Giriş
Tarih boyunca adil savaş, insani müdahale ya da koruma sorumluluğu gibi kavramlarla karşımıza çıkan kuvvet kullanımının meşruiyeti sorunsalı, uluslararası hukukta her daim önemini ve güncelliğini korumuştur. Konu devletlerin kuvvet kullanımına müsaade edilmesinin şartlarını düzenlemesi, dünya barışı ve güvenini etkilemesi hasebiyle son derece büyük önem arz etmektedir. İlk hali ile1989’da ‘adil savaş’, Oscar Schacter’ın Just War and Human Rights başlıklı eserinde insan hakları kapsamında incelenmiştir. James Pattison 2008’de yazdığı Legitimacy and Humanitarian Intervention: Who Should Intervene? başlıklı makalesinde insani müdahaleyi incelemiş ve bu konuya dair en büyük muammalardan olan müdahale edicilerin kim olması gerektiğini değerlendirmiştir. Bugün hala güncelliğini koruyan konu 2015 yılında Yıldıray Sak’ın Uluslararası Hukukta İnsancıl Müdahale ve Libya Örneği: Suriye’de Yaşanan ya da Yaşanacaklar için Dersler çalışmasında da yer bulmuştur.
Bu çalışma temelde, uluslararası hukukta ‘insani müdahale’ kavramını, Libya’ya yapılan insani müdahale örneği üzerinden anlatmayı amaçlamaktadır. Çalışma, gerek insani müdahalenin gerekse koruma sorumluluğunun, kuvvet kullanma yasağının kapsam ve istisnalarına dair kurallarla bağdaşmadığını gösterme çabasındadır. Libya müdahalesi de bu tespiti destekler niteliktedir. İnsani amaçlı silahlı kuvvet kullanımının, kuvvet kullanma yasağı kapsamında ‘hukukiliğinin’ ve ‘meşruiyetinin’ incelenmesi de bu çalışmanın ayrıca amaçlarındandır. Bütün bu amaçlar çerçevesinde nihayetinde Libya’ya insani müdahalenin hukuki ve meşru olmadığı sonucuna varmak hedeflenmektedir.
Değişen uluslararası sisteme ve küreselleşmeye rağmen halen sistemin en önemli aktörü olarak karşımıza çıkan ulus devletler, bu çalışmanın incelenmesinde realizmin bir yöntem olarak benimsenmesini zorunlu kılmaktadır. Çalışmada realizmin temel alınması; devletler ve devletlerin üyesi olduğu uluslararası örgütlerin, Libya müdahalesi örneğinde de görüldüğü üzere ‘ulusal çıkar’ odağında hareket ettiklerinin anlaşılabilmesi açısından önem arz etmektedir. Bu bağlamda devletler gerek tek başlarına, gerek bir uluslararası örgüt şemsiyesinde, ulusal çıkarlarıyla paralellik arz eden durumlara çoğu kez uluslararası hukuka ‘rağmen’ dahil olurken, ulusal çıkarlarıyla uyumsuz bir durumda müdahaleye yanaşmamaktadır. Bu seçici müdahale örneğinde de gözükeceği üzere, uluslararası sistem halen daha realist perspektif ile şekillendirilmektedir. Bu doğrultuda, çalışmada Libya’da insani müdahale konusunun incelenmesini; devletlerin uluslararası hukukun boşluklarından yararlanarak çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdikleri, birbiriyle çelişen müdahaleleri teşvik etmiştir.
Libya’da halen süren iç karışıklıklar ve yakın dönemde iyileşmeye dair bir umudun olmaması, Libya’nın bu çalışmanın inceleme sahası olmasında etkili olmuştur. Özellikle müdahaleden sonra ülkenin durumunun daha kötüye gittiğini gösteren olaylar ve veriler, bu müdahalenin de sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.
Çalışma, ‘seçici insani müdahale’ kavramını türeterek literatüre katkı sunmaktadır. Bu kavram ile insani müdahalenin kriterlerinin ve müdahale yetkisinin kimde olduğunun uluslararası hukukta netleştirilmediği ve bunun bir sebebi olarak da devletlerin boşluklardan yararlanarak çıkarlarına uygun olan müdahaleyi, istedikleri biçimde gerçekleştirdiği ifade edilmek istenmektedir.
İnsani müdahale için sağlanması gereken doğru amaç, son çare, orantılılık, olumlu sonuç beklentisi gibi şartlar incelendiğinde, çalışmanın; Libya müdahalesinin meşru ve hukuki olmadığı yönündeki hipotezini doğruladığı gözükmektedir. Libya müdahalesi, Libya’daki sivillerin acılarını dindirmek amacıyla yapılmamış, müdahaleden önce tüm barışçıl yollar denenmemiş, ilgili BMGK kararı dahi beklenmeden başlayan bombardımanlar mevcut sorunla orantısız bir boyutta ve sürede sürdürülmüştür. Libya’nın bugün içerisinde bulunduğu duruma bakıldığında, müdahale öncesinde olumlu bir sonuç beklentisi koşulunun da aranmadığı görülebilmektedir.
Çalışma; ikinci kısmında insani müdahalenin uluslararası hukuktaki yerini ‘insani müdahale’ kavramı, ‘içişlerine karışmama’ ilkesi ve ‘kuvvet kullanma’ yasağı kapsamında incelemektedir. Üçüncü bölümde, kuvvet kullanma yasağına getirilen insani müdahale ve koruma sorumluluğu istisnalarını ele almaktadır. Ardından dördüncü bölümde, Libya müdahalesini; BMGK kararlarını ve müdahaleden önceki durumu, müdahale kararını ve askeri operasyonu değerlendirerek açıklamaktadır. Nihayetinde çalışma, hülasa mahiyetinde sonuç kısmı ile bitmektedir.
