Sene 1990 yılı Ramazan ayı idi. Yüksek lisans tezim için bulunduğum Fransa’da Fransız danışmanım Jean-Louis Triaud’nun isteği ile Osmanlı’nın 1900’lerin başında Afrika’da idare ettiği tek vilayeti Trablusgarp’ın, yani bugünkü Libya’nın İstanbul ile ayakta tutulmaya gayret edilen irtibatlarını araştıracaktım. Paris’ten gelip de insanlık tarihinin en eski şehirlerinden İstanbul’da bulunduğum günlerde evlerin musluklarından gecenin bazı saatlerinde su nadiren akmaktaydı. İstanbullular adeta susuzluğun pençesinde kıvranmaktaydılar. Ulaşımdan çevre temizliğine kadar tüm zorluklara bir müddet de olsa katlanmaya başladık. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşım Mustafa ÇAKICI’nın Osmanlı Arşivi’nde uzman olarak çalıştığını bu sırada öğrenmiştim. Meğer bu kutlu müessesede kimler varmış da bizim haberimiz yokmuş. Fakültemizden isimlerini bildiklerim kadar bilmediğim, ama simâen tanıdığım bizimle veya bizden önce mezun yaşça büyük birçok arkadaşımızın da burada çalıştığı bilgisine bu günlerde vâkıf oldum. Dahası ülkemizin farklı üniversitelerindeki değişik fakültelerden mezun uzman arkadaşları da birer birer tanımaya başladık. Bu kıymetli şahsiyetlere, araştırma yapmaya gelen her yaştan araştırmacıları da ilave ediyorduk. Özellikle Dr. Mehmet Genç Hocamız hiç sıkılmadan üşenmeden herkese rehberlik ediyordu. Derken bir taraftan geçmişin derinliklerinden belgelerdeki bilgileri derlerken diğer taraftan da gelecek için dostluk köprülerimizi Sultanahmet’teki Özel İdare Binası’ndaki giriş katındaki araştırma salonunda ve en üst katındaki çay ocağındaki sohbetlerde atıyorduk. Bol bol çaylar ve diğer içecekler ve bisküviler de ikram edilirdi. Hem de uzun süre eğik plastik tepsilerde ve bir türlü tamir edilmeyen masa ve yamuk sandalyelerde. Bir gün ne olduysa o eğik tepsiler ve dengesi zor sağlanan masalar alınmışlar, yerlerine çok düzgün tepsiler ve masalar konulmuştu. Hatta her masanın üstüne bir de çiçek yerleştirilmişti. Öğrendiğimize göre idari görevlerden birisine bir hanımefendi gelmiş ve değişikliğin müsebbibi o imiş. İnsana değer böyle de verilebilirmiş dedirtmekteydi adeta. Adını unutsam bile kurumdaki herkese verdiği insana yakışır hizmetlerini hala hatırlarım.
Atalarımızın güzel sözlerinden birisinde orman dile getirttirilmiş ve kendisini kesen baltaya kızgınlığı söze döktürülerek “keşke sapı benden olmasaydı” dedirtmek olmuş. Seneler içinde farklı kurumlar arası çalışanlar bir şekilde yer değiştirebilir. Eski bakanlarımızdan rahmetli Hasan Celal GÜZEL’in kıvrak devlet adamlığı zekâsı yine kendisine Osmanlı Arşivi’ndeki mevcut tüm belgeleri derhal araştırmacıların hizmetine açması için görevlendiren eski cumhurbaşkanlarımızdan rahmetli Turgut ÖZAL’ın kesin emrini uygulamada hayal edilenin üzerine çıkartması herkesçe malumdur. Önce yüzlerce Arapça ve Farsça bilen genci burada görevlendirir. Öyle cazip bir görev önerir ki