Afrika’yı Anlamada Birinci Basamak, İyi Tanımak

0

Günümüzde kıtalardan bahsettiğimizde Afrika’nın tam anlamıyla bu coğrafi tanımlamaya uyduğunu görürüz. Her tarafı denizlerle ve okyanuslarla çevrilidir. Avrupa’nın ise bir kıta özelliği taşıması tartışmalıdır. Çünkü sadece üç tarafında sahilleri var ama doğusu Asya’ya dayanmaktadır. Haliyle kimi coğrafyacılar burayı Avrasya’nın ön uzantısı gibi kabul etmektedirler. Oysaki gerçekten bu özelliği alenen belli olan Afrika’nın etrafı 30.000 km’yi geçen sahil şeridiyle bile sadece turizm konusunda dünyanın en stratejik konumuna sahiptir.

Kıtanın Farklı İsimlerinin Ortaya Çıkışı

Afrika hakkında çok erken döneme ait yazılı kaynaklara atıfta bulunursak, yani ilk tarihçilerden Herodot’un eseri gibi, M.Ö. yaşamış ve eserleri günümüze ulaşmış tarihçilerin eserlerine bir göz gezdirmemiz gerekir. Onların hem bu coğrafyayı ince ayrıntıları ile ele alan, hem de oradaki yaşanan süreçleri anlatan bilgileri dikkate alındığında bugün bizim “Afrika” dediğimiz bu devasa coğrafyaya ne isim vermişlerdi? Bugün o döneme ait bilgilerden hareketle çizilen elimizdeki ilk temsili haritalarda kıtanın kuzeybatı ucuna “Egypt”[1] ve kuzeyinin orta kısmına ise “Libia”[2] yazıldığını görmekteyiz. 1554 yılında çizilen bir haritada Mısır’a “Aegyptus”, Kuzey Afrika’ya “Africae”, Büyük Sahra bölgesine “Libyae”, Sahraaltı Afrika’da bugün Sahel denilen coğrafyaya Etiyopya “Aethiopia”, Batı Afrika ve Gine Körfezi civarına Mali “Melli”, bugünkü Sudan’a Nûbye “Nubiae”, Afrika Boynuzu olarak da ifade edilen Somali ve çevresine “Seylam”, Uganda ve Kenya’nın bulunduğu bölgeye “Melinde”, Tanzanya için Kilve “Quiloa” ve Güney Afrika kısmında ise “Africae Extremitas” şeklinde isimlendirmeler vardı. 16. yüzyılın başına kadar Afrika adında tek kelime ile ifade edilmeyen, her bölgesi için bazıları da şimdiki isimlendirmelerle örtüşmeyen başka başka kelimelerle ifade edilen bir kıtaydı. Şöyle ki; okuduğumuz farklı kitaplarda, çizilen ilk haritalarda epeyce değişik yer adları ile karşılaşıyoruz.

Fenikelilerden Müslümanlara: “İfrıkiyye/Afrika” nasıl “Mağrib” oldu?

Geçmişte kalan ve unutulan bu yer adlarının günümüz “Afrika” kıtası ile ne alakası var diyebiliriz? Mesela herhangi birimiz yaklaşık Vâkıdî’nin (ö. 823) “Fütûhu İfrikıyye/Afrika Fetihleri” adındaki eseri bundan on iki asır önce yazılmış kitap olup okunduğunda kıtanın dört bir tarafında yapılan fetihlerin okunacağı bir eser akla gelmemelidir. Zira sadece bugünkü Tunus ve çevresinde yapılan askeri faaliyetler veya diğer devletlerin Mağrip de denilen Kuzey Afrika’nın ortasındaki bölgeyle karşılıklı ilişkileri hakkında bilgiler sadece bu çevrede ele alınmıştır. “Afrika” ismi gibi bugünkü “Tunus” adı da Antik Çağa ait olmakla birlikte öncelikle tüm kıtaya isim olan birincisi Akdeniz kıyısında denize uzanan bir iki kilometrelik kayalığa verilen bir isimdi. Hatta Roma dönemine ait eski haritalarda “Cape of Africa/Afrika Burnu” olarak isimlendirildi. Tabi onu hemen çevreleyen bugünkü Mehdiye, Tunus’taki şehir ise sahilden içeriye doğru uzanan gölün güney kıyısında yer almaktadır.

