Anlatılmayan Ortaafrika Dramları

0

Afrika’nın merkezinde bir ülke var, adı Ortaafrika. 1900 öncesi yerel Müslüman emirlerin ve animist idarecilerin elinde yönetiliyordu. Sudanlı ve Osmanlı-Mısır askerlerince eğitilen Rabih burayı 1875-1900 arası tek bir idarede topladı. Artık hem Sudan üzerinden, hem de Trablusgarp’tan gelen tüccarlar üzerinden dış dünyaya daha rahat bağlanacaktı. Ama bir gelişmeden haberi yoktu, o da 1885 yılı başında Berlin’de Avrupalı sömürgecilerin kendi aralarında koskoca kıtayı yedi ülke arasında paylaşmak üzere çizdikleri haritaya göre paylaşımın yapılmasıydı. Osmanlı Devleti temsilcisi de aslında bu toplantıya bir anlamda Afrika’daki son vilayetleri Trablusgarp’ın merkezi, doğusu ve güneyi ile Kızıldeniz havzasındaki etkinlerinden nasıl uzaklaştırılacaklarını görsün diye davet edilmişti. Gerçi İstanbul’da da hemen bazı haritalar çizilerek Trablusgarp’ın güney sınırları açık tutulup Kongo’ya kadar bir tür hinterlandı, yani art ülkesi olarak gösterildi. Avrupalılar bunları bir tür şaka olarak algılayıp ciddiye bile almadılar. Verdikleri kararları harfiyen ve de Osmanlı devlet memurlarını hem merkezde, hem de Trablusgarp’ta gözlerinin içine baka baka yanıltmaktaydılar. Tüm kıta Müslümanlarına karşı tarihi sorumluluğu olan bazı cesur memurların ise kanları kaynıyor ve Büyük Sahra’da her türlü fedakârlığı göze alıyorlardı. Düne kadar ancak sürgüne zorla gönderildikleri yerlere gönüllü gitmek için çırpındılar. Güneyden gelen tüccarlar Alman Karl Openheim’in Kara Napolyon dediği Rabih’ten haberler getiriyordu ve önceleri bir “sergerde” diye düşündükleri bu adam bir anda karaman olmuştu. Hatta Bangui’de sömürge idaresini tesis eden Fransız Emile Gentil onun hakkında kendisini Kuseyri Savaşında katlettikleri 1900 yılında “Rabih İmparatorluğu/L’Empire de Rabah” diye kitap yazmıştı. İşte Osmanlı-Mısırı adına bugünkü Ortaafrika topraklarının tamamı dahil, Çad Gölü havzasını sömürgecilere kaptırmamak için 25 yıl gayret edip büyük bir hakimiyet kuran Rabih 22 Nisan 1900 günü sömürge askerlerinde öldürülerek boynu kesilmiş ve Kuseyri sokaklarında bugün Ortaafrika’da vücutları doğranan ve diri diri yakılan Müslümanlar gibi teşhir edilmişti. Çok değil sadece bir asırlık bu süreci acaba kaç kişi biliyor. Rabih, Avrupalı modern tarihçiler gözünde bir köle taciri olmanın ötesine geçmiyor. Kurduğu askeri birliklere bile Türkçe “bölük”, komutanlarına “emîrü’l-bayrak” demesi Osmanlı tarih yazıcılığında bir cümle olarak yer almıyor. Bu “bölük” kelimesi Arapça karşılığından tercüme olarak değil, bizzat bu şekilde kullanılıyor, yine bayrak da “alem” karşılığında değil aynen kullanılıyordu. Sadece şu bilgilerle bile kendi aralarında bağlantı kuramayanlar acaba bugün Ortaafrika’da yaşananlara hangi gözle yaklaşacaklardır. Dahası bu olaydan 20 yıl önce 1881 yılında Cezayir’in güneyindeki Hogar Tevarıklarının şeyhi Yunus Ahitağıl’ın İkinci Abdülhamid’e üzerlerine gelen 500 kişilik Albay Flatters komutasındaki askeri birliği etkisiz hale getirdikten sonra yazdığı ve İstanbul’a kadar ulaşan mektubundaki bir cümle dünya durdukça uluslararası ilişkiler alanlarındakilere örnek olacak bir ifade içeriyordu. Aslında Sahra Çölü’nün en kahraman önderlerinden Ahitağıl silah istiyordu yeni saldırılar karşısında, fakat yeni yaşanmış Osmanlı-Rus Savaşından da haberdar olduğu için bir konuda ısrar ediyordu. İstanbul’daki Fransız sefirinin “Tevarıklar vahşi, yamyam, masum sivil halkımızı katlettiler” şeklindeki propagandalarına inanmayın, bizler sadece topraklarını korumak isteyen ve Osmanlı sultanlarını halifesi kabul eden Müslümanlarız.” Padişah derhal bu konunun üzerine gitmiş, ilk aldığı ve gerçeklerden uzak bilgilere güvenmemiş ve bizzat iyi yetişmiş subayları kaymakam ve benzeri görevlerle Büyük Sahra bölgesine göndermiş ve bu konuda verdiği mücadele en iyi şekilde Abdurrahman Çaycı’nın “Büyük Sahra’da Osmanlı-Fransız Rekabeti” isimli mükemmel eserinde yerini bulmuştu. Ahitağıl’ın mektubu ve İkinci Abdülhamid’in gönderdiği heyeti kadar bu ilmi araştırma eseri kitap her türlü takdirin üzerindedir.