İnsani Müdahale ve Uluslararası Hukuk
Müdahale, genel anlamda, uluslararası hukukta yasaklanmış devletlerarası eylem ve işlemlerdir. Zorlayıcı araçların kullanılmadığı, devletlerin iç işlerine karışılması olarak yorumlanabilecek tavsiyeler ya da ortak organ ve mekanizmalarda bazı konuların tartışılıp karara bağlanması da müdahale niteliğindedir. Bununla birlikte egemen devletler, yaptıkları uluslararası antlaşmalar ile karşılıklı egemenliklerini müdahaleye açık hale getirebilmektedir. Müdahalenin zorlayıcı nitelik taşıyanlarını diğerlerinden ayıransa, silahlı kuvvet kullanımını da içerebilecek zorlayıcı önlemleri kapsaması ve müdahalenin gerçekleştirildiği devletin buna rızası olup olmadığıdır. Zorlayıcı önlemler içeren müdahalenin uluslararası hukuka uygun ya da haklı olduğunun anlaşılmasında, silahlı kuvvet kullanılıp kullanılmadığı önem arz etmektedir. Silahlı kuvvet kullanımını içeren müdahale, diğer tüm müdahale türlerinden ayrı bir rejime tabi tutularak, bu rejime uygun olmaması durumunda uluslararası hukuka aykırı kabul edilmektedir (Sak 2015: 123).
İnsani Müdahale Kavramı
İnsani müdahalenin antlaşma mahiyetindeki yazılı metinlerde tanımı yapılmamaktadır. Bununla beraber BM Şartının hazırlık aşamasında ve çeşitli metinlerde bir kavram olarak tartışılmıştır (Franck, 2004: 136). İnsani müdahalenin en belirgin özelliği, devletler ya da uluslararası örgütler tarafından ifa edilmesidir. Bu sebeple uluslararası hukuk kişisi olmayanların yaptığı müdahaleler insani müdahale kapsamında değerlendirilmemektedir (Murphy, 1996: 14).
İnsani müdahalenin bundan hariç iki unsuru; müdahalenin iç çatışmalardan kaynaklanan ‘ağır’ ve ‘yaygın’ insan hakları ihlallerini önlemeyi amaçlaması ve kuvvet kullanılmak suretiyle gerçekleştirilmesi şeklinde sıralanabilmektedir. Bir devletin kendi vatandaşlarının insan haklarını ağır ve yaygın olarak ihlal etmesi, insani müdahalenin en önemli unsurudur. Bahsi geçen ağır ve yaygın ihlallere dair literatürde tartışmalar olmasına rağmen genel olarak; soykırım yasağı, işkence yasağı ve yaşama hakkının ihlaline sebep olan, yaralama, işkence, öldürme ve tecavüz gibi eylemlerin, devletin kendi ülkesinin geneline veya bir bölümündeki tüm insanlar ya da bir gruba karşı, devlet organlarınca ve resmi kişiler tarafından gerçekleştirilmesi, bu tür ihlaller kapsamında değerlendirilmektedir. İhlallerin ağırlığı ve yaygınlığının tespitinde; ihlalci devletin içindeki ve komşularına doğru yayılan göçler, yaşam alanlarının ihlale uğrayan kişilerce toplu olarak terk edilmesi ve sığınma hareketleri önem arz etmektedir. İnsani müdahale için insan hakları ihlallerinin ağır ve yaygın olması tek başına yeterli bir faktör değildir. Bunun yanında müdahalenin ihlalleri sona erdirme veya azaltma amacı ile yapılması gerekmektedir (Sak: 124).
Diğer bir unsur ise, müdahalenin gerçekleştirildiği devletin rızasına aykırı olarak kuvvet kullanımını da içerecek şekilde yapılmasıdır. Kuvvet kullanılmasının amacı, ihlallere son vermenin yanı sıra iç ve dış göç ile mülteci konumuna düşmüş kişilerin geri dönüşünün sağlanması olmalıdır. Burada kuvvet kullanımı ifadesi; sadece karadan, denizden ve havadan silahlı kuvvetlerin devletin ülkesine girmesini ve doğrudan kuvvet kullanmasını değil aynı zamanda kuvvet kullanma tehdidini de kapsamaktadır (Holzgrefe, 2003: 1).
İnsani Müdahale ve İç İşlerine Karışmama
BM Şartı ile devletlerin egemen eşitliği ilkesi uluslararası hukukta kabul edilmiştir (m.2/1). Beraberinde bu ilke ile bütünlük içerisinde iki temel ilke daha düzenlenmiştir. İlki, devletlerin diğer devletlerin ulusal yetkisine giren konulara karışmamasıdır (m.2/7). Böylece iç işlerine dair konulara müdahale yasaklanmıştır. Ulusal yetkiler içerisinde; devletlerin siyasal sistemlerini bağımsız bir şekilde seçmesi ve sürdürmesi ile kültürel, toplumsal ve ekonomik konu ve alanlar sayılabilmektedir (Pazarcı, 2005: 79-80). Ulusal yetkiye giren konulara devletler ile birlikte BM’nin de müdahalesi, BM Şartınca yasaklanarak devletin egemenliği kuvvetlendirilmiştir.
İkinci ilke, devletlerin birbirlerine yönelik kuvvet kullanması ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunmasının yasaklanmasıdır (m.2/4). Bu ilke insani müdahale açısından milli yetki ile birlikte düşünüldüğünde; BM Şartınca kuvvet kullanma yasağının iki istisnasından biri olan Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) VII. Bölüm kapsamında verilen diğer önlemler ile birlikte kuvvet kullanma yetkisi, iç işlerine karışma olarak sayılmamaktadır. Dolayısıyla insani müdahale BMGK kararınca alınmışsa bu iç işlerine karışmama ilkesinin ihlali sayılmamaktadır. BMGK’nın böyle bir karar alması, BM Şartının 42. maddesinde “uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olması ya da bozulmuş olması” şartına bağlanmıştır. İnsani müdahalenin ağır ve yaygın insan hakları ihlalleri içeren iç savaşlar ve katliamlara karşı yapıldığı düşünüldüğünde, 42. madde kapsamında, BMGK’nın bunları uluslararası barış ve güvenliğin tehdidi ya da bozulması olarak yorumlaması gerekmektedir. Ancak ağır ve yaygın insan hakları ihlalleri ile uluslararası barış ve güvenliğe dair bir bozulma durumu arasındaki ilişkinin kurulması stratejik çıkarlarla son derece ilintili olup takdire çokça yer açması; yüz binleri aşkın insanın katledildiği, yerlerinden edildiği Darfur gibi olaylara müdahale edilmemesi neticesini doğurmaktadır. Buna karşın böyle bir ilişkinin varlığına dair yüzeysel bir tespitin yapılması, Libya müdahalesi örneğinde de olduğu gibi tartışmalara yol açmaktadır (Sak: 127).
