Türkiye ile Afrika arasındaki siyasî ilişkiler oldukça köklü bir tarihe sahip olmasına rağmen Türkiye’nin, Afrika ile siyasî ilişkilerini hızlandırmakta oldukça geç kaldığını söylenebilir. 868’de Mısır’da Tolunoğulları, 934’te Ihşidiler, 1171’de Eyyubiler ve 1250’de Memlukler ile kıtada varlık gösteren Türkler, Osmanlı Devleti’nin 1517’de Mısır’ı fethetmesiyle birlikte hâkimiyet ve idarelerini çok geniş bir alana yaymışlardır. Yaklaşık 10 asır boyunca Afrika’ya hâkim olan Türkler, 20. yy’da kıtaya adeta yüz çevirmiş ya da yüz çevirmek durumunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin Akdeniz, Kızıldeniz, Doğu Afrika ve Aden Körfezi’nde kadırgalarını gezdirdiği zamanlar, Kuzey Afrika’dan Sahraaltı Afrika’ya kadar etki ve nüfuz ettiği zamanlar geride kalmıştı. Afrika’nın içlerine kadar giden asker ve sivil devlet görevlileri, tüccarlar, seyyahlar ve özel diplomatik misyonlar unutulmaya yüz tutmuştu. Türkiye’nin bugün Afrika’daki diplomatik hamlelerinde başarılı olması için öncelikli olarak kıtadaki geçmişini hatırlaması ve tarihsel tecrübelerinden istifade etmesi gerekmektedir. Peki, “Böylesine bir ihmalin gelecek kuşaklar üzerinde oluşturacağı ilgisizlik nasıl telafi edilecekti. Az da olsa belli seviyede eğitim görmüş her bir Osmanlı için Kahire dışında Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra, Sudan ve Somali kıyıları çok şey ifade ediyordu”.[1]
Geçmiş yıllarda oldukça önemli devlet adamlarımızın Afrika’da gerçekleştirdiği faaliyetlerin, Osmanlı’nın Afrika’ya yönelik dış politikasına yön verdiğini göz önünde bulundurursak, Türkiye’nin bugün Afrika’daki dış politikasına yön verecek bilgi üretimine dayalı akademik çalışmaları var mıdır? Afrika’ya olan ilgi ve Afrika ile ilgili olan çalışmaların sınırlılığını düşündüğümüzde öncelikli olarak Türkiye’nin bilgi ve akademik çalışma eksikliğinden dolayı istenilen başarının tam anlamıyla yakalanamadığını ifade edebiliriz. Örneğin kıtada görev yapan kamu personelimizin kaç tanesi Sadık el- Müeyyed Paşa’nın, Muhammed Mihri Efendi’nin, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin, Sami Çölgeçen’in, Cami Baykurt’un[2] vb. isimlerinin hatıralarını ya da seyahatnamelerini okumuştur? Osmanlı Devleti, çöküş dönemi yıllarında dahi kıtadaki Johannesburg’ta Mehmet Remzi Efendi, Harar’da Ahmet Mazhar Bey gibi hariciye personeli vasıtasıyla çok ciddi çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Evvela işimiz, Afrika’ya yönelik çözümler üretmekten önce Afrika’yı tanımak olmalıdır. Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerini istenilen düzeyde artırma potansiyeli vardır ve bunun en önemli ayağını da siyasî tarihimiz oluşturmaktadır. Bizlere düşen, geçmişten günümüze dostluk ve kardeşlik üzerine inşa edilen Türk- Afrika ilişkilerini tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkartmaktır.
Konuyla ilgili olarak emekli büyükelçi, Afrika Araştırmacıları Derneği (AFAM) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kavas son derece önemli ve yerinde tespit ve değerlendirmelerde bulunmaktadır:
“Bu kıtada görevli sadece ülkemiz diplomatları değil neredeyse tüm diğer ülkelerinkiler de büyükelçi veya diğer memurlar, bay veya bayan fark etmez, evli olanlar görev yerine tek başlarına gitmektedirler. Kendilerine verilen görevin en kısa zamanda tamamlanması en büyük arzularıdır. Afrika’daki sefaretlerimizin çoğu F bölgesi, yani A ile başlayan sıralamada en son sınıfta yer alan görev bölgesindedirler. Sahraaltı Afrika olarak tarif edilen bölge ülkeleri, genel anlamda hiç büyükelçilik yapmamış diplomatlarımızın ilk görev yerleridir. Kıta başkentleri onlar için adını, ilk defa duymasalar bile, hakkında hiç bilgileri bulunmayan şehirlerdir. Ne yapıp edip burada birkaç yıl kalma pahasına da olsa büyükelçi unvanı almak için