Yumuşak Güç Kavramı ve Kamu Diplomasisi
Bir devletin bir başka devlet üzerindeki istek ve beklentilerini askeri güç kullanmak veya ilgili devlete para vermek yerine söz konusu devletin ilgisini çekerek gerçekleştirmek olarak ifade edebileceğimiz “yumuşak güç (soft power)” kavramı ilk kez Joseph Nye tarafından “özgür dünyanın(!)” komünizm karşısındaki zaferinin(!) kesinleşmeye başladığı yıllarda kullanılmıştır. Daha basit bir ifadeyle yumuşak güç kavramı sert güç (hard power) olarak nitelendirdiğimiz askeri gücün kullanımı dışında kalan ekonomiden siyasete birçok farklı alanı kapsamaktadır. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde, bir devletin yumuşak güç faaliyetlerinin dış politikaya yansıması olarak görebileceğimiz “kamu diplomasisi” konseptinin temel aktörlerini de sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve okullar, kanaat önderleri, ülkenin vatandaşlarının yurt dışındaki faaliyetleri, medya, küresel olarak faaliyet gösteren işletmeler ve devletten bağımsız olarak faaliyet gösteren çeşitli kuruluşlar teşkil etmektedir. Küreselleşmenin ve popüler kültürün insanlığı getirdiği noktada bir futbol takımı ya da tek başına bir sanatçı dahi yumuşak güç unsuru olabilmekte, ülkesini uluslararası alanda cazibe merkezi haline getirebilmektedir. Örneğin Real Madrid ve Barcelona gibi futbol kulüplerinin Çin’de milyonlarca taraftarının bulunması ile söz konusu takımların bu taraftarlar vasıtasıyla ekonomik gelir elde etmesi ve ülkeye gelen turist sayısını olumlu anlamda etkilemesi yumuşak güç kavramının bariz örneklerinden biri durumundadır.
Yumuşak Güç Faaliyetlerinin Odağındaki Zengin Kıta: Afrika
Dünya topraklarının % 24’ünü kapsayan ve dünya nüfusunun % 15’inden fazlasını üzerinde barındıran Afrika kıtası petrol, elmas, altın, uranyum, kobalt, platin, krom ve boksit başta olmak üzere sahip olduğu zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları neticesinde geçmişte Avrupalı sömürgecilerin iştahını kabarttığı gibi, günümüzde de uluslararası toplumun üyelerinin dikkatlerini üzerine çekmektedir. Dünya petrol rezervleri ve “kara elmas: petrolün” üretimi üzerindeki rolü her geçen gün artmakta olan Afrika kıtası dünya kobalt ve platin rezervlerinin % 90’ına, altın rezervlerinin yaklaşık % 50’sine, krom rezervlerinin % 98’ine ve uranyum rezervlerinin ise % 75’ine sahiptir. Ayrıca cep telefonu yapımında kullanılan koltan mineralinin % 70’i ve dünyadaki mevcut elmas rezervlerinin % 30’u da bu kıtada bulunmaktadır. Bütün bu örneklerin dışında yalnızca Kenya’dan Hollanda’ya günde bir uçak dolusu “gül ve karanfil gittiği”, İngilizlerin çay ihtiyacının önemli bir kısmının Kenya başta olmak üzere Malawi ve Zimbabve gibi Afrika ülkelerinden karşılandığı düşünülürse, bölgenin sahip olduğu zenginlikler daha iyi idrak edilebilecektir. Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yanı sıra sahip olduğu genç ve dinamik nüfus yapısı da -iyi kullanılabildiği takdirde- gelecek için umut vericidir. Gelinen noktada bölgesel ya da küresel güç olma iddiasındaki bir ülkenin Afrika’yı yadsıyarak politikalarını geliştirebilmesi mümkün değildir. Kıtanın sahip olduğu potansiyel günümüzde pek çok ülkenin olduğu gibi, Türkiye ve Çin gibi Afrika’ya “ötekilerden farklı yaklaştığı” iddiasında olan ve bu vesileyle kıta ülkeleri ile olan ilişkilerinde çeşitli yumuşak güç unsurlarını kullanan ülkelerin de ilgisini çekmektedir.
