Giriş
Afrika kıtasına baktığımızda, öncelikle zaman içinde değişen bir sömürgecilik tanımı ve anlayışı görüyoruz. Eskiden Batı ülkeleri, doğrudan işgalle hammadde, insan gücü ve yeraltı kaynaklarına ulaşırken; günümüzde aynı gelişmiş ülkeler, yumuşak güç unsurlarıyla yerel halkın kültürlerini sömürme ve bu topraklarda nüfuz alanlarını genişletme yoluna gitmektedirler. Şüphesiz ki, sömürgecilik ve kültürel emperyalizmin kendini gösterdiği yegâne alanlardan biri de sinemadır. Afrika’da misyonerliğin temelleri, sömürgecilik politikalarına dayanmakta ve bu politikalar da Kıta Afrika’sının haklarını kimlik, dil, din ve topraklarından uzaklaştırmaktadırlar. Oryantalizm ise bu hedefe adeta kılıf olmuş ve Doğu’yu az gelişmiş olarak nitelendirerek, sömürü politikalarını haklı çıkarma misyonuna soyunmuştur. Hem sinema hem de coğrafya bunun bir parçası olarak addedilebilir, çünkü bu sanat dalının da kapitalist sistemle ayrılmaz bağları olduğu aşikârdır.
Bu yazıda, sömürge ve misyonerlik faaliyetlerini geçmişten günümüze detaylıca inceleyecek, ardından kolonyal ve post kolonyal dönemlerdeki sinemanın farklılıklarını ortaya koymaya çalışacağım.
Afrika’da Sömürge Tarihi
Avrupa’nın Afrika’daki varlığını 15. yüzyılın başına dek götürmek mümkündür. Bu kıtaya ilk yaklaşımlar ekonomik temelli olup, köle, değerli madenler, baharat ve palmiye yağı, Batı tarafından ele geçirilen başlıca kaynakları oluşturmaktadır. Avrupalı devletler, bu dönemde Afrika kıyılarına üsler kurup, burada depo/antrepo ve çiftlikler oluşturmuşlardır.
ABD sivil savaşı (1861-1864) sonunda bu ülkede ilga edilen kölelik, Batı Avrupa ülkelerinde de kölelik karşıtı bir kamuoyuna mahal vermiştir. Bunun sonucu olarak Fransa’da 1848, Portekiz’de 1858, Hollanda’da 1863 ve İngiltere’de 1867 yıllarında köle ticaretini yasaklayan kanunlar yürürlüğe konmuştur. Köle ticaretinin yasaklanması ise bir başka hedefi doğurmuş ve bu ülkelerin Afrika’nın iç bölgelerine yayılması baş göstermiştir. Afrika içlerine dışarıdan dini ve ilmi hüviyet adı altında görünen keşif seferleri başlamıştır. Bu durum Afrika topraklarının emperyalist genişleme amacıyla paylaşılması ve sömürgeleştirmeyi beraberinde getirmiştir. Peki, bu dönemde kim nereyi işgal etti? Portekiz, Güneybatı Afrika’da Yeşil Burun Adaları, São Tomé ve Príncipe ile Gine Bissau’ya girmiştir. 16. yüzyılda İspanya, Kanarya Adaları’na el koymuş ve ardından İspanya Ginesi, Fernando Po Adası ve Rio Muni (bugünkü Mbini)’ye uzanmıştır. Belçika, Kral II. Leopold’un şahsi hâkimiyeti altında bağımsız bir devlet olarak kurulan (1882) ve Berlin Kongresi tarafından bağımsızlığı kabul edilen (1885) Kongo’yu 1908’de sömürgeleştirmiştir. Yerli halka idarede yetki vermeyen ve onları eğitim hakkından mahrum ederek cahilliğe terk eden Belçika, Kongo’da sağlık ve misyonerlik faaliyetlerine hız kazandırmıştır. Yönetimde ise geniş yetkilere sahip şirketler etkili olmuştur. İtalya ise önce Kızıldeniz kıyısındaki Eritre’yi (1889), ardından Somali’nin güneydoğu kıyılarını (1893) hâkimiyeti altına almıştır. 1896’da ise Etiyopya’ya saldıran İtalya, Adva (Adoua)’da yenilgiye uğramış, ancak II. Dünya Savaşı öncesi (1935) milletlerarası şartların uygun olduğu bir ortamda burayı da topraklarına katmıştır. Ayrıca İtalya, Osmanlı’nın Balkan Savaşları ile meşgul olmasını fırsat bilerek, Trablusgarb ve Bingazi’yi de işgal etmiştir (1912).
