Avrupa Neresi? Afrika veya Başkaları Neden Avrupalılaşamadı?

0

16. yüzyılda birkaç bugünkü Avrupa ülkesi, okyanuslar üzerinden dünyanın farklı noktalarına ulaştıkça elde ettikleri her yeni fırsatı, tüm toplumların önüne kendilerini koyacak şekilde değerlendirdiler. Bilinen tüm tarihleri savaş, soykırım, insanlık dışı uygulamalarla devam ederken bir anda içine düştükleri bütün çıkmazlardan kurtulmanın yollarını aradılar. Arada bir de olsa herkesin hoşuna gidebilecek konulara öncelik verdiler. Bunlar beğenildikçe de onların arkasına diğer ne kadar olumsuzlukları varsa saklayıp yegâne örnek kıta görünümünü mütemadiyen takdim ettiler. Yeniçağ toplumları için kültür deyince akla Avrupa gelecekti. İnsan hakları geneli yanında kadın hakları, çevre, hayvan hakları, demokrasi, cumhuriyet, laiklik, bilim, sanat, edebiyat vs. akla gelebilecek ne varsa hepsinin anavatanı oluvermişti. Hiçbir kimsenin dersine muhtaç olmayan ama herkesin ders verme yetkisini sadece kendisinde gördüğü bir kıta oluvermişti Avrupa. Acaba saklanan gerçekler ile reklam edilen konular birebir uyuşmakta mıydı? Eğer bu kadar mükemmelse onu örnek alan veya almak zorunda bırakılan tüm Afrika toplumları ve Asyalılar, niçin aynı değerleri bir türlü üretemiyorlardı? Amerika yerlileri ise hayat hakkını dahi kaybettikleri için sınırlı sayıda kalan küçücük toplumları, sadece numunelik olma dışında bir yer kaplamayacaklardı.

Avrupa deyince o kadar şartlanmışız ki sanki birkaç bin yıldır Avrupa adında bir kıta varmış gibi bir düşüncenin esiri olmuşuz. Oysaki İngiltere ne zamandan beri Avrupa’nın bir parçasıdır. Hatta İskandinav ülkeleri, Benelüks ülkeleri, Almanya, Polonya, İtalya, çok değil 30 yıl öncesine kadar Yugoslavya denen ülke, Romanya, Bulgaristan, dahası Beyaz Rusya, Ukrayna veya Rusya mı Avrupa’nın asli unsuru idi? Yoksa bir coğrafyaya bizim Arapça’dan aldığımız “kıta” kelimesi yerine kendileri “kârre” derken, Avrupa dillerinde “continent” da aynı şekilde etrafı denizlerle çevrili bir yer olarak mı anlaşılması gerekiyor? Halbuki Avrupa coğrafi olarak bir kıta değil sadece Asya’nın batıdaki uzantısı olduğu içinde son zamanlarda Avrasya denmesi tercih edilmektedir.

Bugün Avrupa’nın sınırları Karadeniz üzerinden Gürcistan’a kadar uzanarak 10 milyon km²’den fazla bir kara parçası Avrupa sayılır da İstanbul Boğazının batı yakası fiilen Avrupa olduğu halde Türkiye, Avrupa ülkesi sayılmaz. Gerçekten Avrupalı, Afrikalı, Amerikalı, Asyalı diye bir kimlik var mıdır? İçlerinde üzerinde yaşayanların en az övünmesi gerekenler Avrupalılar olsa gerektir. Çünkü Asya ismi de Afrika veya Amerika bile bir kıtaya ad olarak daha önceleri konmuştur.

Fenikeliler “güneşin battığı taraf” anlamında “ereb” kelimesini kullanırlarmış. Arapça’daki “mağrib” kelimesi de aynı asıldan (kökten) gelse gerektir. Milattan önceki bin asra damgasını vuran Fenikeliler için Ege Denizi bilebildikleri dünyanın merkezi imiş ve bugünkü Yunanistan kıyıları da onlar için güneşin battığı taraf olarak asırlarca kalmış. Belki biraz sınırları genişleyip tüm yarımadaya “ereb” demişler. Bu kelime belki bin yıldan fazla bu özelliği ile yerleşerek kullanılmış. 16. yüzyıla gelene kadar Avrupa ismi bugünkü Yunanistan’ı bir türlü aşıp da ne bugün kıtanın ortalarına, hele hele batısına hiç isim olmamış. Kısacası güneşin battığı yerlerde yaşayanlar bilinen ne Antikçağ’da, hele hele de Ortaçağ’da hiç Avrupalı olamamışlar.

