa OAC’de Sangaris operasyonuna son vereceğini açıkladı. Aslına bakarsak, Hollande döneminde müdahalelerin, yapılış şekli olarak çok da renk değiştirmediğini görüyoruz. Ancak operasyonların bu iktidar dönemindeki yoğunluğu göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek.

François Fillon ve Marine Le Pen’in Afrika’ya Yönelik Politikaları Ne Olur?

Öncelikle her iki adayın da Afrika politikalarını incelediğimizde, François Fillon ve ekibinin, Marine Le Pen’e oranla, Afrika’ya yönelik daha kapsamlı bir proje peşinde olduğunu söylemek mümkün. Fransa’da Cumhuriyetçiler (Fillon) ve ulusalcı cephenin (Le Pen) parti projelerini incelediğimizde ortaya çıkan sonuç, merkez sağın daha proje odaklı, aşırı sağın ise daha eleştirel bir yaklaşım içinde olduğudur.

Hem François Fillon hem Marine Le Pen Afrika’yı kalkınma bazında ele alıyorlar. Bu anlamda her iki aday da özel sektörün bölgeye daha fazla yatırım yapmasından yana. Soğuk Savaş’ın ardından, liberalizmin zaferiyle, Afrika’ya dış yardımların yerini yavaş yavaş özel sektörün yatırımlarının aldığı herkesçe bilinen bir gerçek. Her iki adayın da en büyük motivasyonu ise Afrika’dan gelen illegal göçü engellemek. Dolayısıyla Afrika politikaları her iki aday için de kalkınma ve göç üzerinde şekilleniyor. Örneğin Cumhuriyetçilerin projelerinde şöyle enterasan bir bilgiye rastlıyoruz: Afrika kıtasının demografisi hızla artıyor ve 2050’de kıtanın nüfusunun iki katına çıkması bekleniyor. Yaklaşık 2,5 milyar insana ev sahipliği yapacak bu kıtada gençler genellikle işsiz. Onlara iş sağlamanın çok önemli olduğu ise yadsınamaz bir gerçek, çünkü iş bulamayan Afrikalı gençler (ki Fransızlar chômeur derler) çözümü illegal göçte arıyorlar. Kıtada kalkınmaya yardımcı olmak bir opsiyon değil, şu saatten sonra bir gereklilik. Kısacası, illegal göç ile mücadele bütçesini, Afrika’nın kalkınmasına harcamak çözümün ta kendisi. Fillon ayrıca, bölgeye yatırım yapacak özel şirketlerin, kendilerinin de kazanacağının altını çiziyor.

Her iki adayın Afrika’ya yönelik politikalarında farklılıklarını incelersek, Marine Le Pen’in kimlik üzerinden bir dış politika yürüttüğünü, ancak François Fillon’un frankofoni üzerinde durduğunu söylemek anlamsız olmaz. Fillon, üniversiteler arası işbirliği ve frankofon bursların arttırılması gerektiğini savunuyor. Aynı zamanda İngiltere örneğinde olduğu gibi, Paris’te Afrikalı vatandaşları ve diasporayı kucaklayacak bir “Afrika Evi” (Maison d’Afrique) kurulması gerektiğinin altını çiziyor. Bu şüphesiz ki, entegrasyonu da güçlendirecek bir adım. Bunun dışında bir diğer farklılık, Le Pen, Afrika ülkelerinin egemenliklerine saygıyı ön plana alırken; Fillon, daha çok güvenlik odaklı bir politikanın öncüsü. Nitekim Fillon, “Afrika’nın güvenliği, Fransa’nın güvenliğidir” derken belki de bölgede süren operasyonlara adeta yeşil ışık yakıyor. Aynı zamanda bu ülkelerde hükümetlerdeki yolsuzlukla ve klientalist şebekelerle savaş, hesap verilebilirlik ve şeffaflık gibi değerlerin yerine getirilmesini arzu ediyor.

Velhâsıl-ı kelâm, Fransa 2017’de önemli seçimlere ev sahipliği yapacak. Elbette, şimdiden tahmini zor. Ancak her seçenek, beraberinde farklı bir Afrika tablosunu önümüze serecektir. Başlıkta da dediğimiz gibi, “Afrika’nın Kum Fırtınası: Le Pen mi Fillon mu?”. Zaman her şeyin ilacıdır fehvasınca, rüzgârın kimden yana eseceğini hep birlikte izleyip göreceğiz.

 

 

Share.

Yazar Hakkında

Aslen Trabzonlu olan Deniz Karakaş, İstanbul’da doğdu. Galatasaray Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisansını tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler: Türkiye, Avrupa ve Ortadoğu lisansüstü programından master derecesini aldı. Buna ek olarak, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler programında ikinci yüksek lisans eğitiminden, Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın danışmanlığında ‘Afrika’da Kalkınmada Kadınların Rolü’ konulu tez çalışmasıyla mezun oldu. İyi derecede İngilizce ve Fransızca bilen Deniz Karakaş’ın bu çalışmalarının yanında pek çok sosyal mecrada yazıları yayınlanmıştır. İlgi alanları arasında Afrika, Dış Politika Analizi, Fransa’nın Dış Politikası, Kalkınma ve Uluslararası Örgütler yer almaktadır. Afrika Araştırmacıları Derneği (AFAM) üyesidir.

Yorum Yap