İslam dininin hicrî birinci yüzyılda fetihlerle Asya ve Afrika kıtalarına yayılması sadece bir başlangıçtı. Yeni dinin asırlar boyunca farklı milletlere mensup yüzlerce toplumun genlerine işleyecek kadar yerleştirilmesi ise inananlara verilen sağlam bir din eğitimi ile mümkün oldu. Pek çok yönden birbirlerinden ayrılan iki kıtanın yerli Müslümanları konuştukları anadilleri dışında ibadet edecek kadar Kur’ân-ı Kerim’in bazı sürelerini Arapça aslından ezberlemek durumundaydılar. Özellikle Arap soyluların dışındaki toplumlarda bu öğrenmenin yegane merkezi bugün Kur’ân Kursu dediğimiz ve bu eğitimi Müslüman çocuklara en güzel şekilde vermek üzere üç kıtayı saran ibadethanelerin etrafında yer alan mekanlardı. 19. yüzyılın sonuna kadar genelde muhafaza edilen bu eğitim ağı sömürgecilikle birlikte büyük bir baskıya uğratılarak zayıflatılmak istendi.
Asırlar boyunca çocuklarına İslam eğitiminin ilk basamağı sayılan Kur’ân-ı Kerimi yüzünden okuma ve ardından ezberleme eğitimini büyük bir iştiyakla çocuklarına veren Müslüman toplumlar ilk defa sömürgecilikle birlikte bu eğitim kurumlarına karşı düşmanca bir tavırla karşılaştılar. Çünkü Müslümanların yaşadığı en ufak mahalde bile en azından ibadet edecek kadar Kur’an eğitimi almaya önem verildiğini gören Avrupalı devletler ileride kuracakları sömürge düzenleri için bu tarz eğitim alan nesillerin kendilerini kabullenmeyeceklerini ve istila etmek istedikleri yerlerde önlerine epeyce engel çıkaracaklarını anlamakta gecikmediler. Zira çok belirgin sebepler arasından sadece ikisini zikredecek olursak bunlardan birincisine göre bu eğitim yuvalarına devam eden çocukları okutan hocalar sömürge idarelerine karşı açıkça mücadele etme tavrı içindeydiler. İkincisine göre ise yeni nesiller kendi millî ve manevî kültürleri içinde yetiştirilmeleri sebebiyle yabancı bir kültürün tesirinde kalmayacaklardı.
20. yüzyılın başına gelindiğinde Müslümanların yaşadığı ülkelerden Türkiye, İran ve Afganistan dışında sömürgeleştirilmeyen ülke kalmamıştı. İşte böylesine hassas bir durumda sömürgeleştirilen bütün İslam diyarlarında Kur’ân eğitimi büyük bir takibe alındı. Bu dünyayı yakından tanımak için hemen hemen her alanda uzmanlar yetiştirildi. Öyleki bunlardan önemli bir kısmı özellikle en basit şartlarda yürütülen ve bugün kısaca Kur’ân Kursu diye tarif ettiğimiz eğitim kurumlarını inceleme konusu yaptılar. İçlerinden sınırlı sayıda uzman ise başta Mısır’daki Ezher, Tunus’taki Zeytune, İstanbul, Orta Asya, Hindistan ve Endonezya medreseleri ile İslam dünyasının diğer coğrafyalarındaki benzeri kurumları bizzat yerinde araştırarak çeşitli araştırmalara konu yaptılar. İslam eğitimi veren kurumlar içinde en fazla baskıya maruz kalanlar ise hiç şüphesiz Afrika’daki Fransız sömürgelerinde bulunan Kur’an Okulları oldu. Günümüzde Afrika ve Asya ülkelerinde onbinlerce Kur’ân Okulu ile normal eğitim veren okullar yanyana faaliyetlerine devam etmektedirler. Hatta Avrupa ülkelerinde bile 20. yüzyılda gerçekleşen göçler sebebiyle Müslümanlar çok sayıda Kur’ân okulu açtılar. Bugün sadece Fransa’da 600 kadar Kur’ân Okulu olduğu ve bunlara 35 bin kadar Müslüman gencinin devam ettiği ifade edilmektedir.
Dinlerini en güzel şekilde çocuklarına öğrenmekten başka amaçları olmayan Afrikalı Müslümanlar bu eğitim kurumlarına farklı farklı isimler vermektedirler: Tunus ve Mısır’da “Küttâb”; Fas’ta “Mesîd”; Çad’da “Massik”; Nijerya’da “Makaranta Allo”; Senegal’de “Daara” ve Moritanya’da “Mahdara”; Libya’da Zaviye; Somali’de “Dox” gibi.