Bugün 10 milyon km²’lik alanda 51 Avrupa ülkesinin olduğu kabul edildiğinde toplam 850 milyon insan 110 civarında resmi dil yanında sadece kendi mensuplarınca konuşulan binden fazla yerel dil konuşmaktadırlar. Bir toplumun farklı dil konuşmasını, bağımsız devlet kurmak için yeterli şart olarak ileri sürdüğü Afrika’da, Asya’da, hassaten Ortadoğu’da sadece içsavaşlara zemin hazırlarken kendi topraklarında ise sınırları bile kaldırıp tek kıta, tek devlet, tek toplum sevdasına kapıldı Avrupa. Ama İspanya’nın parçalanması karşısında çözüm üretemez hale gelip kazdığı kuyuya düşüverdi. Katalonya bir başlangıç, bunu Toskana, Korsika, Bask, Bretonya, Flemenya, Bavyera ve daha niceleri kendileri için örnek alabilir. Avrupa dün tohumlarını ektiği ayrılıkçı siyasetlerinin kendi içinde filizlenebileceğini hesap etmemişti.

Son iki asırdır ise “Avrupalı olmak”, adeta “insan olmak” ile eş anlamlı gibi kullanılır olmuş. Tüm insanlığın şuur altına o kadar ustalıkla işlenmiş ki bugün hak arayan, hukuk arayan, insanlık adına bir şeylerin peşine düşen tüm benliğinden vazgeçip, servetini yok edip ya tek başına, ya da ailecek Avrupa’ya adım atabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bir an evvel insanlığın bu yanlış sevdadan vazgeçmesi gerekmektedir. Avrupa denilen ve de bir kıta özelliği dahi olmayan coğrafya tarih boyunca olduğu gibi gelecekte de insanlığın kaderinde büyük yaralar açacak gelişmelere doğru hızla ilerliyor. Çoğu Asya, önemli bir kısmı Akdeniz havzasından asırlar içinde sızan toplumların melezleşmesiyle oluşan Avrupalı toplumların ırkçı söylemleri hiçbir tarihi gerçekle uyuşmamaktadır. Bu kadar çok yer değiştiren göç almak zorunda kalan, göç veren bir coğrafyada ne ırk, ne millet, ne de Avrupalılık gibi yapay bir kimlik sadece iddiadan ibarettir. Herhangi bir Avrupa dilinin binlerce yıl değil, üç veya dört asırdan öncesi ya Latince’ye veya Yunanca’ya, biraz da İbranice’ye dayanır, az daha kökenine inince Farsça, hatta Hintçe kelimelerin aşırılmasından ortaya çıktıkları anlaşılır.

