Giriş
Modern uluslararası hukuk, devletlerin askeri güç kullanımını kolektif güvenliği sağlamak ve küresel barış ve istikrarı sürekli hale getirmek için yasaklamıştır. 20. yüzyılda yaşanan ve büyük yıkımlar getiren iki dünya savaşı, bu konuda somut ve bağlayıcı adımların atılmasını gerekli kılmıştır. Bu zaruret doğrultusunda başta Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde olmak üzere, çeşitli yollarla uluslararası ilişkilerde güç kullanımına sınırlandırmalar getirilmiştir. Ancak gerek BM’nin karar alma organı olan Güvenlik Konseyi’nin yapısının oluşturduğu sorunlar, gerekse uluslararası sistemin dönüşümünden kaynaklanan sorunlar güç kullanımı konusunda devletleri farklı yöntemlere başvurmaya sevk etmektedir.
26 Haziran 1945 tarihinde kabul edilen Birleşmiş Milletler Antlaşması, devletlerin askeri güç kullanımını sınırlandıran en temel belgedir. Antlaşma’nın imzalanmasından kısa süre sonra başlayan Soğuk Savaş döneminin kendi içindeki göreceli istikrarı ve iki dünya savaşından alınan dersler devletlerin askeri güç kullanımına olan yönelimini önemli ölçüde azaltmıştır. Ancak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle 1990’ların başından itibaren çok sayıda devletin bağımsızlığını kazanması, bölgesel ve küresel dengeleri değiştirmiş; çatışmalar yeniden artmaya başlamış ve birçok ülkede çeşitli nedenlerden ötürü iç savaşlar patlak vermiştir.
Yaşanan iç savaşlar, giderek uluslararası barış ve güvenliği tehdit etmeye ve küresel sorunlara sebebiyet vermeye başlamıştır. Krizlerin kitlesel ölümleri beraberinde getirmesi ve çevresel sorunlara yol açması insan hakları ihlalleri tartışmalarını gündeme taşımıştır. Bu durum uluslararası sistemin parametrelerini belirleyen başat aktörleri, küresel inisiyatif alma söylemleriyle sorunlara uluslararası normlar ekseninde yeni çözümler aramaya teşvik etmiştir. Ancak sorunların tanımı ve alınan önlemler, bölgeden bölgeye farklılık göstermesi münasebetiyle farklı tartışmalara zemin hazırlamıştır. Ciddi anlamda insan hakları ihlallerinin olduğu bazı coğrafyalardaki krizler uluslararası arenada zamanında ve gerektiği kadar lanse edilmemiştir. Buna karşılık neden ve sonuçları itibariyle daha az etkisi olan bir sorun ise süratle ve fazlasıyla uluslararası gündemin ilk sıralarında yer almıştır. Hâl böyle olunca büyük devletlerin domine ettiği uluslararası kurum ve normların yapısı ve işleyişi yoğun eleştirilere maruz kalmaktadır. 2011’de Libya’da yaşanan olaylar ile BM ve NATO (North Atlantic Treaty Organization/Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) gibi küresel güçlerin kontrolünde olan uluslararası örgütlerin insani müdahale şemsiyesi altında aldığı karar ve uygulamaların bu konuda önemli bir örnek teşkil ettiği iddia edilebilir.
2011 yılının başlarında Libya devlet başkanı Muammer Kaddafi’ye karşı düzenlenen protestoların büyümesi ve Kaddafi’nin muhaliflere karşı yürüttüğü operasyonlar neticesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)[1], 1970 ve 1973 sayılı kararları (2011) almış, daha sonra NATO’ya bölgede operasyon başlatma yetkisi vermiştir. Operasyonların sonucunda Ekim ayında Kaddafi öldürülmüş ve Libya’da rejim değişikliği yaşanmıştır. BM ve NATO, Libya müdahalesinin insani müdahale amacıyla yapıldığını ifade etmiştir. Buna ek olarak, 2005’te yapılan BM Dünya Zirvesi ile normlaşan «koruma sorumluluğu (responsibility to protect)» ilkesi de Libya müdahalesinde alınan kararların temel çıkış noktası olmuştur.
Libya müdahalesi koruma sorumluluğu normuna klasik bir örnek olarak gösterilmektedir ancak Libya’da yaşanan olayların boyutu, BM’nin başka bir çözüm bulunmasına fırsat vermeden çok kısa sürede askeri müdahaleye kapı aralaması, akabinde NATO’nun başlattığı askeri operasyon ve ülkede yaşanan rejim değişikliği; askeri operasyonun Libya’da elzem olup olmadığı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.
Bu çalışmanın amacı uluslararası sistemde askeri güç kullanımına getirilen temel sınırlandırmaları kronolojik olarak sıralamak, insani müdahale ve koruma sorumluluğu normlarının kavramsal açıdan tanımını yapmak ve bu normları Libya vakasına uygulamaktır.
1. BM’nin Askeri Güç Kullanımına Getirdiği Sınırlamalar
Negatif kurallar sistemi olarak tanımlayabileceğimiz klasik uluslararası hukuk döneminde savaşlar veya askeri güç kullanımı yasaklanmış değildi, bilakis savaşlar dış politika aracı olarak egemenlik yayma maksadıyla kullanılıyordu. Ancak bu durum yüzyıllarca devletlerin birbirleriyle savaşmasına neden olmuş, 20. Yüzyılda tarihin en büyük yıkımlarından olan iki dünya savaşı yaşanmıştır. Bu durum devletlerin harekete geçmesine ve devletleri bağlayıcı bazı normların/uluslararası hukuk kurallarının oluşturulmasına zemin hazırlamıştır. Modern uluslararası hukukta ilk kez 1928 yılında Briand-Kellog Paktı ile savaşların bir dış politika aracı olarak kullanılması yasaklanmıştır.