Çin, Afrika ve Kamu Diplomasisi
Günümüzde Afrika’ya yönelik faaliyetleri her geçen gün artan Çin Halk Cumhuriyeti’nin bölgeye yönelik faaliyetlerinde uyguladığı yumuşak güç unsurlarını kendi ekonomik kalkınma modelini diğer ülkelere (bilhassa hızla gelişmeye çalışan kimi Afrika ülkelerine) bir model olarak sunduğu “Pekin Konsensüsü”, Çin’in yükselişinden ve ortaya koyacağı olası bir emperyalist vizyondan çekinen ülkeleri rahatlatmak için ileri sürdüğü “Barışçıl Yükseliş” fikri ve “Çin kültür ve medeniyetini Afrika’ya ve dünyaya tanıtma/yayma çabaları” oluşturmaktadır. Çin bunu yaparken hemen her ülke gibi “medya gücünü”, Çinceyi ve kültürünü dünyaya yaymak için oluşturduğu “Konfüçyüs Enstitüleri”ni, “çeşitli uluslararası konferansları (STK zirveleri başta olmak üzere)”, 2008 olimpiyatları gibi bazı “spor organizasyonlarını” ve “üniversite ve öğrenci değişim programlarını” kullanmaktadır.
Afrika ile ilişkileri M.S. 2. yüzyıla kadar eskiye dayanan Çin’in başta Sahraaltı Afrika bölgesi olmak üzere kıta ile modern anlamda ilişkilerinin başlangıcının Afrikalı ulusların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlıklarını kazanma aşamasında olduğu görülmektedir. Belirtilen aşamada Çin Halk Cumhuriyeti “emperyalizme karşı ortak bir vizyon” teması ile gerek yeni bağımsız olan kıta ülkelerini, gerekse bağımsızlığını kazanmak için mücadele eden ülkeleri desteklemiştir. Bu hususta 1955 yılında gerçekleştirilen Bandung Konferansı oldukça önemlidir. Konferansta Çin ile Afrika ülkeleri arasında “emperyalizme karşı birlikte mücadele” fikri ön plana çıkarken, “ulusların egemenliğine saygı, eşitlik ve iç işlerine karışmama” prensipleri gibi Batılıların yüzyıllardır benimsediği ama söz konusu Afrika kıtası olduğunda uygulamaya pek de yanaşmadığı değerler ön plana çıkmıştır. İlgili dönemde, Çin’in amacının ekonomik olarak faaliyetlerde bulunmaktan daha çok “milliyetçi Çin” olarak bilinen Tayvan hükümetinin tanınmasını engellemek ve Birleşmiş Milletler’de bu hükümetin yerini almak olduğu söylenebilir. Ne var ki, birçoklarına göre Çin’in Afrika’ya yönelik anti-emperyalist öğeler barındıran söylemleri, bu ülkenin Afrika’yı sömürme arzusunun kılıfı olmaktan öteye gitmemektedir.
Afrika’da Etkinleşen ve Önü Alınmayan Güç: Çin
İzlenen bu politikalar sonucunda 1965 yılında Çin’i tanıyan Afrika ülkesi sayısı 17 iken, 1990’lı yılların başında bu sayı 40’a yaklaşmış ve bu ülkenin hep arzu ettiği Birleşmiş Milletler’de Çin’i temsilen yer alması hususunda 1991 yılında yapılan oylamada “Afrikalı 26 devletin verdiği destek” önemli katkı sağlamıştır. 1980’li ve 90’lı yıllarla birlikte Çin, Afrika’ya daha ziyade ekonomik amaçlar doğrultusunda yaklaşmaya başlamıştır. Bu durumun oluşmasında Mao sonrası Çin’in kapitalistleşmesiyle beraber ortaya çıkan yayılma dürtüsü, pazar arayışı ve enerji ihtiyacı önemli rol oynamıştır. Çin Afrika’ya yönelik faaliyetlerini gerçekleştirirken “geçmişte sömürgecilerin acı politikalarına maruz kalmış bir ülkenin sömürgecilik yapmaya yanaşmayacağı” tezini özellikle vurgulamaktadır. Bu doğrultuda Çin çeşitli ekonomik yardım ve yatırım faaliyetlerini sunarken Batılıların aksine herhangi bir önkoşul dayatmamaktadır. Yani söz konusu ülke Avrupalıların tam tersi bir biçimde, kıta ile olan ekonomik ilişkilerini “demokrasi, insan hakları ve iyi yönetişim” gibi çoğunlukla Batı standartlarına dayanan ve zaman zaman sübjektif olarak nitelendirilen ölçütlere dayandırmamakta; hatta çeşitli önkoşullar üzerinden gerçekleştirilecek yardım ve yatırımları kıtada yer alan ülkelerin egemenliğine karşı bir saldırı olarak nitelendirmektedir. Çin’in bu hususta tek istisnası Tayvan’ın tanınmaması koşuludur. Ülkenin bu tavrı birçok Batılı tarafından “Afrika demokrasisine balta vurmak” olarak değerlendirip şiddetle eleştiri konusu olurken, bilhassa Afrikalı hükümetler nezdinde teveccüh görmektedir.
