Afrika tarihi, “sömürgecilik” özelinde ele alındığında genel olarak Batı’nın eliyle yapılan “katliamlar, soykırımlar ve hak ihlalleri” ile göze çarpar. Zira 15. yüzyıldan itibaren kıtaya gelen Avrupalı güçler Afrika’nın hem yeraltı hem de yerüstü kaynaklarını kesintisiz bir iştahla yutmuştur, sömürdükçe semirmiştir. İnsanlığın başlangıcı olarak kabul edilen Afrika’nın tarihi bu bakımdan sömürü tarihi olarak da kabul edilmektedir. Bugün Afrika denildiğinde kültür ve medeniyet değil, 5 yüzyıllık bu vahşi düzen akıllara gelmektedir. Avrupalıların yazdığı Afrika tarihi bu koca kıtanın varlığını adeta görmezden gelip yok saymıştır. Hatta Alman filozof Hegel’in, “Afrika, dünyanın tarihsel bir parçası değildir; sergileyebilecek hiçbir hareketi veya gelişmesi yoktur” şeklindeki sözleri Afrika’ya bakış açısını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı dışı tarih yazımının son yıllarda geliştiği ve Afrika ülkelerinin kendi tarihlerini yazdıkları kabul edilse de hem yazılı hem de görsel anlamda batı merkezli anlayış hâkim konumunu sürdürmektedir.
Bu çalışmanın amacı Afrika tarihini yeniden yazmak ya da Batı (Avrupa) merkezli tarih anlayışını yıkmak değildir. Stephen Hopkins’in yönetmen koltuğuna oturduğu The Ghost and the Darkness (Hayalet ve Karanlık) filmi üzerinden Afrika’ya Batı merkezli bakışı eleştirmektir. Film hakkında kısa bilgi vermek gerekirse öncelikle IMDB puanının 6,8 olduğunu belirtmekte fayda görülmektedir. Gösterim tarihi 14 Şubat 1997 olan ABD menşeli filmin başrollerini Michael Douglas ve Val Kilmer üstlenmektedir. Filmin konusunu ise İngilizler tarafından yapımı devam eden demiryoluna saldırıp ‘zevk olsun’ diye insan avlayan ve ‘kafatası koleksiyonu yapan’ iki aslan oluşturmaktadır. Diğer bir değişle demiryolu çalışanlarının Hayalet ve Karanlık adını verdikleri iki ‘yamyam’ aslanın Afrika’daki katliamları anlatılmaktadır.
Filmin başrollerini Michael Douglas ve Val Kilmer üstlenmektedir.
Gerçek bir hikayeden yola çıkıldığı belirtilen film, Uganda-Mombassa demiryolunun Tsavo bölgesinde köprü yapmakla görevli mühendis John H. Patterson’un kaleme aldığı “The Man-Eaters of Tsavo and Other East African Adventures” adlı anı kitabını kaynak olarak almıştır. Bugün halen Kenya’da yer alan Tsavo bölgesindeki Tsavo Nehri üzerindeki köprü çalışması boyunca insan yiyen aslanlar 135’den fazla kişiyi öldürmüştür. Aslanların ‘neden insan yedikleri’ konusunda birçok görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan biri diş sorunu bulunan hayvanların daha kolay ava yönelerek saldırılarını gerçekleştirdiğidir. Bir diğeri ise Tsavo bölgesinin köle taşıma güzergâhı üzerinde olduğu ve burada ölen kölelerin gömülmeyerek aslanlar için besin maddesi haline gelmesidir. Hatta iddiaya göre Hinduların ölülerini yakması aslanların iştahını kabartmıştır. Diğer görüşe göre ise 1891-1893 yılları arasında Güney Sahra bölgesinde hızla yayılan sığır vebası nedeniyle aslanların insan eti yemesinden başka seçeneklerinin olmamasıdır.