İnsani Müdahale ve Kuvvet Kullanımı
20. yüzyılda başlayan silahlı kuvvet kullanımıyla ilgili uluslararası hukuk düzenlemeleri; BM Şartı ile kuvvet kullanımının yasaklanması ve hukuki kuvvet kullanımının bugünkü şekliyle belirlenmesi halini almıştır. BM Şartında kuvvet kullanma yasağının iki istisnası bulunmaktadır. Bunlar, 51. maddede bahsedilen meşru müdafaa hakkı ve VII. Bölüm çerçevesinde alının BMGK kararlarıdır. İnsani müdahalenin hukukiliğiyle ilgili sorun, BMGK kararı ile yapılanlardan ziyade, Konsey kararı olmaksızın yapılanlardan kaynaklanmaktadır.
BMGK kararına dayanmayan insani müdahalelerin uluslararası hukuku ihlal ettiğini savunanlar, BM Şartı’nın hükümleri ve genel amacını dayanak göstermektedir. Bu kişilere göre, devletler BM Şartının 2/4 hükmünce kuvvet kullanamaz ya da tehdidinde bulunamaz. Şart, önceki düzenlemelere ek olarak devletleri sadece savaşmamakla değil aynı zamanda her türlü silahlı çatışmada ve müdahalede bulunmamakla da yükümlü tutmuştur (Franck, 2004: 20). Şartın 2/4, 2/7 ve BM Genel Kurulunun 2131 (1965) kararı beraber değerlendirildiğinde, insani müdahale Şartın düzenlediği yasak kapsamındadır. Bu görüşü savunanlar, Şartın kuvvet kullanma yasağına dair istisnaları düzenlediğini, insani müdahale ve türevi istisnalara yer verilmediğini söylemektedir. Şartın hükümlerinin nasıl anlaşılacağıyla ilgili olarak Genel Kurulun 2625 (1970) ve 3314 (1974) sayılı kararları da devletlerin doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, hiçbir biçimde başka bir devletin ülkesel bütünlüğüne, siyasal bağımsızlığına ve egemenliğine, sebebi ne olursa olsun müdahale edemeyeceğini söylemektedir. Böylece insani müdahale hukuka aykırı kabul edilmektedir (Sak: 128-129).
Şartın istisnaları haricinde, ne herhangi bir uluslararası hukuk kuralı veya bir anlaşma maddesinin uygulanması, ne de adaletin sağlanması veya insan hakları için kuvvet kullanımına müsaade edilir (Schacter, 1989: 17).
Şartın hükümleri ve amaçları kapsamında, insani müdahalenin hukuki olmadığı sonucuna varılması eleştirilmiştir. Bu eleştiriler üç başlıkta toplanabilmektedir. İlki, insan haklarının devletlerin içişleri ile ilgili bir konu olarak görülmesine yapılan eleştiridir. Uluslararası hukukta insan hakları milli mesele olmaktan çıkmıştır. İnsan haklarına uygun davranmak devletlerin uluslararası alandaki yükümlülüklerinden biridir. İnsan haklarının ihlalinin önlenmesine ilişkin müdahalenin, kuvvet kullanmanın yasak olduğunun bu nedenle savunulması, ihlallerin yaptırımsız kalmasına ve nihayetinde hakkın kendisinin anlamsızlaşmasına neden olacağı söylenerek eleştirilmiştir. İkinci eleştiri, Şartın barışı korumak ile ilgili amacı ve bunun diğer değerlerin üzerinde olduğu görüşüyle alakalıdır. Barışın korunması ile devletlerin insan haklarına uygun davranmaları arasında güçlü bir bağ vardır. Barışı korumak diğer değerlerin üzerinde bir amaç olsa bile, ağır ve yaygın insan hakları ihlallerinin uluslararası barışı tehdit ettiği durumlarda müdahale hukuki olacaktır. Üçüncüsü ise, barışın ve güvenliğin bozulması halinde, kuvvet kullanımı yasağının istisnalarını harekete geçirecek mekanizmaların işlemeyeceği eleştirisidir. BMGK’da veto yetkisi bulunan üyelerin kuvvet kullanımına ilişkin durumlarda da bu yetkilerini kullanabilmeleri, BM sisteminin beklenilen işlevini yerine getirmekte nakıs kalmasıyla sonuçlanmaktadır.
Kuvvet Kullanma Yasağının İnsani Müdahale İstisnası ve Koruma Sorumluluğu
Koruma sorumluluğu ve insani müdahale içerik açısından aynı amaca yönelik yaklaşımlardır. Benzer ölçütler içermektedir. Bunlar; doğru amaç, son çare, orantılılık ve olumlu sonuç beklentisidir. Doğru amaç ile, müdahalenin öncelikle insanların çektiği acıların bitirilmesi amacı ile yapılması kastedilmektedir. Son çare ilkesi müdahalenin, askeri müdahale olmayan tüm yollara başvurulduktan sonra ve askeri müdahaleden daha hafif tedbirler ile başarılı olunamayacağına dair makul nedenlerin olması durumunda gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedir. Orantılılık ile, müdahalenin süresinin, kapsamının ve yoğunluğunun doğru amacın gerçekleştirilmesi için zorunlu olan seviyenin üzerinde olamayacağı anlatılmaktadır. Olumlu sonuç beklentisi ise, müdahale ile insanların ızdırabına son verileceğine ve müdahale sonrasında insani durumun öncesinden daha iyi olacağına dair makul beklentiyi ifade etmektedir (Sak: 139).