Kapitalist bir anlayışa doğru kayan Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1999 yılında özellikle enerji ihtiyacını karşılamak için ortaya attığı “Dışa Açılma Projesi” ve ilki 2000 yılında Pekin’de düzenlenen -ve daha sonra 5 kez daha düzenlenen- “Çin-Afrika Forumu (FOCAC)” 2000’li yıllarda bu ülkenin Afrika kıtası ile olan ilişkilerini doruk noktasına çıkarmış ve bu durum Amerika Birleşik Devletleri’nin milli güvenlik stratejilerine bir endişe kaynağı olarak yansımıştır. Yaşanan bu gelişmelerle birlikte 2000’li yılların başında Çin ile Afrika ülkeleri arasında 10 milyar dolar civarında seyreden karşılıklı ticaret hacmi, günümüzde 250 milyar doların üzerine çıkmıştır. Bu süreç içerisinde Çin’in dış yardımlarında Afrika’ya yönelik yardımların payı da % 50 oranına yaklaşmıştır. 4-6 Ağustos 2014 tarihinde düzenlenen “ABD ve Afrika Liderler Zirvesi” Çin’in bölgedeki ekonomik faaliyetlerinin başarısının en büyük göstergelerinden bir tanesidir. Zira ABD’nin söz konusu zirveyi gerçekleştirmesinin bir amacı da kıtada yükselen Çin etkisini dengelemekti.
Özet olarak belirtmek gerekirse, Çin başta Sahraaltı Afrika olmak üzere bütün kıtada ülkelere ekonomik destek sağlama, yatırımlar yapma ve dış yardımlarda bulunma gibi çeşitli yöntemleri içeren kamu diplomasisi faaliyetlerini sürdürmektedir. Madalyonun diğer yüzünde ise ABD ve Batılı ülkeler Çin’in kıtada her geçen gün artan faaliyetlerinden tedirginlik duymakta, bu ülkenin günün birinde Afrika’da tek söz sahibi olma ihtimalinden çekinmektedirler.
Türkiye, Afrika ve Kamu Diplomasisi
Milenyum itibariyle özellikle tarihinden, kültüründen ve yeni dış politika parametrelerinden aldığı güç ve ilhamla yumuşak güç unsurlarına odaklanan Türkiye’nin, belirtilen dönemden günümüze kadar uzanan kamu diplomasisi faaliyetleri Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA), Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı (YTB), Yunus Emre Enstitüsü, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi çeşitli hükümet ve kamu kurumları ile Kızılay, İHH, Gönüllüler ve Yeryüzü Doktorları gibi hükümet dışı aktörler tarafından yürütülmektedir.