Böylesine bir girişin ardından son derece güncel bir konuda Ortaafrika’da 21. yüzyılın en rezalet olayı karşısında yaşanan ikilemi bir lahza dinleyip neler oluyor, bu Müslümanlar neden bu kadar hunharca katledildiği halde kimseden ses çıkmıyor diyecek İkinci Abdülhamid’in devlet adamlığını örnek alacaklar gerekiyor. Acaba Fransa bu ülkede işlenen her olayın öncesinde, yaşandığı anda ve sonrasındaki gelişmeleri bildiği halde bunlardan sadece kendi konumunu meşru kılacakları kullanıp diğerlerini karartıyor mu? Dünya medyası takip edildiğinde her şey gayet normal seyrinde gidiyor. Afrika’ya mahsus darbeler, kendi halkını istediği gibi ezmelerin yaşandığı tabii süreç içinde güllük gülistanlık bir Ortaafrika Cumhuriyeti vardı. Birden bire kendilerine Seleka diyen bir grup türedi, nasıl oldu bilinmez başkent Bangui’ye indiler ve François Bozize gibi hileli de olsa devletbaşkanlığı koltuğuna yapışmış adımı alaşağı edip iktidarı ele geçirdiler. Ondan büyük menfaatler elde eden Güney Afrikalılar canları pahasına onu savunsalar da çekilip gittiler. Michel Djotodia gibi hiçbir şeyden anlamaz birisi gelip devletin başına oturdu. Arkasından Hıristiyan halk galeyana geldi ve Seleka ile işbirliğine giren, hiçbirisinin Ortaafrika ile alakası olmayan çoğu Sudan ve Çad kökenli bir toplumun ülkelerine sahip olmalarına ve de evlerini, kiliselerini yakmalarına, mallarını yağmalamalarına, içlerinden en az bin kişinin öldürülmesine aşırı tepki duyup onların makineli silahlarına karşı, kendilerine antibalak diyen grup, ellerine geçirdikleri palalarla karşı koydular. Fransa devleti büyük bir özveri ile Mali’de kendi başına gerçekleştirdiği Serval Operasyonu ardından bu defa Sangaris ile Ortaafrikalıları bu işgalden kurtarmak için BM’den izin alıp geldi. Bu arada Afrika Birliği de burada etkisi olmayan Orta Afrika Bölgesi devletlerinin barış gücü askerlerine ilaveten Ruanda ve Burundi’den gönderdiği MISCA ile destek çıktı. Seleka denen Bangui’de huzuru kaçıran baskıcı unsurun elindeki silahlar toplantı. Geçici devletbaşkanı ve bakanlar da bu durumu tespit ediyor. Hatta Seleka içinde aklı başındaki eski yöneticiler hatalarını anlamışlar, Katolik, Protestan ve Hırsitiyan iken Müslüman olup bir de kendini bu ülke Müslümanlarının temsilcisi gösteren İmam dahil her üçü de tüm sorumluluğu Seleka’ya yükledikten sonra başka sebep araştırmak abesle iştigalden öteye geçmeyecektir. Tek sıkıntı tüm gayretlere rağmen antibalakaların ellerine geçirdikleri Müslümanları diri diri doğramaları, yakmaları, tüm evlerini, camilerini yakmaları bir türlü önlenememesidir. Bunun içinde ülkenin kuzeyine dağılan tüm Seleka ve de Müslümanalrın ellerindeki son silaha kadar hepsinin alınmasıdır. Canlarını kurtaran yüzbinlerce Müslüman ülkeyi terk etti. Hala edemeyeneler var ve onları korumak için de bir şey yapılamıyor. Onları kurtarmak için MISCA içindeki Çad askerlerinin antibalakaya karşı kullandığı silahlı müdahale ise masum insanları öldürmeye dönüştü. BM’de bunu tasdikledi. Haliyle BM artık Sangaris ve MISCA’nın görevini yapmış, bundan sonra gelecek 12.000 kişilik barış gücü askeri Ortaafrika’da gerçek huzuru sağlayacaktır. Dünya basınında ortaklaşa anlatılan Ortaafrika dramının gerçek yüzü budur.