The Ghost and The Darkness, ürkütücü bir arka fon, rüzgârdan dalgalanan sararmış otlarla başlamaktadır ve her an bu otların arasından ekrana bir aslan atlayacak hissi verilmiştir. ‘London 1898’ alt yazısının ardından Henrry Patterson koridoru adımlarken hikâyenin Afrika’nın en ünlü ve gerçek hikâyesi olduğunu ifade eden bir ses duyulmaktadır: “Bu hikâyenin en imkânsız bölümleri bile gerçekte yaşandı.” Bu ses Tsavo’daki çalışma kampının sorumlusu Afrikalı Samuel’den başkasının sesi değildir. Kendisini bir canavar olarak takdim eden demiryolu şirketinin sahibi Robert Beaumont, Albay Patterson’a bir yarış içerisinde olduklarını ve ödülün kendisinin de Afrika kıtasından başkası olmadığını söylemektedir. Zira tarihteki en pahalı ve cüretkâr demiryolu inşa edilmektedir: Afrika’yı Afrikalılardan Kurtarma yüce amacı için ve tabii köleliği bitirmek için. Rakipler ise Almanlar ve Fransızlardır.
Hem Londra’da hem Tsavo’da Dalgalanan İngiliz Bayrağı
Patterson’ın Londra’dan bindiği tren saniyeler sonra Afrika’da görünmektedir. Tren, Afrika’nın vahşi yaşamını gözler önüne seren bir yolculukla ilerlemektedir. Patterson yolculuk boyunca Afrika’ya olan sevgisini ve özlemini anlatmaktadır. Tren Tsavo’ya yaklaştığında Afrikalı ve Hintli ‘personel’ yoğun bir şekilde çalışmaktadır. Patterson ve Afrikalı Samuel de bu sırada tanışmaktadır. Samuel iyi derecede İngilizce bilmektedir ve çok az da Fransızca bilmektedir. Bu daha önce Fransız sömürgesi idaresi altında bulunduğunun da işaretidir. Filmde Patterson’un “nerelisin” cevabına Afrikalı Samuel “Şu dağların arkasından” şeklinde cevap verir. Patterson ise güneşe bakıp eliyle işaret ederek, “Ben de oradanım” diyerek ‘Kuzey-Batı’yı gösterir. Çalışma alanını gezen Patterson, Samuel’den bilgi alırken İngiliz Bayrağı’nın dalgalandığı sahne gösterilmektedir, aynı sahnenin benzeri Albay Patterson Londra’dan ayrılmadan önce de görülmektedir.
Kenya Demiryolu ve Tsavo Bölgesi
Patterson her şeyin kontrol altında görüldüğünü ifade etse de Samuel işçilerin birbirinden nefret ettiğini söylemektedir. Afrikalılar Hintlilerden nefret etmektedir. Hintliler de diğer Hintlilerden. Hindular ineklerin kutsal olduğuna inanırken Müslümanlar ise inekleri yemektedir. Dolayısıyla buradaki sorun yerliler ve İngilizlerin Hindistan’dan getirdiği ‘işçilerdir’. Bunlar uzlaşmaz, laftan anlamaz, işe yaramaz insanlardır. Samuel, Tsavo’nun dünyanın en berbat yeri olduğunu söylemeyi de ihmal etmez. Samuel, buranın İngilizler geldikten sonra mı berbat hale geldiğine ya da İngilizlerin bu berbat yeri güzelleştirmeye mi geldiğine değinmez. Samuel farklı bir sahnede, kötülüğün gezmesi için Tsavo’dan daha iyi bir yer bulunamayacağını belirtmektedir. Çünkü Tsavo kelimesinin anlamı yerel dilde ‘katletme yeri’dir. Fakat katletme yeri belli iken katledenin kim olduğu sorusu yine cevapsız kalmaktadır. Daha sonra belirttiği gibi Samuel, kötü yürekli Beaumont’un adamı Angus ile iyi kalpli doktor David Hawthorne arasında bir yerdedir. Hawthorne ise bu kampın hastanesinde İngiliz bir doktordur. Beaumont’tan nefret eden Hawthorne, demiryolu projesinin saçmalık olduğuna inanmaktadır. Sadece fildişi ticaretinin koruma altına almayı amaçladığını ve zenginleri daha zengin yapmak için olduğunu belirtmektedir.