Savaşın yasaklanması ve askeri güç kullanımın kısıtlanmasına en kapsamlı ve bağlayıcı kuralları (diğer birçok uluslararası hukuk konusunda olduğu gibi), 24 Ekim 1945’te yürürlüğe giren ve tüm üye devletlerin taraf olduğu BM Antlaşması (Charter of the United Nations) getirmiştir. Bu antlaşmanın amaçları kısaca uluslararası barış ve güvenliği korumak, halkların hak eşitliği ilkesini ve self determinasyon hakkını gözetmek ve insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygıyı geliştirmek için kolektif işbirliği yapmak olarak sıralanabilir. Antlaşma aynı zamanda üyelerin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuştur. Buna binaen tüm üye devletlerin, devlet olmanın getirdiği zati haklarının olduğunun ve bu hak ve çıkarlardan yararlanabilmek için her devletin iyi niyetle ve dostça hareket etmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Antlaşma, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne, siyasi bağımsızlığına ve BM ilkelerine ters düşecek herhangi bir güç kullanma tehdidine veya güç kullanımına başvurmaktan kaçınmaya vurgu yapmıştır. Aynı zamanda Antlaşma, uluslararası sorunların veya uyuşmazlıkların -uluslararası barışın, güvenliğin ve adaletin zarar görmeyeceği şekilde- barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğini kararlaştırmıştır. Bu konuda kararları bağlayıcı olan BMGK yetkilendirilmiştir. Uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi konusu BM Antlaşması’nın VI. Bölümünde detaylı bir biçimde ele alınmıştır. Buna göre: Süregitmesi uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığa taraf olanlar, her şeyden önce görüşme, soruşturma, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik ve yargısal çözüm yollarıyla, bölgesel kuruluş ya da anlaşmalara başvurarak veya kendi seçecekleri başka yollarla buna çözüm aramalıdırlar (BM Antlaşması Madde 33).
BM Antlaşması’nın askeri güç kullanımı ile ilgili hükümleri metnin VII. Bölümünde «Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Alınacak Önlemler» başlığı altında ve 39-51. maddelerinde ele alınmıştır. Bu maddelerde BMGK’in, barışın tehdit edilmesi, bozulması veya bir saldırı eyleminin olması halinde müşterek barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden sağlanması için nasıl bir süreç yürüteceği açıkça ifade edilmiştir. BM Antlaşması, devletlere yalnızca meşru müdafaa hakkının kullanılması halinde askeri güç kullanma imkânı vermiştir.[2] BMGK kararlarının bağlayıcı olması hasebiyle tüm üye devletlerden alınan kararlara uyması ve BMGK’nin vereceği sorumlulukları yerine getirmesi beklenmektedir. Bu sorumlular ya doğrudan devletler tarafından ya da üyesi oldukları uluslararası örgütler tarafından yerine getirilmektedir. BMGK’nin onayı olmadan herhangi bir uluslararası örgüt tek başına karar alamaz, alsa da bu kararlar bağlayıcı hükme sahip değildir. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra imzalanan BM Antlaşması savaştan alınan dersle ve takip eden süreçte Soğuk Savaş’ın getirdiği güçler dengesi sistemiyle uluslararası sistemde olumlu sonuçlar doğurmuş ve şiddet ve çatışmalar azalmıştır. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlık elde eden aktörlerin ulus devletleşme süreçleri sancılı olmuş; bu dönemde insanlık, uzun süre; soykırım, etnik temizlik, kitlesel ölümler, savaş suçları, insan hakkı ihlalleri ve insanlığa karşı suçların işlendiği çeşitli devlet içi krizlere tanık olmuştur. Dönüşmekte olan uluslararası sistem ve aktörler sorunlara yeni çözüm arayışlarına başlamıştır. Nitekim yaşanan olaylar uluslararası barış ve güvenliğin istikrarını tehdit ederken aynı zamanda ahlaki değerler açısından da uluslararası kamuoyu oluşturmuştur. Zira bu savaşlar bölgesel ve küresel dengeleri değiştirebilecek sonuçlar (insani krizler, göç ve mülteci krizleri vb.) doğurmuştur. Harekete geçme sorumluluğu hisseden BM, egemenlik ve meşru müdafaa hakları gereği güç kullanımı kriterlerine insanları korumak amacıyla müdahale hakkı eklemesi yapmıştır. Böylece insani müdahale ve koruma sorumluluğu olmak üzere iki yeni norm ortaya çıkmış ve askeri güç kullanımına yeni bir perspektif getirilmiştir. Ancak insani müdahalenin ve koruma sorumluluğunun ahlaki bir doktrin mi yoksa hukuki bir doktrin mi olduğu konusunda konsensüs sağlanamamıştır. Çünkü BM’nin beş daimi üyesi (ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin) kendi siyasi hegemonyalarını ve jeopolitik çıkarlarını korumayı, insanları korumaya tercih etmişler ve etmektedirler. Bu noktada olayların daha iyi okunabilmesi için insani müdahale ve koruma sorumluluğu normlarına tarihsel süreciyle kavramsal bir çerçeve çizmek faydalı olacaktır.
2. İnsani Müdahale ve Koruma Sorumluluğu Doktrinleri
BM Antlaşması devletlerin iç işlerine müdahaleyi egemen devlet ilkesi ile örtüşmediğinden ötürü yasaklamıştır. Ancak bazı devletler ve uluslararası kuruluşlar, büyük insanlık suçlarına son vermek ve sivilleri korumak amacıyla «insani müdahale» başlığında 1990’lı yıllarda çeşitli krizlere müdahale etmiştir. İnsani müdahale, bir devlet, devletler grubu veya uluslararası örgütün öncelikle hedef devletin vatandaşlarını uluslararası alanda tanınan insan haklarının geniş çaplı yoksunluklarından korumak amacıyla tehdit veya güç kullanmasıdır (Aral, 2014: 181).