Koruma sorumluluğunun insani müdahaleden ayrılan özellikleri ise üç kısımda incelenebilmektedir. İlki, koruma sorumluluğu kapsamında gerçekleştirilen müdahalenin meşruiyetini sağlayacak şart ve koşullar ile müdahalenin kararını verecek mercii olarak BMGK’nın gösterilmesidir. İkincisi, koruma sorumluluğu ile yapılan müdahalenin haklı nedenlerinin insanlığa karşı suçlar, savaş suçları, etnik temizlik ve soykırım şeklinde netleştirilmesidir. Üçüncü farklılık ise, üç aşamalı olarak sorumluluk yüklenilmesidir. Bu sorumluluğun ilk aşaması, devletlere ülkesinde bir müdahaleyi gerektirecek eylemleri gerçekleştirmeme ve gerçekleşmesini de ‘önleme sorumluluğu’dur. Devletlerin önleme sorumluluklarını sağlamaması durumunda, sorumluluk müdahale edecek devletlere geçer. Bu da ikinci aşama olan ve kuvvet kullanmayı da kapsayan ‘harekete geçme’ sorumluluğudur. Üçüncü aşama ise, müdahalenin sonrasında yüklenilen ‘yeniden inşa’ sorumluluğudur (Sak: 140).
Hem koruma sorumluluğundan hem de insani müdahaleden beklenen işlev, kuvvet kullanımını da içeren bir müdahalenin kötüye kullanımının önüne geçmektir (Pattison, 2008: 395). Koruma sorumluluğu kararının yalnızca BMGK tarafından veriliyor olması, Konsey kararı olmaksızın gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilecek müdahaleler için yapılan ‘hukuka aykırı ama meşru’ yorumunun önüne geçmektedir. Ancak müdahalenin haklı nedenlerinin olaya ilişkin kendine özgü şartlarının değerlendirilmesi ve ilgili devletin önleme sorumluluğunu gerçekleştirip gerçekleştirmediğiyle ilgili tespitin yapılması, insani müdahalenin belirsizliğini artırmaktadır. Özellikle rejim değişikliği ya da demokrasi istemi gibi sebeplerle sivil direniş ve barışçıl gösteri haklarını kullanan vatandaşlara karşı uygulanan sert devlet politikaları neticesinde taleplerin silahlı direnişe ve isyana dönüşmesi halinde çatışmalara dair önleme sorumluluğunun içeriğinin ne olduğu ve bunun ne zaman uluslararası topluma devredileceği soruları yanıtsız kalmaktadır. 2011 yılındaki Libya müdahalesi de bu soruların yanıtlanması ve insani müdahalenin geleceğinin ön görülmesi için önem taşımaktadır.
LİBYA MÜDAHALESİ
BMGK Kararları ve Müdahaleden Öncesi
17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayarak Mübarek’in istifasına neden olan halk ayaklanmaları Libya’ya da yayılmış ve ilk olarak 15-16 Şubat 2011 tarihinde Bingazi’de gösteriler başlamıştır. Gösterilere sebep olan talepler için, Libya yönetimi başta çözümcül yollar bulmaya çalışmış, fakat Kaddafi’nin görevden ayrılması ve rejim değişikliği yönünde evirilen talepler neticesinde Libya’daki güvenlik güçleri sert tepkiler vermeye başlamıştır. Muhalif gruplar genelde farklı sebeplerle harekete geçmiştir. Bu grupların çoğunluğu, barışçıl yöntemler kullanmış, ancak bazıları silahlı mücadeleyi seçmiştir. Hükümet binalarına, yetkililere ve güvenlik güçlerine yapılan saldırıların artmasıyla halk hareketleri, silahlı direniş hareketlerine dönüşmüş ve bu, Kaddafi yönetimini de sertleştirmiştir. Ülke, Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi yönetimi ve Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) arasında fiilen ikiye bölünmüştür. Bingazi direnişçiler tarafından ele geçirilmiş, direnişçiler ve askerler arasındaki çatışmalar sivillere karşı şiddet fiillerine dönüşmüş ve yüzlerce sivil öldürülmüştür (SETAV 2011a: 19-23).
Bingazi’nin rejim muhalifleri tarafından ele geçirilmesiyle alevlenen Libya’daki iç çatışmalara, uluslararası toplumdan hızlı tepkiler gelmiştir (Bellamy ve Williams, 2011). Bingazi’de çatışmaların artmasının ardından pek çok uluslararası örgüt Libya’daki bu durumu kınamıştır. 22 Şubat’ta BMGK ve Arap Ligi, 24 Şubat’ta AB ve 25 Şubat’ta ise NATO kınama bildirisi yayımlamıştır. BM İnsan Hakları Komisyonu Yüksek Temsilcisi Navi Pillay 22 Şubat’ta Libya’da insanlığa karşı suçları kınamıştır. Ardından dönemin BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon hükümete sivilleri koruma sorumluluğunu hatırlatmıştır. BM İnsan Hakları Konseyi ise 25 Şubat’ta Libya Araştırma Uluslararası Komisyonu kurulmasına hükmetmiştir (OHCHR, 2011).
UGK ve yönetim arasında çatışmaların devam etmesi üzerine BMGK, çatışmalara son verilmesini, Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısının soruşturma açmasını, Libya’ya silah ambargosu uygulanmasını, Kaddafi ve bazı yöneticilerin mal varlıklarının dondurulmasını ve seyahatlerinin yasaklanmasını 1970 (2011) sayılı karar ile hükme bağlamıştır. Bu karar ile esas itibariyle barışçıl yollarla çözüm aranmıştır.
Rejimin şiddet eylemlerinin sürmesi ve 12 Mart’ta Arap Ligi’nin BMGK’dan Libya hava sahasının uçuşa yasak bölge ilan edilmesini istemesi üzerine Güvenlik Konseyi ilk kez koruma sorumluluğu prensibine dayanarak kendi topraklarında etkin kontrol sağlayan bir devlete karşı askeri güç kullanımı kararı almıştır.[1]1970 sayılı kararın alınmasından 19 gün sonra, 17 Mart 2011’de Konsey 1973 (2011) sayılı kararı almıştır. Libya’nın hava sahasını uçuşa yasak bölge ilan eden karar, acilen ateşkesin yapılması ve sivillere şiddetin sonlandırılması çağrısında bulunmuştur. Bunların sağlanmaması halinde ‘gereken tüm önlemlerin’ alınacağını söylemiştir. Böylece müdahalenin yolu açılmıştır.