Buralarda Kurân eğitimi verenlere ise Batı Afrika’daki yerli dillerden Mali ve çevresinde konuşulan Songay dilinde “alfa” veya “alfaga”; Bambara da denilen Manding dilinde “karamoko”; Fülâni dilinde İslam eğitimindeki seviyelerine göre “modibo”, “çierno (thierno)” veya “fojo”; bugünkü Nijerya’da yaygın kullanılan Hevsa dilinde “mu’alem”; Moôre dilinde “karemsamba”; Doğu Afrika’daki Hint Okyanusu adalarından Komor Adaları devletinde “foundi”; Kenya ve Tanzanya gibi ülkelerde ise “mwalimu” denilmekteydi. Ancak bölge Müslümanları bu mahalli isimlendirmelerin yerine genel olarak bu kimselere Arapça “murabıt” kelimesinin mahalli söyleniş biçimiyle “marabu” demektedirler.
Batı Afrika ülkelerinde Kur’ân eğitimi alan çocuklarla ilgili dünya medyasında çıkan haberlerde ellerinde tahta parçaları taşıdıkları görülmektedir. Çünkü Afrika’da bu eğitime tabi olan çocuklar ödevlerini ellerindeki tahtanın ön ve arka yüzüne kömür ile, genelde ise Arap zamkını su ve yemek pişirilen kapların alt kısmında biriken is veya odun kömürü ile bir tencerede veya bir su kabağında karışmak suretiyle elde ettikleri siyah bir mürekkep ile yazmaktadırlar. Ancak son yıllarda öğrencilerde kalem ve kağıt kullanma eğiliminin arttığı görülmektedir. Levhaya yazıp öğrendikleri dersleri ile ilgili önceki yazdıklarını silip yenilerini yazma imkanları olup en ufak bir israf meydana gelmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’den bir sureyi yazacak seviyeye gelen öğrenci bunu hocasına tekrar ederek öğrendiğini ispat etmektedir.
Afrika ülkelerindeki Kur’ân okullarında bu tahtaya Arapça’daki “el-levha” kelimesinin yerli dillerdeki mahalli söylenişi ile “alluha” denmektedir. Öğrenciler bu levhalarını yanlarından ayırmamaktadırlar. Fransızlar bu ders levhası için “tablette coranique/Kur’ân tahtacığı” veya “planchette coranique/Kur’ân levhacığı” tabirlerini tercih etmişlerdi. Yaklaşık 40 cm. uzunluğunda, 20 cm. genişliğinde ve 10 mm. kalınlığında olan bu levhanın üst kısmında bir de elle tutulacak sapı bulunmaktadır. Öğrenci bu levhaya yazı yazmak için gül veya bambu ağacından yapılan bir kalem temin eder.
Sömürgecilikle birlikte “Kur’ân Okulu” manasına gelmek üzere bu eğitim yuvalarına genel anlamda Fransızlar “Ecole coranique”; İngilizler “Coranic School” veya “Koranic School”, İspanyollar “Escuela Coránica”, Portekizliler “Escola Corãnica” ve İtalyanlar ise “Scuola Coranica” dediler. Verilen eğitimin seviyesi ne kadar ilerlerse ilerlesin Batılılar bu eğitim ağı içindeki bütün yapılanmalara sadece “Kur’ân Okulu” demekte ısrar ettiler. Hatta Afrika’nın bir çok bölgesinde büyük alimlerin yetiştiği medreseleri dahi birer köklü eğitim müessesesi olarak kabul etmedikleri gibi buraları da Kur’ân-ı Kerim’in sadece yüzünden veya ezbere okunduğu mekanlar gibi gördüler. Oysa asırlardır devam eden geleneksel eğitim içinde bu mekânlarda Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere, meşhur hadis kitapları, fıkıh ve akaid kitapları, Arap dilinin meşhur gramer kitapları ve diğer alanlarda yazılan eserler mutlaka okutulmaktaydı. Belli bir silsileyi takip ederek alınan icazetlerle İslam eğitimin bütün basamaklarını tamamlayan her yeni kuşaktan binlerce alim yetişmekteydi. Öyle olduğu için bugün Batı Afrika ülkelerinden Mali Cumhuriyeti başta olmak üzere pek çok bölgede Arap asıllı olmayan bu yerli Müslümanlar tarafından Arap dilinde yazılmış yüz binlerce eser bulunmaktadır. Maalesef sömürgecilikle birlikte bu eserleri yazan alimlerin kökü kurutuldu. Batı Afrika’da en az 75/80 yıl süren sömürgecilik döneminde, hem de 1950’li yıllardan itibaren peyderpey elde edilen bağımsızlık dönemlerinde bu eserleri okuyup anlayan, üzerlerinde akademik araştırmalar yaparak bunları günümüze kazandıracak uzmanların yetiştirilmesi için hiçbir gayret gösterilmedi. Sınırlı sayıda şöyle veya böyle muhafaza edilen eserlerin korunduğu kütüphaneler dışındakiler kısa zaman içinde yok olacak kadar eskidiler.