üniversitelerde asistan olanlar, başka kurumlarda çalışanlar işlerini bırakıp burada işe başlarlar. Çok mutludurlar, devletin en kıymetli evrakına el değecekler, tasnif edecekler, okuyacaklar, özet çıkaracaklar, tüm bunları yaparken de bizzat Osmanlı’yı, hatta kimlerle, nerelerle irtibatı varsa keşfedeceklerdi. Yaptıkları iş ölüm kalım meselesi idi ve asırlarca her türlü haşarattan korunması için vesikalara serpiştirilen DDT (dikloro difenil trikloroethan) başta olmak üzere bilumum zehirleri ciğerlerine çekip yuttular. Bu uğurda ciddi hastalıklara yakalananlar ve vefat edenler oldu. Birileri bu uğurda feda olmazsa dünyanın en kıymetli yazılı kültürü yok olup gidecekti. Ne var ki seneler seneleri kovaladı ve buraya nadiren de olsa daha önceki yıllarda kısa süre idarecilik yapan rahmetli Prof. Dr. Nejat GÖYÜNÇ benzeri onların büyük katkılarını hatırlatacak bir iki idareci ya geldi, ya da gelmedi. Bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmedi ne yazık ki. Yöneticilerin bir kısmı özellikle uzmanların maaşının sahip oldukları akademik unvanlarına rağmen kendi maaşlarından yüksek olduğunu bahane ederek zehir yutanların nice fedakârlıklarını görmezden geldiler. Yüzlerce uzman öğretmenlik, akademisyenlik vb. başka meslekler için Osmanlı Arşivi sevdasından vazgeçmek durumunda kaldılar. Arşivin uzman kadrosu seneler içinde mum gibi erimekteydi. Ama ölümüne bağlı olanlar şimdilerde kurum dışına gönderilene kadar arşiv sevdasını hiçbir dünyalık ile değişmediler. Yöneticiler iki konuda başarılı olmuşlardı. Ya uzmanların çalışmaya devam edenlerinin gelirlerinin düşürülmesi, buna razı olmayanların ise bir şekilde ayrılıp gitmelerinin temini. Bazen de arşivdeki şartlarından çok daha iyi şartları bulunca burayla ilgili kararların alındığı makamlara geçenler vardı ve onların gözleri hep arkalarındaydı. Geride kalan arkadaşlarına tercüman olacak bu kişiler ise maalesef kafalarındaki arşivi nasıl şekillendirecekleri hesabını güdüyorlardı. Bugün iki yüzü aşkın arşiv uzmanının içlerinde 30 yıllık mesleki tecrübesi olanlar küçümsendi ve bu mesleğe hiç yatkınlığı olmayan yeni istihdamlar ile onların yerleri doldurmak mı isteniyor? Ne kadar üzücü bir durum ve kıymet bilmezlik…
Hasan Celal GÜZEL’in kıvrak zekâsıyla bir iki cümlede arşive kazandırdığı ve şimdilerde maatteessüf bir otele dönüştürülen Sultanahmet’teki bina yerine İstanbul Valiliği arkasında son derece yetersiz eski yapılara geçildi. Sonrasında da İstanbul’un Avrupa yakasında Kağıthane sınırlarında ve tarihi İstanbul’un surları dışında, Haliç kenarında bir arşiv külliyesi inşa edildi. Bu mekansal ortamda arşiv belgelerinin sağlıklı korunmasının imkânsız olduğu birçok uzmanca dile getirilse de devletimizin imkânları ile daha fazlası yapılsa “az bile” denecek binalara taşındı. Ama bu atılan adımla dünyada benzerine nadir rastlanır şekilde arşiv, Osmanlı payitahtının merkezinden uzaklaştırıldı.