Afrika’da Misyonerlik Tarihine Genel Bakış
Avrupa’nın Afrika iç bölgelerini ele geçirme süreci 18. yüzyıl sonlarını bulmaktadır. Bu amaçla Avrupalı ülkeler, önce önemli nehirlerin kaynaklarını keşfetme amacıyla dernekler kurmuşlardır. Bu dernekler aynı zamanda Hristiyanlığı yayma hedefine bağlı kalmış, kilise ve hükümetlerin desteğiyle iç bölgelere keşif seferleri gerçekleştirmişlerdir. Kilisenin desteklediği misyonerler, seyyahların arkasından Afrika’ya dağılmışlardır. Misyonerlerin faaliyet alanları, Güney ve Doğu Afrika’da Protestan; Orta ve Batı Afrika’da ise Cizvit ve Katolik çizgide ilerlemiştir.
19. yüzyılda Avrupa’daki sanayileşme ile beraber ucuz hammadde kaynakları ve yeni pazarlar bulma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Batı ülkeleri, Afrika, Güney Asya, Orta ve Güney Amerika’daki sömürge faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve Afrika toprakları paylaşılmıştır. 19. yüzyıl ortalarına dek, Afrika’da kıyılardaki ticaret merkezleri ve çiftliklerle varlığını sürdüren İspanya, Fransa, İngiltere ve Portekiz, iç bölgelerin (hinterland) egemenlik haklarına da sahip olduklarını iddia ederek bu yönde yayılmalarını sürdürmüşlerdir. Böylece kısa sürede tüm Afrika, Avrupa hâkimiyetine girmiştir. Örneğin, 1875’te kıtanın onda biri sömürge iken, 1895’te bu oran onda dokuza yükselmiştir. 20. yüzyılın başında kıtada sadece Fas, Etiyopya ve Liberya bağımsız kalabilmişlerdir. Tüm Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde fiili işgal prensibi ve hinterland teorisi etkili olmuştur. Avrupalılar arasında kıtadaki sömürge paylaşımında kısa zamanda bir anlaşmazlık doğmuş ve bu anlaşmazlığı görüşmek üzere Berlin’de 1884 -1885 tarihlerinde bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantı sonunda Berlin Senedi imzalanmış ve fiili işgal prensibi ile hinterland teorisi sömürgeci tüm ülkeler tarafından benimsenmiştir. Buna göre, kıyıda yerleşim alanı bulunan bir ülkenin, bu yerin arka (ard) bölgelerine de sahip olmaya hakkı vardı ve bunun için bu toprakları fiilen işgal etmesi gerekiyordu. Böylece Avrupalılar tarafından Afrika’da fiilen işgaller artmıştır. Diğer anlaşmazlıklar ise yapılan ikili antlaşmalarla çözüme kavuşturulmuştur. Örneğin, Sudan üzerinde Fransa ve İngiltere anlaşmazlığa düşmüş ve 4 Ağustos 1890 tarihli Fransa-İngiltere ikili antlaşmasıyla konu çözüme kavuşturulmuştur. Doğu Afrika’da İngilizler ve Almanlar 15 Haziran 1890 tarihli bir antlaşmayla uzlaşmış ve son olarak Orta Afrika’da İngilizler ve Fransızlar 21 Mart 1899 tarihinde antlaşma yapmışlardır. Böylece sömürgeci ülkeler, egemenlik alanlarını netleştirmişlerdir. Kıtada var olan yeraltı ve yerüstü kaynakları, ortalama ömrün düşük olmasıyla genç nüfus potansiyelinin yüksek olması gibi nedenler Avrupalıların bu topraklara ve insanlara olan ilgisini her daim canlı tutmuştur. Hristiyan Avrupa sadece kaynakları ele geçirmekle kalmamış, aynı zamanda kıtaya kendi izlerini de bırakmışlardır.