katlanılacak zoraki bir görevdir. Ha Angola, ha Ankara esprileri biraz stres atmaya vesile olur. “Yeter ki büyükelçi olayım Encemine’ye bile giderim”, yani eski diplomatların bir kısmı sırf sefir olabilmek için yıllarca “Encemine, koy cebime” demiştir. Çünkü büyükelçi olunacak başkentler sınırlıdır, buralara gidecekler çok önceden bellidir, olur ya bir gün 1960-2008 yılları arasını sadece iç savaşla geçirmek zorunda kalan Çad’ın başkentine de bir sefaret açılırsa oraya bile gitmeye razıyım demektir. Fakat onlar için yarı ciddi, yarı şaka bu durum 2008’den sonra ciddiye döndü. Encemine dâhil Niamey, Nuakşot, Kotonu, Asmara, Antananarivo, Kigali, Vagadugu ve Bamako gibi nice merkeze sefirler atandı. Dahası Brazavil, Freetown, Librevil, Kampala, Harare, Lusaka ve Luanda’da sefaretlerimiz açıldı”.[3]
İlk olarak 1998’de uygulamaya konan Afrika Açılım Eylem Planı sonrası süreç içerisinde “alınacak her kararı uygulayabilecek yetişmiş insan eksikliği” Türkiye’nin dış politika alanında hızlı ve uygun kararlar almasına engel teşkil etmiştir. Her ne kadar Afrika ile ilgili bir takım yürütülmüş çalışmalar olsa da, Türkiye’nin Afrika’ya ilk ciddi yönelimi 2005’te başlamıştır diyebiliriz. 2005’te Türkiye’nin Afrika Yılı ilan etmesi Türk dış politikasında Afrika’ya yaklaşımların değişeceğinin açık bir göstergesiydi. Fakat burada bir mukayese gerçekleştirdiğimiz de Çin’in Afrika Yılı’nı bizden sonra ilân etmiş olmasına rağmen -her ne kadar kalıcı görünmese bile- kıtada önemli projelere imza attığını görmekteyiz. Türkiye’de Afrika’nın gerek kamu da gerek sivil toplum da gerek ise akademide yeterince çalışılmamış olması Türkiye açısından bir eksikliktir. Nitekim Anadolu’da devlet kurmadan önce Afrika’da devlet kurmuş olan Türkler, kıtayı yeni tanımıyorlar. Uzun yıllar Türk- Libya Dostluk Derneği Başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Emin Özbaş, bir sohbetimiz esnasında mealen şunları söylemişti: “Fransızlar, Afrika’da yaklaşık bir asır kaldılar binlerce Afrika uzmanları var. Biz ise on asır Afrika’da kaldık fakat Afrika ile ilgili çalışanlarımız maalesef bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az”. Afrika’ya yönelik sağlıklı bir dış politika belirlenmesi için alanında uzmanlaşmış nitelikli personel liyakat esaslı bir şekilde istihdam edilmelidir. Yani Ahbap- çavuş kapitalizmi, Türkiye’ye yalnızca Afrika alanında değil bütün dış politika ve kamu alanında zarar vermektedir.
Türkiye tarafından burs verilen Afrikalı öğrenciler, ülkelerine döndüklerinde Türkiye ile ilişkilerin güçlenmesi için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu noktada Türkiye çeşitli kamu kuruluşu ve STK’lar aracılığıyla burs verdiği öğrencilerin sayısını artırmakla birlikte bursların kapsamını ve niteliğini de artırmalıdır. Kaynaklar tabiri caizse israf edilmeden doğru ve yerinde kullanılmalıdır. Bu açıdan Afrika ile ilgili üretilecek tez ve diğer akademik çalışmalar Türkiye’ye doğrudan bilgi akışı sağlayacaktır. Çünkü maalesef batı emperyalizminin vahşice kurguladığı Afrika imajını henüz kırabilmiş değiliz. Bu sebeple insanımızın zihninde Afrika denilince genellikle kuraklık, açlık, yoksulluk, iç savaş, ölümler vb. canlanmaktadır. Örneğin Pulitzer ödüllü Kevin Carter’in Afrikalı çocuk ve akbaba ile ilgili fotoğraf. Herkes Afrika’daki açlık ve yoksulluktan bahsediyor fakat kimse insanları açlığa mahkûm edenleri yazmıyor. Ya da petrol uğruna öldürülen insanlığı… Bu yüzden Türkiye, Afrika’da başarılı olmak istiyorsa batı kaynaklı haber ve iletişim ağını değil Afrika’nın haber ve iletişim kaynaklarını doğrudan kullanabilmelidir. Böylece Afrika’da kuraklık haberlerinin içinin ne kadar boş olduğu daha iyi anlaşılacak insanlar bu kadar zengin su kaynaklarına sahip olan bir kıta nasıl kurak sorusunu sormaya başlayacaklardır.