Tsavo Nehri üzerindeki demiryolu köprüsü
Köprü inşaatı belirlenen takvim süresinden daha ilerdedir. Ancak bir gece, yüzlerinde pençe izleri bulunan ve elleriyle aslan öldürdüğünü söyleyen ustabaşı Mahina, aslanlardan biri tarafından sürüklenerek götürülür. Filmde de belirtildiği üzere Mahina büyüklüğünde birinin bir aslan tarafından sürüklenmesi imkânsızdır fakat bu gerçekleşmiştir. Afrikalı Mahina’nın cenaze merasiminin yer aldığı sahnede Fatiha Suresi okunmaktadır. Bununla birlikte Müslüman Mahina’nın naaşının yakılması Müslümanların geleneksel inanışına tezat oluşturmaktadır. Aslanların çalışma kampına saldırmasının ardından ilk isyan Hindistanlı Müslümanlar tarafından başlatılmıştır. Abdullah adlı liderleri artık çalışmayacaklarını belirtmiştir. Patterson ise aslanı öldüreceğini ve köprüyü yapacağını ifade etmektedir. Abdullah ise “Tabi ki yapacaksın. Sen beyazsın ve her şeyi yapabilirsin” demektedir. Daha sonraki isyanlarda Abdullah ve Hindistanlı Müslümanlar ön safta görülmektedir.
Misyonerlik kutsal amacıyla Afrika’ya gelen Angus hedefinden sapmıştır. Patterson Katolik, Samuel ise Müslümandır ve 4 eşi vardır. Patterson karısını tutkuyla sevmektedir. Samuel ise “4 karısından hiçbirini sevmediğini” vurgulamaktadır. Patterson’ın hanımı pek çok sahne de hatta Tsavo’da bile görülürken Samuel’in hiçbir eşi görülmemektedir. Bir diğer sahnede aslanları avlamak için kurulan tuzak yer almaktadır. 3 Hintli, kapalı bir mekânda ‘yem’ olacak ve aslanı avlayacaklardır. Bunun için atış talimleri gerçekleştirmektedirler. Hintliler çocukluktan beri avcı olduklarını belirttiklerinde Patterson, “Siz katilsiniz, haydutsunuz” demektedir. Hintlilerin şaşkın bakışlarına ise gülerek “bu iyi” demektedir. Ancak bu ve pek çok tuzak aslanlar tarafından başarısızlığa uğratılmıştır.
Patterson’un Kaleme Aldığı “The Man-Eaters Of Tsavo” Adlı Kitabının Kapakçığı
“Dünyada Şeytanı Doyuracak Kadar Kan Yoktur”
Patterson’ın aslanlarla başa çıkamaması üzerine filme Remington (Michael Douglas) dahil olmaktadır. Patterson’ı demiryolu işçileri tarafından linç edilmekten kurtaran Remington yerlilerle çok iyi anlaşmaktadır ve beraberinde Masai kabilesinden savaşçılar bulunmaktadır. Şeytan ve büyücü gibi isimlerin takıldığı aslanları avlamak için ava çıkan iki beyaz (Remington ve Patterson) ve Masailer aslanlardan birini son anda ellerinden kaçırırlar. Masailer de aslan değil şeytan görmüştür ve dünyada şeytanı doyuracak kadar kan yoktur. 135 insanı katleden aslan için şeytan benzetmesi yapılırken yaptıkları soykırımlarla milyonlarca Afrikalının kanını döken ve köleleştiren Avrupalılar yine dikkatlerden kaçırılmıştır.