Her geçen gün Avrupa’da ülke milliyetçiliği, ırkçılık kimliğini fazla dile getirmeden Avrupacılık sevdasına bürünerek palazlandırılmaktadır. Bu ruhî bir savunma halidir, çünkü sömürgecilikle soyup soğana çevirdikleri dünya toplumları tarihe mal edilir, unutturularak hal yoluna gidilir düşüncesine aldanmadı. Memleketlerinden gasp edilen her şeyin peşine düştüler. Başkalarını dışlayarak ve de üstün kılarak rafa kaldırdıkları geçmişin derin hesaplarından kaçamayacaklar. Avrupa kimliği uydurması kurtarıcı olamayacaktır. Eğer makbul bir durum olsaydı zaten bunu işgal edip sömürdükleri her bir topluma da aşılarlar ve onlar da kendileri gibi Avrupalı olurdu. Böylece de ne Afrikalı, ne Asyalı, ne de Amerikalı kimliği kalırdı: Bu eski sömürgeciliğin dilini zoraki resmi dil kabul edip okuyup yazarak, hatta konuşarak kabullenmeye benzemez. Benzemedi de zaten ve hiçbir Afrikalı Avrupalılaşamadı. Çünkü temelinde çok dar bir çevreye hapsedilen “Avrupalılık” duygusu kendinden olmayanı diline, dinine, rengine, örfüne, âdetine bakmadan dışlayan yapay bir kimliktir. Esperanto dili (orijinal adıyla Lingvo Internacia, Leh göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından 1887 yılında yaratılan yapay dil) gibi yapay bir özentidir. İnsana boş yere epeyce vakit geçirtir. Bir Bosnalı Avrupa’nın merkezinde kendini bir Fransız’dan, İtalyan’dan, hatta Alman’dan çok Anadolu insanına, Türk’e, Arab’a, İranlıya daha yakın hisseder. Bu sadece dinî bir yakınlık değildir. Tecrübeyle sabit insanî bir yaklaşımdır. Aynı durum Arnavut, Bulgar, hatta Yunan için de geçerlidir. Avrupalılık giderek ilacı bulunmaz bir hastalığa dönüşmekte, gerçekte olmayan ırklar, dar bölge tutuculukları, derinliği bulunmayan kültür dokuları yerine kendi dar sınırları içinde bocalayıp çökmeden herkesin elinden çekip alan değil paylaşan, insanî değerlerin evrenselliğine saygı duyan bir olgunluğa muhtaçtır. Peki, ama nasıl?

Share.

Yazar Hakkında

Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi. 1964 yılında Vezirköprü’de doğdu. Merzifon İmam-Hatip Lisesi (1982) ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1987) eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı bursuyla yüksek lisansını (1991) ve doktorasını (1996) Paris’te tamamladı, aynı yıl Üsküdar’da İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) araştırmacı olarak çalışmaya başladı. 2002’de doçentlik unvanı aldı. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü öğretim üyesi ve bölüm başkanı oldu. 2008-2011 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık’ta Afrika ile ilgili konularda müşavir olarak görev yaptı. 2009 yılında profesörlük unvanı aldı. 2011 yılı Eylül ayında görev değişikliği yaparak İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim dalına geçiş yaptı. 2013 yılı Mart ayında Afrika ülkelerinden Çad Cumhuriyeti’nin başkenti Encemine’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyükelçisi olarak göreve başladı ve iki buçuk yıl bu görevini sürdürdükten sonra 2015 yılı Ağustos ayında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı olarak tayin edildi. Batı Afrika Ülkelerinden Mali Cumhuriyeti’ndeki ilk ve öğretim seviyesindeki özel eğitim kurumları medreseler üzerine hazırladığı doktora çalışması IRCICA tarafından L’enseignement islamique en Afrique francophone: Les médersas de la République du Mali adıyla Fransızca olarak 2003’de İstanbul’da basıldı. Geçmişten Günümüze Afrika (Kitabevi, İstanbul 2005); Osmanlı-Afrika İlişkileri (Kitabevi, İstanbul 2011/1. baskı, 2013/2. baskı, 2015/3. baskı); Les relations turco-tchadiennes: La politique ottomane en Afrique centrale (TİKA, İstanbul 2014) adlı kitaplarının yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi-İSAM tarafından yayımı tamamlanan İslam Ansiklopedisi için önemli kısmı Afrika hakkında 95 madde yazdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Afrika”, “Osmanlı Afrikası”, “Osmanlı-Fransa Münasebetleri” ve “Osmanlı’da Dini Hayat” üzerine araştırmalar yapmakta olup bu konularla ilgili basılmış kitapları, farklı dergilerde bu konular hakkında çok sayıda makalesi, yurt içi ve yurt dışında düzenlenen ilmi toplantılarda takdim ettiği tebliğleri yayımlanmış bulunmaktadır. Evli ve üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve İngilizce yanında Paris Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Milli Enstitüsü’nde (INALCO/Institut National des Langues et Civilisations Orientales) eğitimini aldığı Bambara ve Volof Afrika yerel dilleri ile ilgili dersleri takip etmiştir. Prof. Dr. Ahmet Kavas, hâlihazırda Afrika Araştırmacıları Derneği’nin (AFAM) kurucu başkanlığı görevini yürütmektedir.

Yorum Yap