Türkiye’nin Afrika ile olan münasebetlerini çeşitli evreler aracılığıyla açıklamak mümkündür. İlk aşamada, Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya uzanan sınırlarının doğal bir sonucu olarak Devlet-i Aliyye’nin Afrika’nın çeşitli noktalarında yaşayan halklarla ve onların yöneticileriyle temas kurduğu bilinmektedir. Mısır, Trablusgarp (günümüzde Libya), Tunus ve Cezayir gibi imparatorluğun Kuzey Afrika sınırlarına ek olarak, 1800’lü yıllarda Osmanlılar Sudan (Darfur), Çad, Nijer, Nijerya, Uganda ve Mali gibi ülkelerle diplomatik ilişkiler tesis etmiştir. İmparatorluğun bugünkü Etiyopya sınırları dâhilinde (Harar) büyükelçilik açtığı ve ayrıca 1914 yılında Mehmed Remzi Bey’i Güney Afrika’ya diplomat olarak atadığı bilinmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber ülkenin Afrika ile olan ilişkileri büyük oranda kesintiye uğramıştır. Her ne kadar Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da ilk Türk Büyükelçiliği 1926 yılında açılsa da, ülke bilhassa “Soğuk Savaş” yıllarında bölge ile olan faaliyetlerini Batı Bloğu ittifakı dahilinde gerçekleştirmiştir. Öyle ki, 1950’li ve 60’lı yıllarda Cezayir’in bağımsızlık hususundaki Birleşmiş Milletler’deki çabalarına dahi çekimser kalınmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlık için mücadele eden ülkeler Türkiye tarafından -söylem bazında da olsa- desteklense ve bağımsızlığını kazanan ülkeler tanınsa da, dönemin şartları, politikacıların tercihleri ve yeni kurulup ilk yıllarını yaşayan Cumhuriyet’in gereksinimleri nedeniyle Afrika kıtası Türkiye’nin zihninin bir köşesinde unutulmuş gibiydi.
Türkiye Sahaya İniyor Ama Nasıl?
Afrika’nın Türkiye tarafından yeniden hatırlanması ise ülkenin güvenlik endişelerinin görece yumuşadığı 1998 yılında dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in gayretleri ve yeni dış politika anlayışı neticesinde ortaya çıkan “Afrika Eylem Planı” ile gerçekleşti. Türkiye’nin bu tavrında kendisini ötekileştirdiğini düşündüğü Batılı ülkelere yönelik tepkisi de önemli rol oynadı. Söz konusu planının iskeletini temel olarak Sahraaltı Afrika bölgesi teşkil etmekteydi. Türkiye ile Çin’in benzer zamanlama ile zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip Afrika kıtasına yönelik faaliyetlerini arttırması dikkat çekiciydi. Türkiye’nin Afrika açılımı olarak nitelendirilen söz konusu plan ekonomiden bilim ve tekniğe pek çok yumuşak güç unsurunu bünyesinde barındırsa da, belirtilen dönemde ülkenin yaşadığı yoğun ekonomik kriz nedeniyle herhangi bir uygulama alanı bulamamıştır.
Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında tesis edilen ilişkilerin dönüm noktasını kendisini “Muhafazakâr-Demokrat” olarak nitelendiren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002 erken genel seçimleri neticesinde tek başına iktidara gelmesi oluşturmaktadır. AK Parti iktidarı ile birlikte yumuşak güç unsurlarını da yoğun olarak bünyesinde barındıran yeni bir dış politika programının uygulamaya konması, hem 1998 yılında ortaya atılan Afrika Eylem Planı’nın bir köşede unutulmaması olarak nitelendirilmiş hem de Türkiye’nin bölge ile olan ilişkilerinin seyrini olumlu yönde etkilemiştir. 2005 yılında dönemin Başbakanı ve günümüz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın -daha önce çok aşina olunmayan bir şekilde- Etiyopya ile Güney Sudan ziyaretleri, Türkiye’nin Afrika Birliği’ne gözlemci üye olarak kabul edilmesi, 2008 yılında İstanbul’da düzenlenen “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” gibi atılımlar Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkilerine olumlu yönde ivme kazandırmıştır. Yaşanan bu yakınlaşmanın sonucunda 2009-2010 yılları için gerçekleştirilen “Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu Geçici Üyeliği” oylamasında 51 Afrika ülkesi Türkiye’yi desteklemiş ve kurula seçilen ülkenin aldığı 151 oyun neredeyse üçte biri Afrika kıtası üzerinde bulunan ülkelerden gelmiştir. 2010 yılında kabul edilen “Türkiye-Afrika Strateji” belgesi de Türkiye’nin kıta ülkeleri ile olan ilişkilerinin yoğunlaşması bakımından önemlidir. 15-21 Kasım 2014 tarihleri arasında Ekvator Ginesi’nde Türkiye ve Afrika ülkelerinin katılımı ile gerçekleşen “Türkiye-Afrika Ortaklık Zirvesi” de ilişkilerin boyutunun “işbirliğinden ortaklığa” doğru evirildiğini göstermektedir. Belirtilen dönemden günümüze kadar, gerek Türkiye’den Afrika ülkelerine gerekse Afrika ülkelerinden Türkiye’ye çeşitli üst düzey ziyaretler yapıcı surette sürmektedir.