Bu izahtan sonra acaba hangi devlet, velev ki Müslüman bir ülkenin yetkilisi olsa, sadece Ortaafrikalı Müslümanları suçlayacaktır. Evet masum çocuklar, kadınlar, yaşlılar bu zulmü hak etmediler, ama onlar da Seleka’ya arka çıkarak bir anlamda suça iştirak ederek cezalarını ödüyor denecektir. İki yaşındaki çocukların parmaklarını kesenler bunu haklılık psikolojisi içerisinde yapmış olarak takdim edilmektedirler.

Ortaafrikalı Bir Müslümanın Anlattıkları ile Çelişen Temel Konular

İsmini vermek istemeyen, ama özellikle son bir yıldır yaşanan süreçte Ortaafrika’da gördüklerine inanamayan bir yetkilinin anlattıkları insanın değil insanlığın kanını donduracak seviyededir. Eğer bugün diyor Ortaafrika’da işler planlandığı gibi gitseydi en az Ruanda’daki gibi bir milyona yakın Müslüman soykırımından geçecekti. Bunu vahşeti önleyen Çad’ın MISCA’daki askerleri ve sayıları az da olsa yine aynı barış gücündeki Burundili askerlerdir. Birinci plan tutmamıştır ve Müslümanlardan ne kadar insanın sırf dünya kamuoyunda bu dine inananları aşağılamak için hunharca öldürüldüğü sayıca bilinmese de istedikleri mesajları verdiler. Dünya Müslümanları da bu vahşi manzaraları seyretmenin dışında kılını bile kıpırdatmadı, kıpırdatamadı. Çünkü onların gözünde asıl sorumlu olarak Seleka ve aklına estikçe Ortaafrika’nın içişlerine karışan Çad devleti gösterilmişti.