Müdahale Kararı ve Askeri Operasyon
1973 sayılı kararın alınmasının üzerinden henüz iki gün bile geçmemişken 19 Mart’ta Paris’teki görüşmelerde “Şafak Yolculuğu Operasyonu” kararı alınmıştır. Fransa, İngiltere ve Amerika güçlerinin katılacağı operasyonun amacı sivilleri korumak ve Libya’da uçuşa kapalı bölge oluşturmak olarak belirlenmiştir. Türkiye ise kararı 24 Mart’ta onaylamıştır (Eldem, 2015). Aynı gün NATO güçleri Libya’da operasyona başlamıştır. 1973 sayılı kararın alınmasını takip eden ikinci haftada harekete geçen NATO güçleri, yine oldukça kısa sayılabilecek 6 ay gibi bir süre sonunda operasyonu tamamlamıştır. Rejimin devrilmesinden sonra koruma sorumluluğunun ‘yeniden inşa’ boyutu, 16 Eylül 2011’deki 2009 sayılı Konsey kararı ile can bulmuş ve Libya’da BM Destek Misyonu kurulmuştur (Axworthy, 2011).
1973 sayılı Konsey kararına çekimser oy kullanan Rusya, Brezilya, Hindistan, Çin gibi devletler, NATO’yu sık sık eleştirerek, Libya’da sivilleri koruma görevinden saparak yetkilerini geniş yorumladığını ve operasyonun amacının yön değiştirerek sivilleri korumaktan rejim değişikliğine kaydığını söylemişlerdir (Morris, 2013). NATO’nun birçok ateşkes önerisini değerlendirmemesi, siviller açısından tehlikeli olmayan kaçan personellere ve Kaddafi’nin yakınlarının yaşadığı ancak askeri anlamda bir önem arz etmeyen mekanlara müdahale etmesi, silah ambargosunu görmezden gelerek hızla iç savaşa dönüşen bir çatışmada muhaliflerin yanında yer alarak tarafsızlığını yitirmesi, bu eleştirilerin kaynağını oluşturmuştur. Koalisyon güçleri her ne kadar kısa sürede etkin sonuç için bu yöntemi kullandıklarını söyleseler de, temelde eleştiriye sebep olan konu, NATO’nun kullandığı hareket tarzının, müdahale esnasında BMGK’da konuşulmamış olması ve üyelere değerlendirmeleri için fırsat ve bilgi sunulmamasıdır.
Libya müdahalesinin içeriği bakımından, alınan kararlar ve insani müdahale kriterleri ile uyumunun analizi yapıldığında, karşımıza çıkan sorunlar iki kısımda incelenebilmektedir. Bunlardan ilki, bütün barışçıl yolların tüketilip tüketilmemesi ve bununla ilgili olarak müdahalenin son çare olup olmamasıyla ilgilidir. Müdahalenin dayanağı olan 1973 sayılı BMGK kararının Libya’daki gösterilerin başlamasından kısa bir süre sonrasında alınması, ülkedeki çatışmaların sonlandırılması için tüm barışçıl yolların denenmesi ihtimalini imkânsızlaştırmıştır. 15-16 Şubat 2011’de başlayan olaylardan 1973 sayılı kararın alındığı tarihe kadar geçen sürede, Libya yönetimi ile yeterli doğrudan görüşme yapılmayarak şiddetin son bulması ve sorunun çözülmesi ile ilgili tüm barışçıl yollar denenmemiştir. Libya Dışişleri Bakanının, BMGK kararları doğrultusunda ateşkese uyulacağını söylemesi de karşılıksız bırakılmıştır. Bunun yanı sıra askeri operasyon; 1973 sayılı kararın alınmasının üstünden 48 saat bile geçmeden, 19 Mart’ta Fransa önderliğinde yapılan Paris Konferansı neticesinde başlatılmıştır. Bu hızlı süreç hem ateşkesin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine dair tespiti imkânsızlaştırmış hem de olası çözüm yollarını bitirmiştir. Örneğin, hem Libya yönetiminden hem de muhaliflerden onay alan Türkiye’nin çözüm planı, Paris Konferansı nedeniyle uygulanma fırsatı bulamamıştır (SETAV, 2011b: 25).
İkinci sorun ise, 1973 sayılı karar ve uygulanmasındaki yanlışlıklar ve eksikliklerdir. Karardaki, ‘gereken tüm önlemlerin alınması’ ifadesi kuvvet kullanımına da imkan tanırken, bu kuvvetin kimler tarafından ve nasıl kullanılacağını düzenleyen hükümler ile askeri operasyonun icrasının şekli arasında uluslararası hukukun ve kararın ihlaline ilişkin uyuşmaz noktalar vardır. Kararın ‘uçuşa yasak bölge’, ‘silah ambargosu’ ve ‘sivillerin korunması’ taleplerinin tamamı karadan, denizden ve havadan askeri güç kullanılmasını gerektirmektedir. BM Şartı gereğince ve 1970 ve 1973 sayılı kararlar uyarınca böyle önlemler, bir savunma ittifakı ya da BM Genel Sekreterliğine bu önlemler için kuvvet vereceğini bildiren devletler tarafından gerçekleştirilmektedir. 1973 sayılı kararın 8. paragrafı uçuş yasağının nasıl uygulanacağına dair usulleri belirlemiştir. Buna göre, bölgesel örgütler ya da devletler uçuş yasağına ilişkin düzenlemelerini BM Genel Sekreterine bildirir. Böylece Libya hava sahasının denetlenmesi sorumluluğu paylaştırılmıştır. 19 Mart’ta yapılan Paris Konferansına BM Genel Sekreteri de katılmış ve konferansta BM’ce verilen yetkinin nasıl kullanılacağı görüşülmüş, NATO Konseyi de böyle bir görevle ilgili hazırlık yapmak için askeri planlarını konuşmak üzere toplanmıştır. Ancak Fransa savaş uçakları, henüz görüşmeler neticelendirilmeden ve uçuş yasağının denetiminin nasıl yapılacağına dair BM’den bir açıklama gelmeden Libya hava sahasına girmiş ve bombardımana başlamıştır (Milliyet, 2011). Uçuşa yasak bölge ilanı, sivillerin Libya’nın hava kuvvetlerinden korunması içindir. Ancak önlemin uygulanışına dair koordinasyon ve planlama yapılmamış ve hedefler belirlenmemiştir. Bu durumda Fransa’nın Libya hava sahasına girişi ve kuvvet kullanmayı da içeren müdahalede bulunması, 1973 sayılı karara dayandırılamaz ve uluslararası hukukun ihlalidir. Fransa ile birlikte ABD, Britanya, Kanada ve İtalya’dan oluşan koalisyon uçuşa yasak bölgeyi denetleme ve sivillerin korunması amacını benimsediklerini söyleyerek, NATO’nun tüm operasyonları devraldığı 27 Mart 2011’e kadar 9 gün boyunca Libya’yı bombardıman etmiştir (Sak: 142-143).