Kapısında arşiv yazan dört kurumda çalışma yaptım: İstanbul Osmanlı Arşivi ve Fransa’da Paris Millî Arşivleri ve Fransız Dışişleri Arşivi ile Mali Cumhuriyeti Bamako Milli Arşivi. Fransızlar arşivleri için Paris’in merkezinde çok iyi korunmuş eski bir sarayı tahsis etmişlerdi. Ne var ki hiçbir masraftan çekinmeden restore ettikleri binalarda kanserojen etkisi olan bir madde kullandıklarını fark edince orada çalışan ve araştırma yapanların sağlığını düşünerek derhal kullanılan malzemeleri kazıdılar. Dışişleri Arşivi ise özel çalışma izinleri ile bakanlık içinde muhafaza edildikleri yerde belgelere ulaşılarak inceleniyordu. Akademik çalışma yapmak isteyen herkese ise hemen yol verilmiyordu ve her önüne gelen dosyaya da talepkâr olunamıyordu. Araştırmacılar Fransa Dışişleri Bakanlığının koridorlarını geçip üst kata çıkar ve belgeler kadar korundukları binaların havasını da teneffüs ederlerdi. Bamako Milli Arşivi ise iki odalı 1993-1994 yıllarında bir fotokopi makinesi bile olmayan ve sadece Fransız sömürge dönemine ait belgelerin bulunduğu küçük bir kurumdu. Buna mukabil İstanbul’daki nice tarihi bina arşiv için düşünülmemişti. Mesela İslam Eserleri Müzesi bile Sultanahmet’in merkezinde ve hak ettiği yerde dururken Allah göstermesin büyük bir su afeti karşısında korunması mümkün olmayan bir yere hazine-i evrak taşınmıştı. Dünyanın en eski ve sayı bakımından en zengin arşivi hiçbir tarihi geçmişi olmayan bir semte inşa edilen yeni binasında hizmet veriyor. Devletbaşkanımız buranın inşası için hiçbir masraftan kaçınılmamasını emretmiş ve atalarımızın eserlerini korumak için daima inşası ile özel olarak ilgilenmişti. Kimse ister uzman, ister araştırmacı olsun bu binaların konforu hakkında bir tek kelime söylese gerçeği ifade etmemiş olur. Binalar mükemmel, her türlü ayrıntı düşünülerek inşa edilmiş günümüz arşiv binalarının en modern yapısıdır. Eleştiri hep iki noktada yapıldı, İstanbul tarihi surları dışına taşınması ve üst tarafında da olsa Haliç kıyısında inşa edilmesi.
Afrika’yı Osmanlı Arşivi’nde Keşfetmek
1500’lü yıllardan bugüne kadar Mısır başta olmak üzere Afrika’nın coğrafî olarak neredeyse tamamına yakını hakkında onbinlerce belgenin muhafaza edildiği Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapmadan kıtanın tarihindeki boşlukları doldurmak mümkün değildir. İhtida ettikten sonra Mansur adını da alan ve neredeyse tüm Müslüman toplumlar hakkında eser veren Fransız Vincent Mansur Monteil, Islam Noir isimli kitabının baş tarafına bu gerçeği ifade eden bir not ilave etmeyi ihmal etmemişti. O da biliyordu ki Osmanlı Hazine-i Evrâkı tüm kıtaların tarihine ciddi katkılar verecek kıymetli belgelere sahipti. Dahası tanıdığım bazı Fransız Türkologlara “neden bizim arşivde sadece Osmanlı ile ilgili belgeler okuyorsunuz, kendi tarihiniz ile alakalı belgeler de var ve onların sayesinde farklı bir bakış açısı geliştirebilirsiniz” teklifimi mutlaka değerlendireceklerini söylemeleri de akademik bir yaklaşımdı.
Mısır, Afrika’da sanki küçük bir kıta gibidir. Tarihi ile ilgili bu ülkede taştan, demirden, kağıttan velhasıl ne tür malzeme varsa ondan sayılamayacak adette iz vardır. Ama bu ülke ile ilgili en kıymetli yazılı belgelerin onbinlercesine Osmanlı Arşivi’nde de rastlıyoruz. Libya, Tunus, Cezayir ve Fas hakkındaki belgeler aynı şekilde Osmanlı kayıtları bakımından önemli bir hazinedir. Sudan, Eritre, Etiyopya, Çad, Nijer ve Nijerya, Mali, Senegal, Uganda, Somali, Kenya, Tanzanya, Mozambik, Güney Afrika, Madagaskar ve Moritus, hatta Komorlar dahil her birinin tarihindeki boşlukları arşivimiz az veya çok dolduracak bir hazinedir.