Afrika’daki Kur’ân Okullarına devam eden öğrencilere genelde erkekseler “tâlib”, kız iiseler “tâlibe” demektedirler. Yine de mahalli dillerde de farklı kelimeler kullanılabilmektedir. Mesela Doğu Afrika bölgesinde yaygın konuşulan Svahili dilinde bu eğitime devam eden öğrencilere “Mwanachuo” özel ismi verilmektedir.
Müslümanların Günlük Hayatının Ayrılmaz Bir Parçası Olan Eğitim Kurumu: Kur’ân Okulu
Modern çağla birlikte eğitim kurumları çocukların hayatlarının en cevval dönemlerini dört duvar arasındaki sınıflarda geçirmelerini zorunlu kılıyor. Özellikle de bu durum büyük şehir merkezlerinde daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor ve kreş çağından lise son sınıfa kadar pek çok çocuğun yaklaşık 15 senesi okul ortamları, servis araçları veya diğer ulaşım vasıtaları ve evleri arasında geçiyor. Günlük hayata onları bağlayan hemen hemen hiçbir tecrübeyi elde edemeden yetişiyorlar. Yedikleri meyvenin dahi hangi ağaçta yetiştiğini görmeden, tanıyamadan büyüyorlar. Bildikleri hayvan türleri çizgi film kahramanları, dizi flimlerde kahramanların kedileri veya köpekleri, bir de giderek görme imkanı olanlar için hayvanat bahçelerinde sergilenen canlı hayvan türlerinden ibaret kalmaktadır.
Asırlardır Afrika ülkelerinde uygulana gelen ve sömürgeciliğe rağmen varlık mücadelesini sürdüren Kur’ân Okulları ise bugünkü modern eğitim anlayışından farklı bir tarzda eğitim vermekteydiler. Kur’ân Okulu’na gidecek yaştaki çocuklar içinde dört-yedi yaşları arasındakiler genelde gün içinde bu eğitimin verildiği mekanlarda belli aralıklarla tutulurken daha ileriki yaştakiler eğitime sabah namazı ile başlamaktaydılar. Bunların zaten önemli bir kısmı aileleri tarafından eğitim hayatları boyunca yemeleri, giyinmeleri dahil her yönden eğiticilerine teslim edilmiş çocuklardan ibaretti. Namaz öncesi uyanan çocuklar kendilerini okutacak olan öğreticinin aynı zamanda görev yaptığı camiye gidip birlikte namazlarını kılıyorlar ve ardından hemen derslerine başlıyorlardı. Güneşin doğmasından bir müddet sonra ilk derslerini bitiren öğrenciler kendilerine bu eğitimi veren kişiye tahsis edilen araziye çalışmaya başlıyorlardı. Öğle arası havanın da sıcak olması dolayısıyla kaldıkları mekanlara çekilen öğrenciler akşam üstü tekrar araziye gidiyorlardı. Akşam namazından sonra tekrar ders alan öğrenciler yatsı namazından sonra uykuya çekiliyorlardı.
Genelde ziraat ve hayvancılığın yaygın olduğu Afrika ülkelerinde bu çocuklar elde ettikleri ürünleri öğreticilerine teslim ediyorlardı. Ayrıca aileleri de Kur’ân eğitimi veren kişilere yiyecek türü bazı yardımlarda bulunuyorlardı. O da bunlarla hem kendi hayatını, hem de öğrencilerinin yiyecek ve konaklama imkanları dahil bütün giderlerini karşılıyordu. Böylece eğitimlerini hayatın vazgeçilmez kuralı olan üretme becerisiyle kazanan öğrenciler günlük hayata atıldıklarında hem belli bir seviyede eğitim almış oluyorlar, hem de kendi başlarına geçimlerini sağlayacak bir tecrübeye kavuşmaktaydılar.