Yapılan dış müdahaleleri meşru hale getirmek için insani müdahale kavramı ortaya atılmıştır ancak hukuki bir temeli olmayan bu insani müdahale kararlarının kime ve neye göre alınacağı konusunda üzerinde uzlaşılan bir tanım yapılamadığı için bu kavram zamanla hegemonik güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir araç olarak görülmeye başlanmıştır. Müdahale kavramının çağrıştırdığı olumsuz algının da bu görüşlerde etkili olduğu söylenebilir. Bu nedenle 2000’lerin başında insani müdahale algılamasında negatif görüşlerin azaltılması ve dikkatlerin uluslararası toplumun krizlere müdahale ederek büyük felaketleri önleme sorumluluğu üzerine yoğunlaştırılması gerekiyordu. 2001 yılında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın yukarıda bahsedilen sorunlara karşı mücadelede uluslararası toplumda konsensüs oluşturmak amacıyla yaptığı çağrıya cevap olarak Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (International Commission on Intervention and State Sovereignty-ICISS) kurulmuş ve bu komisyon yeni bir anlayış temelinde, hangi durumlarda dış müdahale yapılabileceğini belirli kriterlere bağlayan ve koruma sorumluluğu (responsibility to protect) kavramıyla anılan bir doktrin ortaya koymuştur (Sürücüoğlu, 2017: 604).
ICISS, 2001 Aralık ayında «Koruma Sorumluluğu Üzerine Rapor»unu yayınlamıştır.[3] Bu rapor kavramın özünü ve hukuki statüsünü anlamamız açısından oldukça önemlidir. ICISS’e göre halkını koruma sorumluluğu, devlet egemenliğinin getirdiği temel bir görevdir. Dolayısıyla halkını koruma sorumluluğu öncelikle devlete aittir. Ancak devlet iç savaş, ayaklanma, baskı veya başka nedenlerden ötürü mağdur olan halkını koruyamıyor veya koruma isteğinde bulunmuyorsa o halkı koruma görevi uluslararası toplumun sorumluluğundadır. Bu durumda uluslararası toplum gerekirse güç kullanarak müdahalede bulunabilir. Ancak bu müdahalenin öncelikle halkları yaşadığı krizlerden[4] kurtarma yönünde doğru amaç için yapılması gerekir. Yapılacak olan askeri müdahale öncesinde barışçıl çözüm yollarının denenmesi gerekir ancak bu yöntemlerle bir sonuç elde edilemeyeceği kuvvetli bir ihtimal ise askeri müdahaleye son çare olarak başvurulabilir. Müdahalenin şiddeti, hedefi ve süresi hizmet ettiği amaçla orantılı olmalıdır. Ek olarak müdahalenin konjonktürü iyileştireceği yönünde olumlu sonuç beklentisi olmalıdır (Sak, 2015: 139).
ICISS raporunda koruma sorumluluğu normuna her ne kadar amaç, araç, yöntem ve sonuç bazlı kapsamlı bir tanım yapılmışsa da, koruma sorumluluğu normu da tıpkı insani müdahale normunda olduğu gibi büyük güçlerin çıkarlarına hizmet edecek bir yaklaşım olarak algılanmıştır. Bu nedenle normun genel kabul görmesi için BM nezdinde girişimler devam etmiş ve 2005’teki BM Dünya Zirvesi’nde yeniden tanımlanarak kapsamı daraltılmıştır.
Koruma sorumluluğu doktrini, 2005 Dünya Zirvesi Nihai Raporu’nda «Soykırım, Savaş Suçları, Etnik Temizlik ve İnsanlığa Karşı Suçlardan Halkları Koruma Görevi» başlığı altında ele alınmış ve alınan kararlar raporun 138 ve 139. maddelerinde belirtilmiştir.[5] Raporda sorumluluk temelli egemenlik ilkesine vurgu yapılarak 138. maddede devletin halkına karşı sorumlu olduğu belirtilmiştir. Sonraki maddede ise uluslararası toplumun da aynı sorumluluğa sahip olduğuna ve bu konuda BMGK’nin BM Antlaşması ekseninde yetkili organ olduğuna vurgu yapılmıştır. 2005 Dünya Zirvesi Raporu, 2009 yılında genel sekreter tarafından kapsam ve tanımı sabit kalmak üzere yeniden formüle edilmiştir. Söz konusu rapordan hareketle koruma sorumluluğunun kapsamı üç sütunda sıralanmıştır. Bu sütunlar şöyle ifade edilebilir:
– Devletin Önleme Sorumluluğu: İnsanları soykırımdan, savaş suçlarından, insanlığa karşı suçlardan ve etnik temizlikten ve aynı zamanda onları işlemeye teşvik etmekten korumak devletin birincil sorumluluğudur.
– Uluslararası Yardım ve Kapasite Artırımı: Devletlerin bu sorumluluğu yerine getirmelerini teşvik etmek ve devletlere yardım etmek uluslararası toplumun sorumluluğudur.
– Zamanlı ve Kararlı Tepki: Halkları bu suçlardan korumak için diplomatik, insancıl ve başka yollar kullanmak uluslararası toplumun sorumluluğundadır. Bir devlet, halkının güvenliğini sağlamadığını açıkça gösterirse, uluslararası toplum, BM Şartı’na uygun olarak bu halkları korumak için kolektif hareket etmeye hazır olmalıdır.