Osmanlı hafızasının en kıymetli izi arşiv belgelerimizi tasnif etmek ve araştırmacının ulaşımına sunmak büyük bir fedakârlık istiyordu. Toplumumuzda bir dönem Osmanlı Türkçesi’ne ilgileri intisap ettikleri kişilerin çevrelerindeki yazı yazmayı bilenlere tutturdukları dinî sohbet amaçlı konuşmalarını okuma aşkını geçmeyenlerin heveslerinden ibaretti. Bunların bilgisi sadece matbu evrakları “çözmek” ile sınırlı okuma kabiliyetinden ibaretti. Hatta yaptıkları ilk arşiv katalog denemelerinde Afrika’daki birçok yer ismi, Asya’da, Avrupa’da, hatta Anadolu’da gösteriliyordu. Bugün Çad’daki “Vaday”, Kastamonu’da “Daday”, Libya’daki “Fizan”, Adana’da “Kozan”, Nijerya’daki “Bornu” Endonezya-Malezya’daki “Borneo” oluyordu. “Bosna” ismini “bu sene”, “Birgivî” kelimesini “bir köy” diye okuyanların insafına terk edilen Hazine-i Evrâk’ın yüz akı son 30 yılı aşkın sürede dört dörtlük belge tasnifi, belge özeti çıkarma gibi sıradanlaşan işlerin çok ötesinde bir tecrübeye dönüştü. Osmanlı idari, mali, askeri, hukuki, edebi, dini gibi akla gelebilecek ne kadar konu varsa sadece birisinde değil birçoğunda uzmanlaşmış bir kadroya kavuşan yer ne üniversitelerimizdedir ve ne de diğer kurumlarımızda değildir, Osmanlı Arşivi’ndedir.
Arşiv belgelerini esas alarak yapılan her akademik çalışmada yetişmiş uzmanlardan aldığımız başta okunması zor ibareleri çözmekten ibaret değildir. Osmanlı devlet düzeninin bütünlüğünü keşfetmemizde nice yardımları olduğunu biliriz. Birçok genç, özellikle yabancı araştırmacılar kapısından girdikleri anda bir âmâ gibi oldukları kurumda üç beş ay içinde adeta belgeler arasında cirit atan usta bir oyuncuya dönüyorlar. Bu kabiliyeti kazanmalarının ardında sadece ve sadece ehliyetli uzmanlar vardır. Afrika belgeleri konusunda belki yeterli tarih ve coğrafya bilgisine sahip bulunmasalar bile onlara kolay ulaşmamız için yaptıkları rehberlik, ait oldukları dönemin yazı diline vukûfiyetleri bizim için en büyük katkıdır.
Kısacası bu verimli ve meyve veren ağaçları budamayı kendilerine vazife edinen ve aralarında sayıları bir kaçı geçmeyen eski arşiv çalışanının yanlış rehberliği Mehmet Akif’in Süleymaniye ile ilgili söylediği hamal benzetmesini akla getiriyor. Uzmanları budanmış arşivin bir daha ayağa kalkması için yüzlerce genci alıp yetiştirip zirveye çıkaran zihniyetin yeniden yaşanması şarttır. 11. yüzyılda yaşamış ve Saadetnâme isimli küçük ama derin anlamlar ifade eden eseri yazan Nâsır-ı Hüsrev’in güzel bir sözünü hatırlatır şimdilerde yaşananlar. Tecrübe edileni defalarca tecrübe etsen de aynı neticeyi verir. Elbette ki arşivdeki yetişkin ilk uzmanlar da bir gün ya emekli olup, ya da Allah geçinden versin hastalık, vefat gibi sebeplerle bu kurumdan ayrılacaklar, dolayısıyla onlar buraya veda etmeden yanlarına verilecek çıraklar ve kalfalar ile mevcut tecrübelerini yeni gelenlere aktarma fırsatı bu mümtaz şahsiyetlere sunulmalıdır. Kurumdan dışarı konmak istenenler sadece uzmanlık vasıflarını değil tüm mesleki tecrübelerini alıp gideceklerdir. Bir takım siyasi yakınlıklarla geldikleri noktalarda bu kurumların kaderini belirleme görevi üstlenenler iyi niyetli olsalar da bu yapılanları anlamak/anlaşılır kılmak mümkün değildir. Son olarak etraflarına aldıkları lisansüstü öğrencilere doğrudan veya dolaylı üstlendikleri projelerle ilgili tasnifler yaptırıp bunlar üzerinden maddi çıkar peşinde koşanların arşiv konusunda hassasiyet betimlemeleri de duygusallığın ötesine geçememektedir.