1960 yılında bağımsızlığını elde eden bu ülke 2003 yılı dahil hep diktatörlük görmüş, askeri darbelerle mahvedilmiş, arada nefes alacağı zaman hemen üzerine yeni bir müdahale gelmiş, en son Çad’ın da güvenini alan, daha doğrusu Çad’ı kandıran François Bozize darbe yağmış. 1903 yılında Fransız sömürge idarecilerinin emellerine engele olma ihtimali olan Müslümanlar en az iki asır içinde oluşturdukları kendi hakimiyet alanlarından kovulmuşlar, son elli yıldır yine Hevsa Müslüman toplumun bir köyü iken sömürge karakoluna dönüştürülen başkent Bangui dahil yavaş yavaş eski yurtlarına dönmüşler. Sağlık, eğitim, ulaşım, hak, hukuk gibi en tabii insani haklardan mahrum olsalar da onlar ticaretle kendilerine geçim tarzı oluşturmuşlar. Mali’den, Senegal’den, Nijer ve Nijerya’dan, Sudan’dan ve özellikle Çad’dan gelenlerin sayısı yüzbinleri bulmuş. Yerli animist ve son 70/80 yılda misyonerlerin Hıristiyanlaştırdıkları ile karşılıklı huzur ortamı içinde yaşamışlar. Kendilerine verilmeyen haklarının peşine düşseler dahi alamayacaklarını anlamaları zor olmamış. Özellikle eğitimsizlik bellerini çok bükmüş ve çocuklarını okutmak istediklerinde ise Ortaafrika’da misyoner okulu dışında tercih yokmuş ve mutlaka Hıristiyan olma şartıyla kabul edileceklerini anlamışlar. Onlar da cahil kalalım daha iyi demişler, ama bazıları fırsat bulup Sudan’da, Mısır’da, Arap ülkelerinde, hatta Michel Djotodia gibi Hıristiyan adı alıp Sovyetler döneminde Rusya’ya gidip okuyan Müslümanlar olmuş. İşte bu Müslümanlar Ortaafrika üzerinde çokuluslu şirketlerin oynadığı oyunları ve onlarla işbirliği içindeki bir avuç rüşvetçi, menfaatperest Hıristiyan ve animist idarecileri keşfetmiş.

François Bozize’nin iktidarı ele geçirme dışında art niyetlerini hiç düşünmeden Müslümanlarla ortaklaşa idare kuracağım dediğinde Çad’ın da desteğini alarak 2003 yılında onu başlarına geçirmişler. Ancak bu ihtiraslı Protestan subay, kısa zamanda kendisine papazlık unvanı alıp bir de özel kilise kurup kendinden önceki seleflerinin yaptıklarını çok geride bırakacak baskılara girişmiş. Önce bakanlık ve devletin üst kademelerine taşıdığı Müslümanları oralardan uzaklaştırmış. Bunlara adeta terörist muamelesi yapmaya başlamış. Onların kendi tabii coğrafyaları olan kuzeydeki Briao, Ndele gibi şehirleri Fransız hava birliklerine bombalatmış. Müslümanlar ise farklı direniş örgütleri ile onu iktidardan uzaklaştırmak için yaklaşık altı/yedi yıl mücadele etmişler. Ülkenin altın, elmas, uranyum ve petrol kaynaklarını Güney Afrikalılara vermeye başlaması ile Fransa ile arası açılmış. Müslümanların onu devirme girişimi Fransa’nın burada Fildişi, Mali, Libya gibi doğrudan müdahalesine gerek kalmadan kolayca hallolmuş.

Michel Djotodia ile birçok ortamda ülkenin kaynaklarının kullanım hakkını hiçbir ülkeye vermemesi konusunda anlaşmak istemiş. Oysaki hazinesi sıfırlanmış, bir müddet kaldığı Sudan, Benin ve Rusya dışında herhangi bir ülkeyi yakinen tanımayan Michel Djotodia için mevcut kaynakları eski rüşvetçilere yedirmemek birinci esas olmuş. Tabii yıllarca hiçbir alanda işletmesi olmayan, tüm ihaleleri alıp herhangi bir adım atmadan paraları iç eden adamlar halkı Seleka, Müslümanlar, Çadlılar, Sudanlılar diye galeyana getirip yeni idarenin işlemez hale gelmesini sağlamışlar. François Bozize’den kolay kurtulan Fransa için Michel Djotodia’yı iktidardan atmak birkaç hamlelik girişimle gerçekleşecekti. Her üç dini temsil edenler ki aslında Müslümanların temsilcisinin ardından giden bir tek Müslüman olmasa da o da yegane temsilci gösterilip,  durmadan Seleka ve iktidarın aleyhinde açıklamalar yaptırıldı. Ortaafrika’da din savaşı çıkacak diye  ortalığa korku saldırdılar. Kamerun-Ortaafrika sınırında özel kamplar kurulup burada antibalakalar özel eğitimden geçirildiler. Aylarca Bangui’de Müslüman avı yapacaklar yetiştirildiler. Uganda’dan ve Güney Sudan’dan paralı askerler getirilip antibalakaların içine salındılar.