2009 yılının ortalarında kıtada 7’si Sahraaltı Afrika’da olmak üzere 12 büyükelçilik bulunduran Türkiye’nin günümüzde 39 büyükelçiliği bulunmaktadır. Buna karşılık, 2008 yılında 5’i Sahraaltı Afrika ülkesi olmak üzere 10 Afrika ülkesinin Türkiye’de büyükelçiliği bulunurken, günümüzde bu sayı 33’e yükselmiştir. Ayrıca ekonomik göstergelerdeki gelişmeler de dikkat çekicidir. 2016 yılında Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile olan ticaret hacmi 16,7 milyar dolar olarak kaydedilirken, bunun 5,8 milyar doları Sahraaltı Afrika ülkeleri ile olan ticaret hacmini yansıtmaktadır. Ek olarak Türkiye’nin Sahraaltı Afrika ülkelerine yönelik kalkınma yardımları 2000 yılında 330 bin dolar civarında iken, 2015 yılında 395 milyon dolar civarında seyretmiştir. Ülkemizin Afrika’nın genelinde 6 milyar doları aşan yatırımları bulunmakta olup, yukarıda belirtilen rakamlardan da anlaşılacağı üzere Türkiye günden güne artan ilişkiler ağı ile Afrika’da varlığını kuvvetlendirerek sürdürmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin de tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi Afrika ülkeleri ile ilişkilerinde 2000’li yılların başından bu yana oldukça büyük bir aşama kat ettiği görülmektedir.
Türk Dışişleri Bakanlığı’nın verilerine göre ülkenin bölgeye yönelik bazı yumuşak güç faaliyetleri şu şekildedir:
- Türk Hava yolları mevcut kapasitesi ile Afrika’da 32 ülkede 51 ayrı noktaya sefer düzenlemektedir.
- Darfur’da 150 yataklı Türkiye-Sudan Araştırma ve Eğitim Hastanesi kurulmuştur. Hastanede Türk ve Sudanlı sağlık görevlileri birlikte çalışmakta olup, Türk tarafı ayrıca Sudanlı sağlık personelinin eğitimini üstlenmiştir. 5 yıllık eğitimin ve ortak çalışmanın ardından bu kurum Sudan’a devredilecektir.
- Mogadişu’da 200 yataklı Recep Tayyip Erdoğan Hastanesi 2015 yılında faaliyete geçmiştir. Bu hastane için de Darfur’da yer alan hastane ile aynı prosedürün uygulanması beklenmektedir.
- 2016-2017 Akademik yılında 1075’i Sahraaltı Afrika’dan olmak üzere 1312 Afrikalı öğrenciye Türk Devleti tarafından burs verilmiştir. Türk üniversitelerinde son yıllarda eğitim gören Afrikalı öğrenci sayısında ciddi artış görülmektedir.
- Türkiye’nin resmi devlet televizyonu TRT 2017 yılı itibariyle Afrika’da konuşulan yerel bir dil olan Hausa dilinde yayına başlamıştır. Muadilleri ile kıyaslandığında TRT’nin bu hamlesi yenilikçi ve dikkat çekicidir. Bu aşamadan sonra Sevahili diline ağırlık vermekte büyük yarar görülmektedir.