Şimdi gelelim bu izlere… Öncelikle Avrupa ya da Hristiyan Batı kıtaya iz bırakabilmek için misyonerlik faaliyetlerini çok yoğun yürütmüştür. Katolik Kilisesi 20. yüzyılı Afrika için ‘Hristiyanlık asrı’ ilan etmiştir. 1965 yılında II. Vatikan Konsülü’nde alınan kararla birlikte yeni coğrafyalara açılarak farklı din ve kültürlerden insanlarla yakınlaşma ve kaynaşma ilkesi yürürlüğe konmuştur. Günümüzde ise bu karara bağlı kalınmakta ve yüz bine yakın misyoner Afrika’da aktif rol almaktadır. Misyonerlik faaliyetleri hususunda bir diğer önemli nokta, her coğrafyaya göre esnek ve uyumlu bir diyalog yolu kullanılmış olmasıdır. Bu durum bana günümüz şartları ve Müslümanları ile bağlantı kurduğumda FETÖ terör örgütünü hatırlatmaktadır. FETÖ’nün ABD ve istihbaratı ile yakın ilişkisi aşikâr olup, Müslümanları eğitim ve sağlık gibi başlıklarla örgütleyerek aslında bir ABD kölesi haline getirmeye çalıştığı hiç de mantıksız değildir. Az sonra misyonerlik faaliyetlerini başlıklar halinde açıkladığımda benzerliğin ne derece güçlü olduğunu siz de görecek ve bana hak vereceksiniz. Konumuza dönersek, Hristiyanların misyonerlik faaliyetleri üç ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlar, eğitim/okullar, sağlık çalışmaları/hastaneler ve yetimhanelerdir.
- Eğitim/Okullar:
Afrika’da sadece Katolik Kilisesi okullarında on milyona yakın öğrenci mevcuttur. Bu okullarda kaliteli bir eğitim, geniş ve rahat şartlarda verilmektedir. Ancak Müslümanlar, çocuklarını bu okullara gönderme konusunda büyük bir çelişki yaşamaktadırlar. Mesela Sierra Leone’de Müslümanlar din değiştirmedikçe bu okullara alınmadığından bu kişiler din ve eğitim arasında bir bocalama yaşamaktadırlar. Müslüman çocuklar eğitim almadıkları için de, ülkede Müslümanlar çoğunlukta olsa bile yönetimde ve devlette söz sahibi olamamaktadırlar. Bir diğer önemli konu olan müfredata örnek olarak da % 96’sı Müslüman olan Cibuti’yi örnek verebiliriz. Cibuti’de eğitim-öğretim müfredatı Fransa tarafından belirlenmekte olup, Müslüman dünyaya ve Osmanlı’ya mesafeli ancak Fransa ve Batı hayranı bir nesil yetiştirilmektedir. Zeki öğrenciler ise Avrupa’ya burslu olarak gönderilmekte, daha sonra ise devşirilen bu unsurlar, yönetimde söz sahibi yapılmaktadırlar. Böylece halktan kopuk, Batı yanlısı ve kukla yönetimler ortaya çıkmaktadır.
- Sağlık Çalışmaları/Hastaneler:
Batılı ülkeler ve Katolik vakıflar tarafından desteklenen sağlık çalışmaları ve hastaneler yine eğitimde olduğu gibi geniş imkânlara sahiptir. Bu hastanelerde Hristiyan din adamları ve doktorlar beraber çalışmaktadırlar. Örneğin, % 70’i Müslüman olan Çad’ın başkenti Encemine’de ücretsiz sağlık hizmeti verilen alanlarda kiliseler de yer almakta ve Hristiyanlık propagandası yapılmaktadır. Nitekim bu durum, pek çok Afrika ülkesi için geçerlidir.
- Yetimhaneler:
Dünyadaki 150 milyon yetimin çoğu Afrika’da yaşamaktadır. İç savaşlar, kuraklık, gelişmemiş ülke politikaları derken bu sayı her geçen gün artmaktadır. Yetimhanelerde Müslüman aile çocukları kolayca Hristiyanlaştırılırken, zeki olanlar seçilerek Avrupa’da misyonerlik faaliyetlerine dahil edilmektedirler. Kilise kurumları aracılığı ile maalesef evlatlık olarak satılan çocuklar da mevcuttur. Buna örnek olarak, 2007’de Çad’da Fransız yardım kuruluşunda çalışan dokuz kişi, Sudan-Darfurlu yüzün üzerinde çocuğu Fransa’ya kaçırmak üzereyken havaalanında suçüstü yakalanmıştır. Fakat bu konu, maalesef medyada gözlerden uzak tutulmuştur.
Afrika’da Kolonyal ve Post-Kolonyal Dönem Sinemasının Farkı
Kolonyal dönemde Afrika sinemasına baktığımızda, Batılı yönetmenler ve Batı’dan gelen Afrikalı yönetmenler tarafından çekilen filmlerde Afrikalı öznesinin pasif ve öteki olarak beyaz perdeye yansıtıldığını söylemek şüphesiz ki yanlış olmaz. Böylelikle Afrikalıların uysallaştırılması ve edilgenleştirilmesi söz konusu olmuştur.