Koruma sorumluluğu normunun inşa edilişi itibariyle uluslararası hukuka değişiklik getirebileceği esas nokta uluslararası toplum için tanımlanan sorumluluktadır. Uluslararası toplumun engelleme sorumlulukları bir yana, etkili ve zamanlı tepki sorumluluğu dahilinde güç kullanımına varan önlemler alınabilmesi ve bunun ana fikir olarak insan haklarının korunması çerçevesine oturtulması hukuki anlamda potansiyel bir farklılık yaratmaktadır. Çünkü böylesi bir anlayış temel hukuk prensiplerinden güç kullanımı ve tehdidine başvurulmaması (BM Sözleşmesi Madde 2/4) ve devletlerin iç işlerine karışılmaması (BM Sözleşmesi Madde 2/7) prensiplerine istisna oluşturabilecektir. Ne var ki, responsibility to protect (R2P) normu Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi Paragraf 139’da ifade edildiği haliyle tüm koruma sorumluluğu yetkilerini Güvenlik Konseyi’nin BM Sözleşmesi’nin (VI. ve VIII. Bölümlerine ek olarak) VII. Bölümü’nde sıralanan yetkilerine dayandırdığı için yeni bir kural ya da istisna tanımlamamıştır (Gözen Ercan, 2015: 172).
2005 BM Dünya Zirvesi ile hukuki bir zemine oturtulan koruma sorumluluğu doktrini, bu tarihten sonra üç bölgede pratiğe geçirilmiştir: Libya, Güney Sudan ve Fildişi Sahili. Ancak 2011’de BMGK kararları neticesinde Libya’ya NATO tarafından yapılan ve rejim değişikliğine sebep olan müdahale koruma sorumluluğu ekseninde yapılmış müdahalelere verilen klasik bir örnektir. Bu çalışma Libya müdahalesini konu aldığından burada diğer vakalara değinilmeyecektir.
3. Libya’da Müdahaleye Giden Süreç
2010 yılının sonlarında Tunus ve Mısır’da başlayan ve genel olarak demokrasi söylemlerine atfen, rejim değişiklikleri talep eden halk ayaklanmalarından oluşan Arap Baharı olayları kısa sürede diğer bölge ülkelerine de yayılmıştır. Libya’da ilk kez Ocak 2011’de konut problemleri ve yolsuzluklara karşı patlak veren ayaklanmalar hükümetin aldığı birtakım ekonomik önlemlerle bastırılmaya çalışılmıştır. Başlangıçta ekonomik ve sosyal temele dayanan olaylar, Ortadoğu’da hızla yayılan rejim karşıtlığından beslenerek kısa sürede siyasi bir boyut da kazanmıştır.
15 Şubat 2011’de Bingazi şehrinde bir polis karakolunun önünde toplanan yüzlerce Libyalının eylemleri Derne, Beyda ve Zintan gibi şehirlere de sıçramıştır. Libya güvenlik güçleri bu eylemlere sert tepkiler gösterince muhalifler organize olarak 17 Şubat 2011’i Öfke Günü ilan etmişler ve eylemlerine devam etmişlerdir. Bu nedenle Libya olaylarının başlangıcı olarak 17 Şubat 2011, tarihi bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Nitekim bu tarihten sonra çatışmalar tırmanmış ve muhalif gruplar Kaddafi rejimini devirme amacıyla birleşmişlerdir. Bu bağlamda muhalif gruplar arasında koordinasyonun sağlanması amacıyla 27 Şubat’ta Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) kurulmuştur. UGK hem ülke içindeki farklı muhalif grupların hem de rejime karşı olan uluslararası aktörlerin muhatabı olmuştur. Konsey, Libya’nın siyasi kültüründen kaynaklanan nedenlerden ötürü Kaddafi’nin ülke içindeki gücünü kıramamıştır. Ancak Kaddafi’nin ulusal diyalog ve uzlaşı kapılarını kapatması, UGK’nin uluslararası meşruiyetini, aynı zamanda uluslararası camianın UGK’ye olan maddi ve askeri desteğini artırmış ve bu sürecin sonucunda UGK Libya’nın tek meşru temsilcisi olarak büyük güç kazanmıştır. Başlarda sadece Fransa, Katar, Maldivler, İtalya ve İspanya gibi ülkeler tarafından tanınan UGK, izleyen dönemde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke tarafından Libya’nın meşru temsilcisi olarak tanınmıştır (SETA Raporu, 2011: 23).
Başlangıçta küçük çaplı ve pasif bir görünümü olan Libya’daki siyasi kriz, Kaddafi rejiminin muhalifleri sindirmek için şiddete başvurması üzerine kısa sürede halk ve yönetim arasında çatışmalara doğru evrilerek askeri bir boyuta ulaşmıştır. Çok sayıda sivilin öldürülmesi, insan haklarının ihlal edilmesi durumun vehametini artırmış ve uluslararası kamuoyunun dikkati Libya üzerine yoğunlaşmıştır. Birçok devlet şiddet kullanımını kınayarak Kaddafi’yi istifaya çağırmış ve Libya’ya yaptırım uygulama kararı almıştır. Ancak olayların giderek büyümesi üzerine BM harekete geçerek Kaddafi ile ikili temaslar kurmuştur. Bu temasları, Libya iç savaşını durdurmak ve büyük bir insanlık krizine dönüşmesini engellemek için şiddete acilen son verilmesi ve sivillerin korunması için gerekli önlemlerin alınması yönündeki BMGK açıklaması takip etmiştir. Ne var ki ne devletlerin şahsi tepkileri ne de BM açıklamaları Kaddafi’yi durdurmamıştır. İsyanların başladığı 17 Şubat tarihinden geçen on bir gün sonra BM’den ilki 26 Şubat’ta ve ikincisi 17 Mart’ta alınmak üzere iki tane karar çıkmış ve NATO’nun Libya’ya operasyon düzenlemesinin hukuki temelleri de atılmıştır.