Bangui ve çevresinde, güneyde Kongo sınırlarına, doğuda Uganda ve Güney Sudan, batıda Kamerun sınırlarına yakın tüm bölgeler Müslümanlardan arındırılacaktı. Bunun için ne gerekiyorsa yapılacaktı. Bangui’de kalma durumu olan Müslüman velev ki kundaktaki çocuk olsa yok edilecekti. Evleri basılacak, el bombaları ile tahrip edilecek, camileri yıkılacak veya barlara dönüştürülüp içki içilen ve dans edilen mekanlar yapılacaktı. Ortaafrikalı binlerce görgü tanıklarının anlattıklarını bugüne kadar kaydeden sadece Fransız haber ajansları vardı. Bunların neredeyse hiçbirini henüz yayınlamadılar. İnsanları yayınlayacağız deyip konuşturdular ama neredeyse her cümlesi Fransız askerlerini suçlayan ifadelerini kendilerine zarar verecek diye yayınlamadılar. Bangui’nin en güzel villalarına sahip olan Müslümanlardan canlarını kurtaranlar kendilerini şanslı sayıp önce Allah’a, sonra da Çad askerlerine dua ediyorlar.

Fransa şimdi Dhaffane Mohamed Moussa gibi eski Seleka liderini öne çekerek onu tüm Müslümanları silahsızlandırmak için aracı olarak kullanmaktadır. François Bzozize’nin devrilmesi sürecinde direniş ittifakının önemli isimlerinden olan bu Müslüman komutan Michel Djotodia’nın Bangui’de geçici devletbaşkanı olması, kendisinin kurulan hükümette bakan yapılması sonrasında girdiği bazı özel ilişkilerle ilk planda onu öldürüp yerine geçmeye kalktı. Evinde yemeğe davet etti Djotodia’yı öldürtmek için her hazırlığı yaptıysa da kardeşlerinden birisinin geçici devletbaşkanına haber vermesiyle onu öldürme planı evinin önüne kadar gelen askerler arasında çıkan çatışma ile boşa çıktı. Kendisi yaptığı bu planın cezası olarak Bangui’de göz hapsinde tutuldu. Michel Djotodia’nın gideceği anda ise serbest bırakıldı. Şimdi barış gücü askerleri ile poz verip arkasında neredeyse ona bağlı kimse kalmadığı halde barışın temsilcisi gibi pozlar vermektedir.

Ortaafrika deyince buradaki en önde gelen direniş hareketi liderlerinden birisi Abdullah Miskin idi. Aslen bir Hıristiyan olan bu eski milis 2013 yılı Mart ayında başkent Bangui’ye yürüyen Seleka’ya destek verdi. Ancak onun bu mücadelede katkısı yok denecek kadar azdı, ama kendi adına çok şey talep etti. Verilmeyince de isyan edip Seleka ile çatışmaya girdi. Birçoka damını kaybederken kendisi de yaralandı. Halen Kamerun veya Benin’de yaşasa da Sara ırkına mensup ve Hıristiyanlıkla bağlantısı devam edildiğine inanılan Abdullah Miskin’in Ortaafrika’da kalan adamları da antibalaka içinde Müslümanların öldürülmesi olaylarına karıştıkları iddia edilmektedir.