Sömürgecilikle birlikte bu eğitim ağı tamamen bozuldu. Her geçen gün küçük yerleşim yerleri giderek büyüdü, önce kasabalara, ardından on binlerce, hatta yüz binlerce insanın bir arada yaşadığı büyük şehirlere dönüştüler. Bugün Batı Afrika ülkelerinden Mali’nin başkenti Bamako, Senegal’in başkenti Dakar, Nijer’in başkenti Niamey gibi her biri milyonu aşan nüfuslarıyla ve hemen hemen hiçbir alt yapısı olmayan şehirler çığ gibi büyüdü. Buralarda Kur’ân Okulu faaliyetlerini yürüten kimseler artık eski geçim tarzlarını kaybettiler. Kendilerine teslim edilen çocuklar da öyle hali vakti yerinde olan ahalinin çocukları değildi. Öyleki içlerinden bir kısmı küçücük çocukları günün işlek saatlerinde sokaklarda dilenciliğe dahi sevk eder hale geldiler. 1991 yılında UNICEF, Senegal’de bu tarz hayata zorlanan 100 bin kadar çocuk olduğunu rapor etmişti.
Durumu iyi olan aileler ise çocuklarını genelde adına “medrese” dedikleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarının da onayından geçen eğitim programlarını uygulayan okulları tercih ediyorlar. Yeni medreseler bulundukları ülkenin resmi dili ister İngilizce olsun, isterse Fransızca olsun bunları dikkate almadan Arapça olarak eğitim verilen kurumlardır. 1940’lı yılların sonlarına doğru henüz sömürge idarelerinin devam ettiği bir dönemde yavaş yavaş açılmaya başlayan bu okullarının sayısı 2000’li yıllarda hemen hemen her şehirde bulunacak şekilde arttı. Bamako, Dakar gibi şehirlerde ise temel eğitim dersleri yanında İslam ilimleri derslerini de önemseyen medreselerin sayısı 1990’lı yıllların başında yüzü aşmıştı.
Bazılarında anaokulu dahil lise son sınıfa kadar eğitim verilen bu medreselerin çoğalması Afrika’yı sömüren İngiliz, özellikle Fransız idarecilerin dikkatlerinden kaçmadı. Her fırsatta en üst düzeydeki Avrupalı devlet adamları bu eğitim kurumları aleyhinde konuşmalar yaparak bunları ciddi birer tehlike olarak takdim ettiler, halen de devam etmektedirler. Oysaki aynı kıtada bulunan sadece Katolik Kilisesi’nin idaresindeki eğitim kurumlarından yaklaşık on beş milyon öğrenci Vatikan merkezli benimsenen eğitim programlarına tabi olarak yetiştirilmekte olup bundan en ufak bir şikayetleri bulunmamaktadır.
Afrika Müslümanlığının Devamında Kur’ân Okullarının Etkinliği
Fransızlar 1830 yılında istila etmeye başladıkları bugünkü Cezayir’in kuzeyindeki önemli şehirlerin işgalini ancak 20 yılda tamamlayabildiler. İşgal 1850’li yılların başında tamamlanınca ilk adım olarak buranın yerlilerinin eğitimine üç koldan el attılar. Birincisine göre büyük şehirlerde “école publique/kamu okulu” adıyla, yani Fransa’daki gibi laikliğe vurgu yapan okullar açtılar. Aslında bu okulları Cezayir’in verimli arazilerini gasp ederek oralara yerleştirdikleri kendi vatandaşları için açtılar ve genelde onların çocuklarını eğittiler. Zaten Müslümanların rağbet etmedikleri bu okullara devam eden çocuklar genelde Fransa’dan buraya getirip yerleştirilen fakir köylülerin ve sömürge idarecileri ile kendilerine itaat etmekte sakınca görmeyen sınırlı sayıdaki Cezayir asıllı görevlilerin çocuklarıydı. İkinci eğitim yuvaları ise Kiliselerin denetimde açılan misyoner okullarıydı. Bunların okuttukları öğrenciler ise daha ziyade yoksul ailelerin çocukları ile savaşlarda yetim kalan Müslüman çocukları idi. Az sayıda da buradaki azınlık konumdaki Hristiyanlığa bağlı ailelerin çocukları misyoner okullarını kamu okullarına tercih ediyorlardı. Üçüncü tip okullar ise 1850 yılında sadece Müslüman aile çocukları için açılan ve kısaca “médersa française/Fransız Medresesi” diye isim verdikleri eğitim kurumları idi. Bunları açmaktaki gayeleri kendilerinin Cezayir’deki sömürgeci varlığını meşru kabul edecek imamlar, müezzinler, vaizler, müftüler, şer’î mahkemelerde kadılık ve diğer hizmetleri yapacak görevliler yetiştirmekti. 1960’lı yıllara kadar yaklaşık bir asırdan fazla eğitim veren bu üçüncü tip okul olan medreselerden mezun ettikleriyle belli bir başarı da elde ettiler. Hatta bu okullardan mezun ettikleri öğrencilerini eğitimci yapmak suretiyle Senegal, Mali, Moritanya ve Gine sömürgelerinde de benzeri okullar açtılar. Bunlara da ya medrese veya “école franco-arabe/Fransız-Arap Okulu” adını verdiler.