3.1. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Libya Olaylarına İlişkin Aldığı Kararlar
- BMGK’nin 26 Şubat 2011 Tarihli ve 1970 Sayılı Kararı
BM bünyesinde ve ayrı aktör olarak devletlerin oluşturduğu küresel kamuoyuna rağmen Kaddafi’nin şiddeti sürdürmesi Libya krizinin ve insan kayıplarının artarak devam edeceği yönündeki uluslararası kanaatleri güçlendirmiştir. Bu doğrultuda BMGK 26 Şubat’ta 1970 sayılı kararı almıştır. Bu kararda Libya’da yaşanan gelişmelerden duyulan endişe dile getirilerek sivillere karşı silah kullanımı ve şiddet eylemleri kınanmıştır. Kararın devamında Libya’nın, 15 Şubat 2011 tarihinden sonra meydana gelen olaylarla ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcısı’na sevk edildiği belirtilmiştir. Ayrıca karar, Libya’ya silah ambargosu uygulanmasını, Kaddafi ve ailesinin mal varlıklarının dondurulmasını ve yine Kaddafi ve oğullarının da içinde bulunduğu birçok üst düzey yetkiliye uluslararası seyahat yasağı getirilmesini içermektedir. Bu seyahat yasağının uygulanmasında gereken önlemleri alma görevi de üye ülkelere verilmiştir (BMGK 1970 Sayılı Kararı, 2011).
BMGK’nin 1970 sayılı bu kararı BM Antlaşması’nın VII. bölüm ve 41. maddesine atıfta bulunularak alınmış bir karardır. 41. Maddeye göre; «Güvenlik Konseyi, kararlarını yürütmek için silahlı kuvvet kullanımını içermeyen ne gibi önlemler alınması gerektiğini kararlaştırabilir ve Bileşmiş Milletler, üyelerini bu önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bu önlemler, ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesini içerebilir.»
Antlaşmanın aynı bölümünün 39. Maddesine göre BMGK, barış ve güvenliğin yeniden tesisi için ya tavsiyelerde bulunmakla ya da 41. ve 42. Maddeler uyarınca gereken önlemleri almakla yetkilendirilmiştir. Olayların başında BMGK’nin 1970 sayılı kararı almadan önce Kaddafi ile görüşmeler gerçekleştirdiğini ve saldırıların sonlandırılması tavsiyesinde bulunduğunu ancak Kaddafi rejiminin şiddeti sürdürme eğilimi gösterdiğini çalışmanın önceki kısmında belirtmiştik. Dolayısıyla BMGK 41. Maddesi gereği söz konusu 1970 sayılı kararı almıştır. Ancak Libya makamları kararı dikkate almamış, sivilleri hedef alan şiddet eylemleri neticesinde hayatını kaybeden kişi sayısı giderek artmıştır. Bunun üzerine BMGK yeni bir karar almıştır.
3.1.2. BMGK’nin 17 Mart 2011 Tarihli ve 1973 Sayılı Kararı
BMGK, 17 Mart 2011’de ayaklanma olarak başlayan ve giderek iç savaşa doğru ilerleyen Libya krizinde daha büyük bir adım atarak 1973 sayılı kararını almıştır. Kararın ilk kısmında 1970 sayılı karar tekrar ifade edilerek Libya rejimin bu kararlara uymadığının altı çizilmiştir. Durumun kötüleşmesi, şiddetin tırmanması ve sivillere ağır zararlar verilmesinin büyük endişe verdiği yinelenmiştir. Libya halkını koruma sorumluluğunun Libyalı yetkililerde olduğu ve sivillerin korunması için uygun adımları atma sorumluluğunu silahlı çatışmanın taraflarının taşıdığı belirtilmiştir. Keyfi gözaltılar, cebri kaybolmalar, işkence ve toplu idamları içeren ağır ve sistematik insan hakları ihlalleri kınanmıştır. Bu suçların insanlığa karşı işlenen suçlar olarak kabul edilebileceğinden bahsedilmiştir (BMGK 1973 Sayılı Kararı giriş bölümü).
BMGK; Libya Arap Cumhuriyeti’ndeki durumun uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit oluştur- maya devam ettiğini belirterek, Libya Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve ulusal birliğine güçlü bağlılığı onaylayarak ve Birleşmiş Milletler Şartı 7. Bölümü’ne dayanarak 29 maddeden oluşan 1973 sayılı Kararını almıştır. Bu maddelerde sivil halkın korunması, uçuş yasağı bölgesi, silah ambargosunun uygulanması, uçuş yasağı ve malların dondurulması konularındaki kararlara yer verilmiştir.
Saldırı tehdidi altında olan sivil halkın korunması için, işgale varmayan eylemler konusunda devletler ya da bölgesel kuruluşlar BM’ye bilgi vermek şartıyla yetkilendirilmiştir. Aynı amaç doğrultusunda Libya hava sahasındaki uçuşlar yasaklanmıştır. Ancak insancıl amaçları veya Libya halkının yararına olan uçuşların bu yasağın kapsamında olmadığı belirtilmiştir: Genel Sekretere ve Arap Devletleri Ligi Genel Sekreterine bildirimde bulunan üye devletleri, tek başlarına ya da bölgesel organizasyonlar veya düzenlemeler aracılığıyla 6.madde kapsamında koyulan uçuş yasağını uygulamak için gereken tüm önlemleri almak üzere yetkilendirir. Üye devletlerin bu yasağın uygulanması ve 6. ve 7. paragraflardaki hükümlerin yürütülmesi için yapacakları işleri Genel Sekreterin görüşünü de alarak Arap Devletleri Ligiyle işbirliği içinde yapmalarını ister (BMGK 1973 sayılı kararı 8. paragraf).
Kararın ilerleyen paragraflarında 1970 sayılı kararda yer alan silah ambargosu kararının katı biçimde uygulanmaya devam edilmesi gerektiği vurgulanarak ambargonun kapsamı genişletilmiştir. Libya devletine ya da halkına ait olan uçakların herhangi bir devletin egemenlik sahasından kalkış ve inişi de, önceden izinli olanlar veya zorunlu iniş durumları istisna olmak üzere, yasaklanmıştır. Ek olarak 1970 Kararının ilgili maddelerine atfen, Libya otoritelerine ait tüm para kaynaklarına, diğer finansal varlıklara ve ekonomik kaynaklara malların dondurulması kararı verilmiştir. Kararın 20. maddesi dondurulan mal varlıklarının mümkün olan en kısa sürede Libya halkının yararına kullanılacağı beyan edilmiştir.