1973 sayılı Konsey kararında, somut verilerin değerlendirilmesine ve bunların karara yansıtılmasına ilişkin yapılan değerlendirme yanlışları; insani amaçlar temelinde yapılan bir müdahaleyi tartışmalı duruma getirirken, askeri operasyonun bahsedildiği şekilde zuhur etmesini etkilemiş gözükmektedir. Müdahale kararı sürecinde, olaylar ve gerekçeleri arasındaki ilişki iyi kurulamamış, bu da keyfi ve kötü bir uygulamaya neden olmuştur.
İnsani müdahale için gerekli olan haklı neden ve yaygın ve ağır ihlal ölçütleri Libya’nın müdahaleden önceki durumunda tam manasıyla gerçekleşmiş gözükmemektedir. Sivil kayıpların müdahaleden önce büyük çapta olmadığı görülmektedir. Sivillerin iç ya da dış göç ile uluslararası barış ve güvenliği tehdit etmesi gibi bir durum da söz konusu olmamıştır. Karışıklıkların başladığı 15-16 Şubat 2011’den uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğine dair tespitin yapıldığı 17 Mart 2011 tarihine kadarki sürede kaç sivilin komşu ülkelere iltica ettiğinin tespiti zor olmakla birlikte 2011 yılına ait BM verilerine göre bu sayı bütün 2011 boyunca 1500’ün altındadır (UNHCR Statistical Database, 2011). Bu sayıların benzer müdahalelerde çok daha fazla olduğu, örneğin Somali müdahalesinde 1500000’a kadar ulaştığı görülmüştür (UNHCR Statistical Database, 2011).
Bunlara ek olarak Konsey’in 1973 sayılı kararı, koruma sorumluluğu kapsamındaki önleme sorumluluğu ve iç işlerine karışmama ilkesi bir arada düşünüldüğünde tartışmalı gözükmektedir. Libya yönetiminin, silahlı direnişe dönüşmüş rejim değişikliği talep eden gruplara yönelik tepkilerinin önleme sorumluluğu kapsamında mı ya da milli yetkisinde mi olduğunun analizinin yapılması gerekir idi. Güvenlik güçlerinin güç kullanımı ya da aşırı güç kullanımı,1970 sayılı kararın da işaret ettiği gibi bireysel cezaya tabi tutulabilir ya da devletin tarafı olduğu insan hakları belgelerince yaptırımlar uygulanabilirdi. Bu fiillerin, kuvvet kullanımını içeren bir müdahaleye bağlanan önleme sorumluluğu kapsamında değerlendirilebilmesi için mevcut bir uluslararası hukuk kuralının ihlal edilmesi gerekmektedir. Bugün uluslararası hukukta, devletlerin rejimini demokratikleştirme ya da değiştirmeyi talep etme hakkını devlet içi silahlı muhaliflere veren ‘demokrasi hakkını’ düzenleyen bir kural mevcut değildir. Dolayısıyla 1973 sayılı karar milli yetkinin ihlali olarak gözükmektedir.
Askeri operasyon esnasında, operasyona dahil olan devletlerin söylemleri ve operasyonun sahada gerçekleştiriliş biçimi de, müdahale kararı ve uygulamasının insani temelde olmadığına yönelik şüpheleri artırmaktadır. Operasyonların NATO tarafından devralınmasından sonra da Libya güçlerinin 28 Ağustos’ta muhaliflere geçen Trablus’tan çekilmesinin ardından hava saldırılarına Ekim sonuna kadar devam edilmiş ve Libya yönetimini çökertecek yoğunlukta tatbik edilmiştir (NATO Genel Sekreteri, 2011). Libya güçlerinin etkisizleştirilmesi sonucu sivillerin zarar görmesinin neredeyse imkânsız hale geldiği bir durumda, uçuşa yasak bölge anlamsızlaşmış ve sürdürülen hava saldırıları da 1973 sayılı kararın yetki sınırını aşmıştır. Öte yandan, operasyonun ilk günlerinde müdahale eden devletlerin çelişkili beyanları, operasyonun insani temelde gerçekleştirilmediğine dair kuşkuları artırmıştır. 1973 sayılı karara aykırı olarak müdahaleci devletlerin, isyancıların safında çatışmaya giren kara güçlerini Libya’ya soktuğu yönünde basındaki bilgileri yalanlamamaları (Washington Post, 2011), bu müdahalenin rejim değişikliğini ve Kaddafi’nin düşürülmesini hedeflediğini açığa çıkarmıştır. Müdahalenin amacının ‘doğru amaç’ ilkesine uygun olarak insanların çektiği acıları dindirmeyi hedeflemesi gerekirdi.