- Diyanet İşleri Başkanlığı, YTB ve TİKA başta olmak üzere Türkiye’den birçok devlet kurumu ve hükümet dışı organizasyon Afrika’da bilhassa insani yardım, eğitim ve sağlık gibi başlıca alanlarda faaliyetlerini sürdürmektedir.
Sonuç Yerine
Çin ve Türkiye’nin yumuşak güç unsurları ve Afrika’ya yönelik dış politika faaliyetleri incelendiğinde kimi benzerliklerle karşılaşmak mümkündür. Öncelikle her iki ülkenin de kıtaya yönelik faaliyetleri başlangıçta batılı ülkelerin kendilerine yönelik olumsuz tavırlarına karşı bir alternatif arayışı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Çin’in 1989 yılında Tiananmen Meydanı’nda yaşanan olaylara karşı Batılıların gösterdiği reaksiyon hususunda ve Türkiye’nin gerek Avrupa Birliği sürecinde gerekse PKK terör örgütü ile mücadele bağlamında zamanla Batılıların tutumundan rahatsız olması, bu ülkelerde alternatif arayışına neden olmuş ve Afrika’yı ön plana çıkarmıştır. Ne var ki, her iki ülkede Afrika’ya yalnızca bir alternatif arayışı gözüyle bakmamış, zamanla Afrika’nın potansiyelinin farkına varmışlardır.
İki ülkenin Afrika’ya yönelik politikalarında bir başka benzerlik unsuru da gerek Türkiye’nin gerekse Çin’in kıta ülkeleri ile ilişkileri geliştirmeye yönelik faaliyetlere odaklandığı tarihler ile ilgilidir. 2000’li yılların başında bölge ile cılız olarak ifade edilebilecek bağlara sahip iki ülke, 20 yıldan daha az bir sürede bölge ile olan bağlarını geçmişe nispeten oldukça kuvvetlendirmişlerdir. Her iki ülkenin de Afrika’ya yönelik politikalarındaki bir başka benzerlik ise söylem düzeyindedir. Türkiye ve Çin geçmişte Batı emperyalizminden mustarip olmuş ve etkilerini günümüzde dahi hisseden kıta ülkelerine karşı nispeten yumuşak ve emperyalizm karşıtı bir söylem ile yaklaşmaktadırlar. Çin belirtildiği gibi “geçmişinde sömürge uygulamalarına maruz kalmış bir ulusun bir başka ulusu sömür(e)meyeceği” fikrinden yola çıkmakta, Türkiye ise sorumluluk sahibi bir politika vurgusu yaparak bilhassa ekonomi politikaları bağlamında kıta ülkelerine “kazan(dır)-kazan” yaklaşımı çerçevesinde yaklaşmaktadır. Her iki ülke için de dikkat çeken nokta, ülkelerin Afrikalı ulusların “egemenliğine ve iç işlerine karışmama” prensibine bağlı kalmalarıdır. Ne var ki, emperyalizm karşıtı söylemlerine rağmen Çin’in kıtadaki artan faaliyetleri özellikle Batılılar tarafından “yeni-sömürgecilik” olarak yorumlanırken, Türkiye seçici ve dikkatli politikaları neticesinde bu yönde suçlamalara maruz kalmamaktadır.
Artan enerji ihtiyacını ve kapitalistleşen ekonomik sisteminin gereksinimlerini Afrika ile kurduğu derin ilişkiler silsilesi ile giderme yoluna giden Çin bölgede ön plana çıkmaktadır. Buna karşın, sahada giderek baskın bir hale gelen ve güç kazanan Türkiye gerçeği de başta Sahraaltı Afrika bölgesi olmak üzere kıtada kolayca yadsınamayacak bir ülke hüviyetine bürünmektedir. Türkiye’nin kıta ülkelerine yönelik politikalarının bir devlet politikası haline getirilmesi, kıtadaki ülkelere yönelik daha sistemli çalışmalar yapılması ve gerekirse bölgeden uzmanlar getirmek suretiyle işin yerli ve yabancı uzmanların eline bırakılması halinde ise Türkiye’nin bölgenin geleceğinde etkili olan ülkelerden biri olma potansiyeli ve ihtimali kaçınılmaz görünmektedir.