BM, Libya hava sahasına getirilen uçuşa yasak bölgenin denetlenmesine ilişkin görev dağılımını yapmak ve alınan kararın uygulamaya geçirilmesi için 19 Mart’ta Fransa’nın girişimleriyle düzenlenen Paris toplantısına katılmış ve NATO da dahil diğer aktörlerle görüşmelere başlamıştır. Ancak daha görüşmeler devam ederken Fransız savaş uçakları Libya hava sahasına girerek Libya’yı bombalamaya başlamıştır. Fransa’nın yanında ABD, İngiltere, İtalya ve Kanada da operasyonlara destek vermiştir. Havadan ve denizden yapılan bombardımanlar 9 gün sürmüş, sonrasında NATO uçuşa yasak bölgelerin denetimi, sivillerin korunması ve hava ve deniz unsurlarının gerçekleştireceği tüm operasyonları devralmıştır (Sak, 2015: 143).
27 Mart 2011’de başlayan NATO operasyonları ekim ayına kadar sürmüştür. Haziran 2011 sonunda Uluslararası Ceza Mahkemesi, işlenen insanlığa karşı suçlar için Kaddafi hakkında tutuklama emri çıkarmıştır. Ağustos ayında NATO hava desteği ile isyancılar tarafından Trablus’a saldırı başlatılmış ve başkent Trablus muhaliflerin kontrolüne geçmiştir. Trablus’tan sonra Kaddafi’nin bulunduğu şehir olan Sirte’yi de almayı başarmışlardır ve 20 Ekim 2011’de de Muammer Kaddafi öldürülmüştür. Böylece 31 Ekim 2011’de yaklaşık yedi ay süren NATO operasyonu sona ermiştir ( LE MASSON, 2017: 4). Kaddafi’nin öldürülmesi ve muhaliflerin birçok şehri ele geçirmesiyle 42 yıl süren ve ideolojisini Albay Muammer Kaddafi’nin oluşturduğu Cemahiriye rejimi yıkılmış ve UGK Libya’da yeni bir rejim tesis etme girişimlerine başlamıştır.
4. Libya Müdahalesi ve Uluslararası Hukuk
Libya müdahalesi koruma sorumluluğunun zamanlı ve etkili uygulama örneği olarak literatüre geçmiş fakat daha sonra müdahalenin yapılagelişi ve güç kullanımını BM adına gerçekleştiren unsurların yetkilerini aştığı gerekçeleriyle eleştirilmiştir. Libya örneğinde istisnai olarak koruma sorumluluğunun üçüncü sütunu kapsamına girecek nitelikte askeri bir müdahale yapılmıştır. Bu çerçevede, özellikle güç kullanımı söz konusu olduğunda Güvenlik Konseyi’nin norma nasıl atıfta bulunduğuna bakmak oldukça önemlidir (Gözen Ercan, 2015: 173-175).
2005 BM Dünya Zirvesi Nihai Raporu referans alınarak tanımlanan koruma sorumluluğu normunun hangi durumlarda bir müdahale kararına ortam oluşturduğunu çalışmanın ikinci başlığında ele almıştık. Tekrar edecek olursak BMGK’nin koruma sorumluluğu çerçevesinde insani müdahale kararı alırken doğru amaç, son çare, orantılılık ve olumlu sonuç beklentisi gibi hususları iyi tespit etmesi gerekir. Libya müdahalesinin uluslararası hukuka uygunluğunun tartışmalarının da bu noktada başladığını belirtebiliriz. Öncelikle koruma sorumluluğu kapsamında, Libya’da korunmaya muhtaç olan ve sistematik şiddete maruz kalan; hayatını kaybeden, mülteci statüsüne düşen insan sayısının oranı müdahaleyi gerektirecek seviyelere çıkmamıştır. Ayaklanma, isyan, iç savaş vb. krizlerde ölen veya göç eden insan sayısının tespitinin zorluğu dikkate alındığında Libya’daki olaylarda net bir rakam verilmesi mümkün değildir. Ancak en azından isyanların patlak verdiği 17 Şubat ve operasyonların başladığı 19 Mart tarihine kadar geçen sürede hayatını kaybeden sivil sayısının bine ulaşmadığı söylenmektedir (Sak, 2015). Dolayısıyla kararın insani kriz boyutunda ele alınıp alınmadığı tartışmaya açıktır.
İkinci mesele ise kararın BM Şartı’na uygunluğudur (her ne kadar BMGK’nin konuyla ilgili olarak aldığı iki önemli kararı mevcut olsa da). BM Antlaşması devletlerin egemenliği ve siyasal bütünlüğü prensiplerine binaen oluşturulmuştur ve bir devletin egemenliğine zarar verecek müdahaleleri, meşru müdafaa hakkının kullanılması istisna tutulmak kaydıyla, yasaklamıştır. Libya’da yaşanan krizin genel bir resmini çizdiğimizde karşımıza, demokrasi ve özgürlük talep eden bir halk kitlesi ile buna karşı gelen egemen bir otorite çıkmaktadır. Elbette ki siyasi otoritenin kendi halkına karşı sistematik şiddet uygulaması ve insani dramların yaşanmasına sebep olması ahlaki açıdan kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak uluslararası toplumun böyle bir durumda direkt olarak müdahaleye zemin hazırlayan karar alması uluslararası hukuk açısından sakıncalı bir durum olabilir. Devletlerin iç işlerine karışmama ilkesinin ihlal edilmemesi ve uluslararası hukuka olan bağlılığın devamı için karar alıcılar bu hususta oldukça dikkatli olmalıdır. Dolayısıyla Libya müdahalesinde arkasına sığınılan koruma sorumluluğunun üçüncü sütunu olan kuvvet kullanarak müdahale etme kararı da üzerinde uzlaşılmayan bir olay olmuştur. Libya hava sahasının uçuşa yasak bölge olarak ilan edilmesi, sivillerin Libya hava kuvvetlerinin saldırılarından korumaya ilişkin bir önlemdir. Bununla birlikte, önlemin uygulanması için bir planlama ve koordinasyon yapılıp hedefler tespit edilmeden, Fransız savaş uçaklarının Libya hava sahasına girmesi ve kuvvet kullanarak müdahalede bulunması 1973 (2011) sayılı karara dayandırılamayacak bir saldırıdır ve uluslararası hukukun ihlalidir (Sak, 2015, 143).