Ortaafrika Müslüman Komitesi başkanı adıyla diğer iki Hıristiyan mezhebi din adamıyla barış beyanları vermektedir. Ama tahrip edildikten sonra bara çevrilen camisine dahi sahip çıkamayan, öldürülen binlerce Müslümanın en ufak şekilde dahi hakkını savunmayan, 2013 yılı Mart ayında Seleka Bangui’ye girmeden önce Bozize’nin yanında onlara terörist diyen imam Oumar Kobine Lamaya da Dhaffane gibi bu toplumu temsil etmemektedir.

Ortaafrika Müslümanları ülkenin kuzeydoğusundaki birçok şehre hakimler buraları her ne pahasına olursa olsun korumaya niyetliler. Fransa ise Ortaafrika’da iki başlı, ayrılmış veya federe yeni bir yapı istemiyor. Çünkü yerin altı ayrı zengin, üstü daha zengin. Ormanları büyük bir kaynak. Demir madenlerini 50 yıldır işletmek isteyen Japonlara bu hakkı vermemeleri için adeta iktidarlar yıkılıyor. Çad sınırına yakın gölgeleri petrol yatakları olarak kabul ediliyor. Burada kurulacak bir Müslüman hakimiyeti Fransa’nın bölgede çok zor nüfuz kurmasını sağlayacaktır.

 

Share.

Yazar Hakkında

Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi. 1964 yılında Vezirköprü’de doğdu. Merzifon İmam-Hatip Lisesi (1982) ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1987) eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı bursuyla yüksek lisansını (1991) ve doktorasını (1996) Paris’te tamamladı, aynı yıl Üsküdar’da İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) araştırmacı olarak çalışmaya başladı. 2002’de doçentlik unvanı aldı. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü öğretim üyesi ve bölüm başkanı oldu. 2008-2011 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık’ta Afrika ile ilgili konularda müşavir olarak görev yaptı. 2009 yılında profesörlük unvanı aldı. 2011 yılı Eylül ayında görev değişikliği yaparak İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim dalına geçiş yaptı. 2013 yılı Mart ayında Afrika ülkelerinden Çad Cumhuriyeti’nin başkenti Encemine’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyükelçisi olarak göreve başladı ve iki buçuk yıl bu görevini sürdürdükten sonra 2015 yılı Ağustos ayında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı olarak tayin edildi. Batı Afrika Ülkelerinden Mali Cumhuriyeti’ndeki ilk ve öğretim seviyesindeki özel eğitim kurumları medreseler üzerine hazırladığı doktora çalışması IRCICA tarafından L’enseignement islamique en Afrique francophone: Les médersas de la République du Mali adıyla Fransızca olarak 2003’de İstanbul’da basıldı. Geçmişten Günümüze Afrika (Kitabevi, İstanbul 2005); Osmanlı-Afrika İlişkileri (Kitabevi, İstanbul 2011/1. baskı, 2013/2. baskı, 2015/3. baskı); Les relations turco-tchadiennes: La politique ottomane en Afrique centrale (TİKA, İstanbul 2014) adlı kitaplarının yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi-İSAM tarafından yayımı tamamlanan İslam Ansiklopedisi için önemli kısmı Afrika hakkında 95 madde yazdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Afrika”, “Osmanlı Afrikası”, “Osmanlı-Fransa Münasebetleri” ve “Osmanlı’da Dini Hayat” üzerine araştırmalar yapmakta olup bu konularla ilgili basılmış kitapları, farklı dergilerde bu konular hakkında çok sayıda makalesi, yurt içi ve yurt dışında düzenlenen ilmi toplantılarda takdim ettiği tebliğleri yayımlanmış bulunmaktadır. Evli ve üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve İngilizce yanında Paris Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Milli Enstitüsü’nde (INALCO/Institut National des Langues et Civilisations Orientales) eğitimini aldığı Bambara ve Volof Afrika yerel dilleri ile ilgili dersleri takip etmiştir. Prof. Dr. Ahmet Kavas, hâlihazırda Afrika Araştırmacıları Derneği’nin (AFAM) kurucu başkanlığı görevini yürütmektedir.

Yorum Yap