James Pattison’a göre, Kaddafi rejiminin yaptıkları insani müdahale için ‘adil neden’ oluştursa bile Libya’daki durum rejim değişikliği için gereken adil neden ilkesini sağlayacak denli ciddi değildir. Ayrıca isyancı gurupların dışarıdan desteklenerek rejimin zorla değiştirilmesini gerektiren bir durum da söz konusu değildir. Rejim değişikliklerinin riskleri genellikle insani müdahalelerden daha yüksektir. Daha fazla masum insan öldürülür, komşu ülkelere yayılan istikrarsızlık potansiyeli daha çoktur ve müdahaleci askerlerin yaşamları açısından müdahalenin maliyeti daha fazladır. Bu zararlar düşünüldüğünde, hoş görülebilir rejim değişikliğinin sınırı, insani müdahale için gerekenden daha yüksek olmalıdır. Bu vahim durumların, insani müdahale için gerekenden daha ciddi –tüm bu zararlardan daha ağır basacak derecede- olması gerekir. Libya’da ise bu sınıra ulaşılmamıştır. Her ne kadar Kaddafi rejimi kanlı ve baskıcı bir rejim olsa da zorla rejim değişikliği pek çok örnekte görüldüğü gibi iyi olmaktan çok zarar vericidir (Pattison, 2011: 272).
Libya müdahalesi, üç temel açıdan sorunlu gözükmektedir (Pattison, 2011: 273-276). Bunlardan ilki, müdahale görevinin amacından sapmasıyla ilgilidir. 2011 Mayıs’ında temel amaç sivillerin korunmasındansa rejim değişikliği halini almıştır. Bazı koalisyon liderleri konuşmalarında Kaddafi’nin indirilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu müdahalenin başarısının, Kaddafi saltanatının sonlandırılmasıyla ölçüldüğünü göstermiştir. Ayrıca NATO koalisyonunun nihayetinde rejim değişikliğini başarmaya girişeceğini, böylece algılanan misyonun başarılı olacağını ve koalisyonun pratik olarak kaybetmeyeceğini de anlatmıştır. Ancak Libya’da rejim değişikliği için gereken şartlar mevcut değildir. Ayrıca rejim değişikliği pek çok masum kazazedeye sebep olduğu için bunu ‘jus in bello’ prensibi ile açıklamak mümkün değildir. Libya’ya yapılan bu müdahale ‘son çare’ ilkesini de sağlamamaktadır. Askeri olmayan yaptırımlar ile Kaddafi hükümeti zorlanabilecekken bu da yapılmamıştır.
İkinci sorun ise, Libya müdahalesinin uzun zamanlı sonuçlarının değerlendirilmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bir insani müdahalenin gerçekleştirilebilmesi için aranması gereken ‘olumlu sonuç beklentisi’, Libya için yeterince değerlendirilmemiştir. Bu ilkeye göre; bir insani müdahale ancak, müdahalenin yapılacağı bölgedeki mevcut durumdan daha iyiye gidileceğine dair kuvvetli bulgular varsa yapılabilir. Libya’da ise müdahalenin üzerinden geçen 8 yıla rağmen iç savaş, masum insan ölümleri ve dış göç bitmemiştir. Libya bugün hala silah satıcılarının ciddi bir arz bölgesidir. Müdahaleden beklenen refahın ve huzurun sağlanamamasının yanı sıra Kaddafi hükümetinin yönetimindeki bir Libya bugünkünden daha istikrarlı ve refah içerisinde gözükmektedir.
Üçüncü problem olarak ise bu insani müdahaleye yapılan yaygın itiraz gösterilebilmektedir. Libya’da gerçekleştirilen müdahale sorunludur. NATO koalisyonları benzer durumdaki Bahreyn, Suriye, Yemen’de başarısız olmuştur. Bu krizlerdeki çöküş, koalisyonun moral standartlarının tutarsız olduğunu ve kararların müdahalenin nerede olduğuna göre kendi çıkarlarına uygun olarak alındığını ve ‘seçici insani müdahalede’ bulunduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak, Libya müdahalesi üzerinden tartışılan insani müdahale ve koruma sorumluluğu argümanlarının, uluslararası hukuka olumlu bir katkı sunmadığı ve hatta olumsuz etkileri gözlemlenmiştir.
SONUÇ
1945’ten bugüne, devletler içişlerine karışmama kuralının kapsamını eylemleri ile daraltmıştır. Seçilmiş iktidarların darbe ile devrilmesi, soykırım, sistematik ırkçılık gibi durumlar artık milli mesele olarak değerlendirilmemekte ve kuvvet kullanımını da içerebilecek BM önlemlerinin alınmasına sebep olmaktadır. Ancak diğer önlemlerden farklı olarak kuvvet kullanımı içeren önlemlerin uygulanması, barışın ve güvenliğin bozulması ya da tehdit edilmesi koşuluna bağlanmıştır. İnsani müdahalenin sebebi olan temel hak ve özgürlüklere ilişkin ağır ihlaller, bugün devletlerin milli meselesi olarak görülemez. Ancak insani temelli bir kuvvet kullanımı için, en azından bölgeye yönelik barış ve güvenliğin tehdit altında olması gerekmektedir. Pratikte insani temelde gerçekleştirilen müdahalelerin bu bakımdan oldukça tartışmalı olması bir tarafa, devletler koalisyonları ile veya BM aracılığıyla, insani müdahaleyi, uluslararası barışı ve güvenliği direkt olarak tehdit edip etmediğini incelemeksizin, bir devletin içindeki şiddetin sonlandırılmasının bir vasıtası olarak kullanmaya yönelmektedir. Kanaatimizce, değişen egemenlik anlayışı bile buna izin vermeyeceği gibi, kuvvet kullanımına ilişkin yasağın genişliğinin de eylemli bir şekilde daraltıldığı mevcut durumda savunulamaz.
Çalışma, Libya müdahalesi örneği üzerinden insani müdahale ve ilintili olarak koruma sorumluluğunu inceleme gayreti neticesinde, bu kavramların mevcut örnekte de gözüktüğü üzere devletler tarafından son derce suiistimale açık bırakıldığı sonucuna varmıştır. Bu boşlukların tespiti; insani müdahale, koruma sorumluluğu ve ileride türetilebilecek kuvvet kullanma yasağı istisnalarının kötüye kullanımının önüne geçilmesi için son derece büyük öneme haizdir.