Son olarak müdahale kararı gerçekten halkın korunması niyetiyle doğru bir amaç doğrultusunda mı alındı ve müdahalenin süresi ve şiddeti orantılı mıydı sorularını gündeme getirebiliriz. Bu açıdan bakıldığında müdahale kararının insani amaçlardan ziyade büyük güçlerin Libya ile olan ikili münasebetlerinin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Zira petrol ve doğal gaz zengini olan Libya’nın 42 yıl kadar uzun bir süre Kaddafi’nin yönetiminde olması ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi güçlerin Ortadoğu politikasında zaman zaman sorunlar yaratmıştır. ABD ile yaşanan uçak düşürme krizi, petrolü millileştirmesi, Arap milliyetçiliği ve Afrika Birliği politikaları Kaddafi’nin istenmeyen adam olarak görülmesine sebep olmuştur. Bu nedenle Libya ayaklanmaları, Arap devrimleri sırasında, BMGK’nin, insani müdahale doktrinine dayanarak “etkili bir eylem” gerçekleştirdiği tek ülke olmuştur (ARAL, 2014: 184). Diğer taraftan operasyonlar Mart ayında başlamış ve Ağustos ayında başkentin ele geçirilmesine rağmen, Ekim ayının sonlarına kadar sürdürülmüştür. Libya hava unsurlarının etkisiz hale getirilmesi ile hava sahasının sivillere zarar verecek şekilde kullanılmasının neredeyse imkânsız olduğu ve bu nedenle uçuşa yasak bölge denetiminin anlamsızlaştığı ve Libya kara kuvvetlerinin de sivillere zarar verecek kabiliyetinin kalmadığı bir durumda, hava saldırılarının bir aydan fazla devam ettirilmesi, 1973 (2011) sayılı kararın verdiği yetkinin aşılmasıdır (Sak, 2015: 145).
SONUÇ
Uluslararası ilişkilerde askeri güç kullanımı tarihin her devrinde var olan ve ciddi yıkımlara sebep olan bir olgu olmuştur. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda tüm küreyi alt üst eden, dengeleri bozan dünya savaşlarının yaşanması bu sorunun artık çözülmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu konuda en büyük girişim BM Şartı’nın kabul edilmesidir. 1945’te kabul edilen BM Şartı, günümüze kadar önemini koruyarak gelmiş ve uluslararası hukukun birincil kaynakları arasında yer edinmiştir. Ancak uluslararası sistemin dinamik yapısı bazı dönemlerde BM Antlaşması’nda revizyonu gerekli kılmaktadır. Buna örnek olarak BM Antlaşması’nın en önemli maddelerini oluşturan askeri güç kullanımı meselesi verilebilir. Soğuk Savaş döneminde çatışmaları ve şiddeti azaltan, devletler üzerinde adeta bir kontrol-fren mekanizması kuran bu antlaşma, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ortaya çıkan 1990’lı yıllardaki birçok çatışmanın çözümünde izlenecek yolu belirlemede eksik kalmıştır. Bu nedenle büyük güçler yeni retorik arayışlarına yönelmiş ve askeri güç kullanımına meşru müdafaa hakkı istisnasının yanına insani müdahale veya koruma sorumluluğu istisnalarını getirmeye çalışmışlardır. Ancak insani müdahalenin veya koruma sorumluluğunun vakadan vakaya farklı uygulandığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bir uluslararası hukuk normu olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışmalara konu olmuştur.
Özellikle bu konuda karar alıcı olarak BMGK’nin yetkilendirilmesi ve BMGK içinde de beş daimi üyeye verilen veto hakkı koruma sorumluluğu kararlarını etkileyen önemli bir husustur. Zira BMGK bir yargı organı olmaktan ziyade siyasal bir organdır ve veto hakkına sahip olan ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin de uluslararası toplum adına değil, kendi ülkeleri adına karar almaktadır. Dolayısıyla realist bir açıdan değerlendirdiğimizde bu ülkelerin, herhangi bir yerde yaşanan insani krizlerde alınacak kararları kendi çıkarları doğrultusunda aldığı varsayımına ulaşabiliriz. Somut örnek olarak Arap Baharı sürecinde Ortadoğu’da yaşanan krizlere baktığımızda BMGK etkisiz kalmıştır; çünkü Batılı güçlerle Rusya ve Çin’in bölgesel politikaları ve çıkarları farklıdır. Arap Baharı sürecinde BMGK’nin etkili karar aldığı tek ülke, ki bu etki de tartışmalıdır, Libya olmuştur. Daimi üyeler veto kartlarını kullanmamış ve BMGK’den Libya ile ilgili kararlar çıkmıştır. Ancak alınan kararlar pratikle uygunluk göstermemiştir ve koruma sorumluluğunun hukukileştirilmesi çabalarını olumsuz etkilemiştir.