Dekolonizasyon girişimleriyle beraber Afrika sineması, yeni bir sinema dili arayışına girmiştir. Afrika sinemasının kolonyal dönemden post-kolonyal döneme geçişi, 1960’lı yıllarda ve devamında yaşanan ulus bilinci, anti-sömürgeci mücadele gibi toplumsal ve siyasal gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Ulus bilinci, tıpkı Afrika tarih ve edebiyatında olduğu gibi sinemasında da kendini göstermeye başlamıştır.
Sömürgeciler tarafından bozulan toplulukların mutlaka kültürel yıkımı da gerçekleştirilir ki, girilen coğrafyalarda amaca daha kolay ulaşılabilsin ve sömürenin etkisi daha uzun süreli olabilsin. Bu süreçte de Batı, sömürgecilik politikalarında aşağı ve bağımlı bir kimlik oluşturmuş ve bunu da Afrikalılara giydirmeyi başarmıştır. Böylece sömürülende kusurlu, vahşi, alt sınıf içselleştirilmesini gerçekleştirmek hedef seçilmiştir. Fanon bu durumu şu sözleriyle özetlemektedir: “Kendi yerel kültürel özgünlüklerinin katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış insanlar”. Elbette tüm bunların izdüşümünün toplumsal inşa noktasından adeta bir sanat dalı olan sinemanın yer alması da kaçınılmazdır.
Günümüzde bile Afrika sineması toplumsal sorunlarından bağımsız düşünülemez. Elbette yönetmenin bir toplumda kamerayı nereye çevireceği bir tercihtir ancak bugün sinemaya baktığımızda Afrika’da film karelerinin iç savaşlar, çocuk savaşçılar, uyuşturucu, madenler (elmas kaçakçılığı), AİDS, çocuk istismarı ve Ruanda katliamından oluştuğunu görüyoruz. Amerikan sinemasında abartıya bolca yer olduğunu bilmekle birlikte yine de Afrika’da bu başlıkların önemli birer toplumsal gerçeklik olduğunu biliyoruz. Bu sebeple, Afrikalılar için hem toplumsal ve siyasal hem de sanatsal konularda ayağa kalkmanın zamanı çoktan gelmiştir ve dost ülkelerin de katkısıyla bunu başarabileceklerine yürekten inanan biriyim.
Sonuç
Kenya’nın kurucusu Jomo Kenyatta şöyle der: “Avrupalılar, Afrika’ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim elimizdeydi, topraklarımız ise beyazların olmuştu.” Ne kadar da doğru bir tespit acı da olsa…
Afrika’da sömürge süreci bir hayli hızlı ilerlemiş ve etkilerini sinemada da göstermiştir. 20. yüzyılın başında Afrika’daki Hristiyanların nüfus içindeki oranı % 10 iken, bugün bu oran % 25’in üzerine çıkmıştır.
Afrika’da çekilen filmlerde sömürgeciliğin, misyonerliğin, emperyalizmin sonuçları fazlasıyla hissedilmektedir. Sinemadaki görsel ve işitsel öğeler, sinema endüstrisinin emperyalist güçlerinin amaçlarına hizmet etmiştir. Batı’nın sineması kendini haklı çıkarmanın peşinde olup, ABD ve Avrupa yapımı filmlerde misyonerlik izleri görülmektedir. Sinema dilindeki metaforlar, kiliseler ve kiliselere bağlı okul, hastane ve yetimhanelerin çevresinde şekillenmektedir ki bu sayede Afrikalı’nın zihninde yeni bir dünya algısı oluşturulmak istenmektedir.
Afrika filmlerinin senaryoları, silah kaçakçılığı, uyuşturucu kullanımı ve ticareti, çocuk savaşçılar, insan hakları ihlalleri, tecavüzler, parçalanan aileler çevresinde dolaşmaktadır. Kısacası hal böyle olunca siyah tenli insanların beyaz perdeye olumsuz yansıması söz konusudur. Bu bağlamda Afrika yüzünün bizim sinema sektörümüzde kısmen de olsa öne çıkarılması ama hak ettiği konumda roller üstlenmesi büyük önem arz etmektedir. Türkiye’de niye tarihi olayların bizcesini ele alan ve hakikatleri gün yüzüne çıkaran bir Sudanlı Zenci Musa, Râbih b. Fazlallah ve Darfûr Sultanı Ali Dinar filmleri çekilmesin ki…