Demiryolu işçileri ‘özgür iradeleri’ni kullanarak can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle çalışma kampını terk ederler. Yalnız kalan Remington ve Patterson aslanları avlamak ve demiryolunun tekrar çalışmasını istemektedir. Aslanların kaldıkları mağaraya geldiklerinde ise şok edici bir manzara ile karşılaşırlar. Her yer insan iskeletleri ve kafataslarıyla doludur. Aslanların bunu yapamayacağını söyleyen Remington, “Bunu zevk için yapıyorlar” der. Ertesi günün akşamında ise aslanlardan biri avlanırken Remington diğer aslana yem olur. İyice hırslanan Patterson nihayetinde son aslanı da öldürerek Tvaso’daki ‘şeytan’ın varlığına son vermiştir. Demiryolu çalışanları Tsavo’ya geri dönerken Patterson’a artık büyük saygı ve hayranlık beslemektedirler.
Filmde İngiliz ordusu ya da demiryolu işçilerini çalışmaya zorlayacak silahlı bir güç yoktur. Aslında Patterson, Doktor Hawthorne ve Angus’un dışında çalışma kampında kalıcı olarak görevlendirilen ‘beyaz’ da yoktur. İyi derecede silah kullanmayı bilen tek kişi Albay Patterson’dır ve bu kişi, kampın güvenliği için geceleri ağaçlarda nöbet bile tutmaktadır. Bir işi tamamladıklarında ya da aslanlar öldürüldüğünde şarkılar söyleyen Afrikalı ve Asyalı işçilerin köle olduklarına dair en ufak bir işaret bile yoktur. Her ne kadar 1807 yılında İngilizlerin köleliği resmi olarak yasakladığı bilinse de 20. yüzyılda gerçekleşen I. ve II. Dünya Savaşları’nda kolonilerden zorla asker toplandığı ve köleliğin fiili olarak devam ettiği bilinmektedir. Hatta demiryolunun yapım amaçlarından biri de köleleri daha rahat nakledebilmek ve zayiatın önüne geçebilmektir.
Ve filmin nihayetinde Afrikalı Samuel yeniden seslenmektedir. Filmin başında orada olduğunu yani aslanlarla mücadele ettiğini anlatan Samuel, Afrikalı kimliğiyle hikâyeyi meşrulaştırma aracı haline gelmiştir. Oysa hikayenin yazarı Albay Patterson’dır. Samuel, “Patterson köprüyü bitirdi ve insanlar yollarına gitti” demektedir. Burada yollarına gidenlerin kim olduğu yine belirsizdir. “Afrikalılar mı Asyalılar mı bu köprüyü kullandılar? Köleler mi taşındı? Avrupalıların Afrika içlerinden elde ettikleri yer altı ve yer üstü kaynakları mı Mombasa limanına taşındı?” gibi sorular yine yanıtsız kalmaktadır. Samuel öldürülen aslanların halen görülebileceğini söylemektedir. Sömürü yine devam etmektedir. Afrika’ya ait olan ve orada öldürülerek içi doldurulan aslanların görülebileceği yer ABD’nin Chicago kentindeki Field Müzesi’dir.
‘Hayalet’ ve ‘Karanlık’, Chicago’daki Field Müzesi’nde sergilenmektedir.
Sonuç Yerine
Afrika’nın sömürgecilik tarihi kan, gözyaşı ve sömürü tarihidir ve bu tarih, ironi olarak elleri bu kıtadaki kanlarla dolu olanlar tarafından yazılmıştır. Olay örgüsü, kişiler, mekân ve zaman tamamen bilgiyi yani gücü ellerinde bulunanların himayesindedir. The Ghost and the Darkness görüldüğü gibi hikaye demiryolu köprüsünün mühendisi Albay Patterson’ın tarafından kalem alınmıştır. Patterson, demiryolunun zamanında faaliyete geçmesi, Afrika ve Asyalı işçilerin güvenliği için her türlü yolu denemiştir. Demiryolu işçileri ise korkak, aslanların saldırısı karşısında eline silah alamayacak kadar aciz, laftan anlamaz, birbiriyle çekişen insanlardır. Bu hikâyede görüleceği üzere kalem batılıların elindedir. Kaleme sahip olan ise tarihi ve bilgiyi üretmektedir. Öyleyse bu kalemi kırma vakti gelmiştir.
Sonuç olarak bu hikâyeye en uygun Afrika Atasözü şudur:
“Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların hikâyelerini dinlemek zorundayız.”