Koruma sorumluluğunun BM çerçevesindeki kavramsal gelişimi ve Güvenlik Konseyi’nin uygulamalarının genel bir değerlendirmesi yapıldığında mevcut durumunda koruma sorumluluğunun uluslararası hukuk nezdinde kendine ait hukuki bir statü kazandığını ve BM mekanizmalarına yeni unsurlar kattığını söylemek mümkün olmamakla beraber koruma sorumluluğunun uluslararası etik bir norma dönüştüğünü ve BM terminolojisinin bir parçası haline geldiğini iddia etmek mümkündür (Gözen Ercan, 2015: 176).
DİPNOTLAR
[1] Makalenin devamında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kısaca BMGK olarak anılacaktır.
[2] Bkz. BM Antlaşması Madde 51.
[3] Bkz. ICISS, (2001). Report of the International Commission On Intervention And State Sovereignty (Koruma Sorumluluğu Üzerine Rapor), http://responsibilitytoprotect.org/ICISS%20Report.pdf, (Erişim:10.11.2019).
[4] İnsan hakları ihlalleri, soykırım, etnik temizlik, kitlesel katliamlar, salgın hastalıklar, doğal afetler vb. krizler bu doktrinin kapsamında ele alınmıştır.
[5] Raporun tamamı için bkz. 2005 World Summit Outcome Document (2005 Dünya Zirvesi Nihai Raporu), https://www.un.org/en/development/desa/population/migration/generalassembly/docs/globalcompact/A_RES_60_1.pdf, (Erişim: 10.11.2019).
KAYNAKÇA
Aral, Berdal, (2014). “Roaring in Libya, Whispering in Others: UN Security Council’s Posture During the ‘Arab Spring’”, Insight Turkey, Sayı 16, No 1, s. 181-197.
BM Genel Kurulu, (1945). “BM Antlaşması (Charter of the United Nations)”, https://www.un.org/en/sections/un-charter/un-charter-full-text/, (Erişim: 10.11.2019).
BM Genel Kurulu, (2005). “2005 World Summit Outcome Document (2005 Dünya Zirvesi Nihai Raporu)”,https://www.un.org/en/development/desa/population/migration/generalassembly/docs/globalcompact/ A_RES_60_1.pdf, (Erişim: 10.11.2019).
BM Güvenlik Konseyi, (2011). “UNSC Resolution 1970 dated 26 February 2011 (BMGK 26 Şubat 2011 t a r i h l i 1 9 7 0 s a y ı l ı K a r a r ı ) ” , https://www.securitycouncilr eport.org/atf/cf/%7B65BFCF9B-6D27-4E9C-8CD3-CF6E4FF96FF9%7D/Libya%20S%20RES%201970.pdf, (Erişim: 10.11.2019).
BM Güvenlik Konseyi, (2011). “UNSC Resolution 1973 dated 17 March 2011 (BMGK 17 Mart 2011 tarihli 1973 sayılı Kararı)”, https://www.securitycouncilreport.org/atf/cf/%7B65BFCF9B-6D27-4E9C-8CD3-CF6E4FF96FF9%7D/Libya%20S%20RES%201973.pdf, (Erişim: 10.11.2019).
Bölme, Selin M., Ulutaş Ufuk, Özhan Taha, Küçükkeleş Müjge, (2011). “İsyan, Müdahale ve Sonrası: Libya’da Dönüşümün Sancıları”, SETA RAPORU.
Çağlayan, Sezai, (2018). “Koruma sorumluluğunun Bir Eleştirisi: «Koruma Öncelikli Sorumluluk» ”, T. C. Uyuşmazlık Mahkemesi, Yıl 6, Sayı 12, s. 335-360.
Gözen Ercan, Pınar, (2015). “İkinci On Yılına Girerken Koruma Sorumluluğunu Yeniden Düşünmek: Lex Ferenda Olarak R2P”, Hacettepe HFD, Yıl 5, Sayı 2, s. 165–182.
International Coalition For The Responsibility To Protect (ICRtoP), (2011). “L’impact de l’intervention en Libye sur la Responsabilité de Protéger (Libya Müdahalesinin Koruma Sorumluluğu Üzerine Etkisi)”,
http://www.responsibilitytoprotect.org/RdeP%20et%20la%20Libya%20FRANCAIS.pdf, (Erişim: 10.11.2019).
Kuşoğlu, Baran (2012). “Libya Arap Baharı’na NATO “Katkısı””, Yasama Dergisi, Sayı 22, s. 99-118.
Le Masson, Virginie, (2017). “La Responsabilité de Protéger : Le Cas Libyen (Koruma Sorumluluğu: Libya Örneği)”, Expertis des Conflits Armés Association du Master 2 Paris 1 Panthéon-Sorbonne, https:// proecapantheonsorbonne.files.wordpress.com/2017/01/laffaire-libyenne-virginie-le-masson.pdf, (Erişim: 10.12.2019).
Sak, Yıldıray, (2015). “Uluslararası Hukukta İnsancıl Müdahale ve Libya Örneği: Suriye’de Yaşanan ya da Yaşanacaklar için Dersler”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 11, Sayı 44, s. 121-153.
ICISS, (2001). “Report of the International Commission On Intervention And State Sovereignty”, http://responsibili- tytoprotect.org/ICISS%20Report.pdf, (Erişim:10.11.2019).
Sürücüoğlu, Orkun, (2017). “Koruma Sorumluluğu: Darfur Krizi ve Libya Müdahalesi Çerçevesinde Bir Değerlendirme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 19, Sayı 4, s. 603-628.
T.C. Dış İşleri Bakanlığı, (2011). “Libya Hakkında Kabul Edilen 2009 Sayılı BMGK Kararı Hk.” , No: 210, http://www.mfa.gov.tr/no-210_-19-eylul-2011_-libya-hakkinda-kabul-edilen-2009-sayili-bmgk-karari- hk_.tr.mfa, (Erişim: 10.11.2019).