Konuyla alakalı Thomas Franck de Recurse to Force – State Action against Threats and Armed Attacks başlıklı çalışmasında insani müdahalenin uluslararası hukukta içinin tam olarak doldurulmadığına işaret etmektedir. James Pattison da Legitimacy and Humanitarian Intervention: Who Should Intervene? eserinde, bu çalışmanın da savunduğu şekilde kuvvet kullanma yasağının istisnalarının iyi niyet ilkesine uygun olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Bu çalışma, bir çatışma bölgesini incelemesi sebebiyle doğru ve tarafsız bilgi bulma güçlüğü altında yapılmıştır. Yine ülkenin içindeki çok taraflı çatışmanın yanı sıra dış müdahalelerin de devam ediyor olması, net bir çıkarıma varılmasının önündeki kısıtlılıklardandır.
Uluslararası hukuktaki milli yetki sınırlarının netleştirilmesine yönelik yeni metinlerin oluşturulması, kuvvet kullanma yasağının kapsamının belirginleştirilmesi, insani müdahalenin ve koruma sorumluğunun kimlere hangi şartlar altında yetki verdiğinin BM bünyesi altında gidilecek yeni kurumsallaşmalar içerisinde belirlenmesi yönünde uygulanacak politikaların faydalı olacağı düşünülmektedir.
Konuyla alakalı çalışmalar, farklı bölgeler üzerinden sürdürülerek insani müdahalenin kapsamına dair yeni bulgular elde edilebilir. Gelecekte buna dair oluşabilecek yeni metinler ve vakıalar üzerinden araştırmalar sürdürülebilir gözükmektedir.
Dipnotlar
[1] BMGK ilk defa 1706 sayılı kararı ile 31 Ağustos 2006’da Darfur’da sivillerin korunmasına yönelik olarak koruma sorumluluğuna atıfta bulunmuştur. Böylece BM Barışı Koruma Güçlerinin bölgeye yerleştirilmesine karar verilmiş olsa da bahsi geçen kararın uygulanması Sudan yönetiminin kabulüne bırakılmıştır. Böylece fiilen askeri müdahalenin önü kapatılmıştır.
KAYNAKÇA
“Human Rights Council Passes Resolution on Libya in Special Session”, Office of the High Commissioner for Human Rights Press Release, 25 Şubat 2011, https://newsarchive.ohchr.org/EN/NewsEvents/Pages/DisplayNews.aspx?NewsID=10760&LangID=E, [Erişim: 15.08.2019]
AXWORTHY Lloyd, “In Libya, We Move Toward a More Humane World”, Globe and Mail, 23 Ağustos 2011.
BELLAMY J. Alex, WILLIAM Paul D., “The New Politics of Protection? Cote d’Ivoire, Libya and the Responsibility to Prıtect”, International Affairs, Cilt: 87, Sayı: 4, 2011.
BM Antlaşması, https://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf, [Erişim: 24.05.2019]
BM Genel Kurulu 2131 Sayılı Karar, 21 Kasım 1965, http://legal.un.org/avl/pdf/ha/ga_2131-xx/ga_2131-xx_e.pdf, [Erişim: 24.05.2019]
BM Genel Kurulu 2625 Sayılı Karar, 24 Eylül 1970, https://documents-dds-ny.un.org/doc/RESOLUTION/GEN/NR0/348/90/IMG/NR034890.pdf?OpenElement, [Erişim: 24.05.2019]
BM Genel Kurulu 3314 Sayılı Karar, 14 Kasım 1974, http://legal.un.org/avl/pdf/ha/da/da_ph_e.pdf, [Erişim: 24.05.2019]
BM Güvenlik Konseyi 1970 Sayılı Karar, 23 Şubat 2011, https://www.undocs.org/S/RES/1970%20(2011), [Erişim: 24.05.2019]
BM Güvenlik Konseyi 1973 Sayılı Karar, 17 Mart 2011, https://www.undocs.org/S/RES/1973%20(2011), [Erişim: 24.05.2019]
ELDEM Tuba, “‘Koruma Sorumluluğu’ Normunun Libya ve Suriye Krizleri Bağlamında İşlevselliği”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt: 11, Sayı: 43, ss: 1-38, 2015.
FRANCK Thomas M., Recurse to Force – State Action against Threats and Armed Attacks, Cambridge University Press, 2004.
HOLZGREFE J. I, “The Humanitarian Intervention Debate”, J. L. Holzgrefe and R. Keohane (der.), Humanitarian Intervention: Ethical, Legal and Political Dilemmas, Cambridge University Press, 2003.
Libya: Ceasefire Declared in the Wake of UN Resolution,SETAV, 18 Mart 2011
Libya’da Dönüşüm Sancıları, Ankara, SETAV, 2011
Milliyet, “Libya’ya Bombardıman Başladı”, 19 Mart 2011, http://www.milliyet.com.tr/libya-ya-bombardiman-basladi/dunya/haberdetay/19.03.2011/1366410/default.htm, [Erişim: 21.05.2019]
MORRIS Justin, “Libya and Syria: R2P: The Future of Atrocity Prevention”, The Canadian Defence Foreign Affairs Institute, ss. 1265-1283, Aralık 2014.
MURPHY Seha L., Humanitarian Intervention: The UN in an Evolving Order, University of Philadelphia Press, 1996.
NATO Secretary General Statement On End Of Libya Mission, https://www.nato.int/cps/en/natolive/news_80052.htm, [Erişim: 21.05.2019]
PATTISON James, “Legitimacy and Humanitarian Intervention: Who Should Intervene?”, The International Journal of Human Rights, Cilt: 12 Sayı:3, 2008.
PATTISON James, “The Ethics of Humanitarian Intervention in Libya”, Ethics International Affairs, Cilt: 25, Sayı: 3, ss.271-277, 2011.
PAZARCI Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersler- II. Kitap, Turhan Kitapevi, 8. Baskı, 2005
SAK Yıldıray, “Uluslararası Hukukta İnsancıl Müdahale ve Libya Örneği: Suriye’de Yaşanan ya da Yaşanacaklar için Dersler”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt:11, Sayı: 44, Kış 2015, ss.121-153.
SCHACTER Oscar, “Just War and Human Rights”, Pace Yearbook of International Law, Cilt: 1, 1989.
UNHCR Statistical Database, “Libya”, http://data.un.org/Data.aspx?d=UNHCR&f=indID%3AType-Ref, [Erişim: 21.05.2019]