Türkiye’nin son yıllarda Afrika’ya dair gerçekleştirmiş olduğu insani yardımlar ve kalkınma destekleri oldukça önemlidir. Fakat yapılan maddi yardımları değerlendirdiğimiz de bu kadar büyük bir kıtanın mevcut sorunları bir şeyler taşıyarak çözümlemek mümkün değildir. Dolayısıyla Afrika’nın sorunları Afrika’da çözümlenmelidir. Bu sebeple özellikle TİKA ve Afrika’da varlık gösteren STK’larımızın gerçekleştirdiği teknik alandaki eğitim faaliyetleri daha da artırılmalıdır. Örneğin geçmişte Somali’de yaşanmış olan iç savaş ve terör sorunları sebebiyle bir dönem Somali’ye gıda yardım kolileri adeta yağdırılmıştır. Fakat orada Türkiye’nin kurduğu tarım okulu tek başına daha değerlidir. Yani bir nevi Afrika’ya balık vermeyi bırakmalı ve balık tutmayı öğretmeliyiz. Zaten oldukça zengin olan kıta kaynakları, Türkiye’nin teknoloji transferi ve teknik desteğiyle amacına uygun bir şekilde işlenerek dünya pazarlarına açılabilir. Eğitim alanında gerçekleştirilen faaliyetler “tek başına” yeterli değildir. Bu anlamda “Afrika insanı ile sosyal ilişkileri geliştirmek bütünlüğü sağlamak üzerine de toplumsal projeler üretilmelidir”. Türkiye her ne kadar 2005’ten bu yana Afrika’da çok ciddi mesafe kat etse de kıtaya yeni sömürgeci yaklaşımlarla destek sağladığını iddia eden Çin gibi ülkeleri saf dışı bırakması için daha ciddi ve koordineli çalışmak mecburiyetindedir. Afrika ile ekonomik ilişkilerimizi iş adamlarımız daha da ileri bir seviyeye taşıyabilirler. Fakat bunun en önemli yolu yalnızca kendi kazançlarını değil, Türkiye’nin ve Afrika’nın da ne kazanacağını düşünmekten geçmektedir. Bu doğrultuda “Afrika’da yapılacak bir yatırımın Türkiye’ye de bir katkısı olmalı. Hem istihdam hem de geri dönüşüm açısından olmak zorunda. Özellikle Afrika’da inşaat, kimya, sağlık, ulaştırma gibi alanlarda güçlü yatırımlara ihtiyaç var. Afrika’da küçük işletmecilik devri kapanmıştır, ancak ortaklıklar kurarak büyük işlere talip olunursa ayakta kalınabilir”. Türkiye’nin cumhurbaşkanlığına bağlı Afrika ile ilgili bir başkanlık veyahut bakanlık kurması yükselen Afrika’nın yükselişinin Türkiye’den geçtiğinin en önemli göstergelerinden biri olacaktır.[4]
[1] Ahmet Kavas, “Turkey’s Africa Diplomacy”, Daily Sabah, 07.10.2018, https://www.dailysabah.com/op-ed/2018/10/08/turkeys-africa-diplomacy (Erişim tarihi: 15.10.2018); Ahmet Kavas, “Afrika’da Diplomasimiz Rayına Oturmayı Bekliyor”, 09.10.2918, Afrika Araştırmacıları Derneği (AFAM), https://www.afam.org.tr/afrikada-diplomasimiz-rayina-oturmayi-bekliyor/ (Erişim tarihi: 15.10.2018).
[2] Afrika’ya yönelik uygulamaya konacak Türk Dış Politikasına yön verebilecek kapasiteye sahip çalışmalar hakkında bkz. (Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Haz. İsmail Cömert, Ses Yayınları, İstanbul, 1992; Sâdık el- Müeyyed, Habeş Seyahatnamesi, yay. haz. Mustafa Baydemir, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999; Sâdık el- Müeyyed, Afrika Sahrâ- yı Kebîri’nde Seyahat, sunuş ve giriş: İdris Bostan, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul, 2010; Sami Çölgeçen, Sahra- yı Kebir’i Nasıl Geçtim?, haz. Ömer Hakan Özalp, ARK Kitapları, İstanbul; Cami Baykurt, Son Osmanlı Afrikası’nda Hayat, haz. Arı İnan, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009; Cami Baykurt, Trablusgarb’tan Sahrâ- yı Kebîr’e Doğru, sadeleştiren: Yüksel Kanar, Özgü Yayınları, İstanbul, 2011; Ömer Lütfi, Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Kitabevi, İstanbul, 2006; Halil Hâlid, Cezâyir Hâtıratından, Bedir Yayınları, İstanbul, 2007, 2. Baskı; Mahir Said Pekmen, Fizan Hatıraları, haz. Hasan Babacan- Servet Avşar, Türk Tarih Kurumu (TTK) Yayınları, Ankara, 2013; Halid Ziyaeddin, Musavver Mısır Hatıratı, haz. Abdülkadir Altın- Nazmi Eroğlu, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2016; Ahmet İhsan Tokgöz, Altı Hafta Nil’de Seyahat, çev. Kenan Karabulut, Pales Yayınları, İstanbul, 2018.
[3] Kavas, ibid.; Kavas, a.g.m.
[4] İbrahim Tığlı, “Afrika politikamızda yeni bir vizyona ihtiyaç var”, Yeni Şafak, 18.10.2018, https://www.yenisafak.com/yazarlar/i%CC%87brahimtigli/afrika-politikamizda-yeni-bir-vizyona-ihtiyac-var-2047340 (Erişim tarihi: 15.10.2018).