Bir taraftan Fransız ve İngiliz kültürünü benimseyen Afrikalı yeni nesiller bu üç ayrı amacı olan okulda yetiştirilirken Cezayir bağımsızlık hareketinin öncülerinden Huvari Bumedyen gibi önderler ise ilk eğitimlerini Kur’ân Okulu’nda aldılar. Bugün Müslümanların çoğunluk olarak yaşadıkları Afrika ülkelerinde devletin farklı kademelerinde görev yapanlar öz geçmişlerinde devam ettikleri Kur’ân Okulu eğitimini de zikretmekle gurur duyuyorlar. Bunlardan birisi de 2002-2004 yılları arasında Senegal’de başbakanlık yapan yapan, hatta 2007 devlet başkanlığı seçimlerinde aday dahi olan ve ülkenin büyük şehirlerinden Thiès’in belediye başkanlığını da yapan İdrissa Seck’tir. İlk eğitimini Kur’ân Okulu’nda alırken daha sonra kendisinin veya ailesinin kararıyla sömürge okullarından birine devam ederek yetişen ve iki kültür arasında büyük bir çıkmazda kalan çok sayıda kimsenin yaşadıkları ise ibret alınacak bir durumdur. Bunlardan Senegalli yazar Şeyh Hamidu Kane’nin Türkçemize “Mahrem Macera” ve “Hayat Çıkmazı” adıyla iki ayrı mütercim tarafından tercüme edilen “L’aventure ambigue” isimli romanındaki baş kahramanı Samba Callo’nun (Diallo) hayat serüveni aslında gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü ilk eğitimini Kur’ân Okulu’nda alan ve daha sonra Fransız okuluna giden, hatta bununla da yetinmeyip Fransa’da yüksek tahsile giderek felsefe ve hukuk ihtisası yapan bu gencin yaşadığı buhran aslında bu kıtada binlerce defa tecrübe edildi. Dahası Benin’de devletbaşkanlığı yapan Yayi Boni, Ortaafrika Cumhurbaşkanlığı yapan Michel Djotodia ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 2004-2007 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapan Raymond Ramazani Baya gibi sadece modern eğitim almak uğruna dinleri değiştirilen çok sayıda Müslüman çocuğu bulunmaktadır.
İşte böylesine hassas bir ortamdan geçen Afrikalı Müslümanlar için Kur’ân Okulu dinî kimliklerinin korunmasında önemli bir yere sahiptir. Belki bir çoğu modern eğitim kurumlarına sırf din değiştirmemek için gitmediklerinden dolayı mühendis, doktor olamıyorlar. Sadece ticaret hayatına atılılabiliyorlar. Sonuç olarak Afrika toplumlarında ticaret ve maddi imkan genelde Müslüman tüccarların elinde bulunurken, devlet kurumlarındaki önemli görevlere ise yüksek tahsilli Hristiyanlar getirilmektedir. Bir de bunların arasında aldıkları yüksek eğitimle belli bir uzmanlığa ulaşanlar kendilerine sunulan maddi imkanların peşine düşerek kendi ülkeleri yerine Avrupa veya Amerika’da daha fazla maaş alacakları görevleri tercih etmektedirler.
Kısacası 30 binin üzerinde farklı bilim dallarında doktora sahibi Afrikalı uzmanın bu kıta dışında çalıştığı göz önünde alınacak olursa günümüzdeki geri bırakılmışlıklarının, siyasî, idarî, askerî ve ilim konusunda neden büyük sıkıntılar yaşadıklarının daha iyi anlaşılması kolaylaşacaktır. Bu nedenle Afrikalı Müslümanlar aldıkları Kur’ân eğitimi ve terbiyesi sayesinde ülkelerine daha fazla bağlanmakta ve hizmet etmektedirler.