O halde geçmişte, yani tüm Antik Çağ’da “Afrika” ismiyle bugün haritalarda gördüğümüz şekli uzun asırlardan sonra ancak 1500’lü yılların başında kıtanın merkezini, doğusu, batısı ve güneyi dahil bir bütün halinde bilinmeye başladı. 15. yüzyılın son yıllarında Vasco De Gama ve onun izini 16. yüzyılın başında takip eden Portekizliler tüm batı, güney ve doğu sahillerini dolanıp Kızıldeniz’e kadar geldiklerinde bugünkü adı da şekillenmiş oldu. Böylece sadece kuzeyindeki bir bölgesinin adı bundan 500 yıl önce bu devasa kıtanın tamamı için kullanıldı.

Bizler aslında “Avrupa” adının Afrika ile kıyaslandığında çok eski olduğunu düşünürüz. Strabon gibi ilk tarihçilerin anlatımlarında dünya “Asia, Europa ve Libya” adıyla üç parçada ifade edilirdi. Genelde tüm antik ve ortaçağda bu üçleme kullanılır. Oysaki kıtanın belli bir kısmının Avrupa şeklinde isimlendirilmesinin ise 500 yılı aşmayan bir geçmişi var ve doğuda Urallar ve Hazar Denizi’ne kadar 10 milyon km2’yi aşacak şekilde geniş bir coğrafya olarak kabul edilmesi 19. yüzyılın ortalarında başlar. Ege Denizi antik çağ boyunca adalarda ve sahillerinde yaşayanlarca dünyanın merkezi kabul edildiğinden iki zıt yönünden birisi olan bugünkü Yunanistan’ın iç kısımlarına Fenike dilinde “güneşin battığı yer” anlamına “Ereb”, “güneşin doğduğu taraf” anlamına da “Assou”, dahası Yunanca’da bile “Anatolia” bu anlamda kullanılmaktaymış. Büyük Roma’nın 117 yılında bugünkü Batı Anadolu bölgesine verilen isim “Asia” idi. Avrupa kelimesinin bu “Ereb” kökeni ile de Arapça’daki aynı anlama gelen “Garb/Mağrib” kelimesi ile de aynı kökten geldikleri ve “güneşin battığı yönü” tarif için kullanıldıkları ileri sürülmektedir. Etimolojik olarak antik dönemin coğrafi algısına dayanan bu isimlendirmeler artık Avrupa ve Asya kelimelerinin Yunanca söyleyişine uygun olarak sonraki toplumlara miras kaldığı bilinmektedir. Mitolojiye göre Zeus tarafından kaçırılan Fenikeli Tyr prensesine bu ismin verildiği iddiası ise kimilerince tercih edilse bile coğrafi isimlendirmedeki inandırıcılık yanında çok zayıf kalmaktadır. Yine dünyanın çizilmiş ilk haritalarında bugünkü kıtada “Rome” ve “Gaule” yer adları tüm kıtanın üstüne yerleştirilen bir kelime olarak öne çıkmaktaydı. M.S. 117 yılındaki Roma İmparatorluğu sınırları içinde Akdeniz’in güneyinin en doğusunda Aegytus, Libya doğu sınırdan batıya doğru sahil şeridinde Cyrenaica-Creta, Africana Proconsularis, Mauretania Caesariensis, Mauretania Tingitana ile bunları Sahra bölgesinde kuşatan Phazania ve Gaetulia vardı. Arap coğrafyacı el-Mesûdî’ye (ö.956) göre ise Endülüs dışındaki Avrupa için Arzu’l-Firenc denilmekteydi.

Zaten antik ve ortaçağda çizilen haritalarda “Afrika” kelimesi eski Yunan dilinde “soğuk olmayan yer”, Fenikelilerin dilinde de ise “sıcak yer” anlamına geliyor. Kitapların birçoğunda Kuzey Afrika yerel insanları olan Berberilerin bir kolu “Benî İfren”[3] diye biliniyordu ve bugünkü Cezayir-Fas ortak sınır bölgesinde yaşıyorlardı. Kimilerine göre kıtanın ismi bu toplumun adına dayandırılmaktadır. Tabi bu şeklide bir “Afrika” isminin çok dar anlamda kullanıldığı zamanda ihtimal dahilinde olabilir. Benzeri durum “Mısır” ismi için de geçerlidir. Batılılarca “Egypt”, yani Kıptî ülkesi anlamından hiç değişikliğe uğratılmadan kullanılıyor. M.S. 117 yılındaki isimlendirmesi “Aegyptus” idi. Arapça “Mısır” şeklindeki isimlendirmeyi hiç benimsemediler. Arapça’da Kur’ân-ı Kerim’de[4] geçtiği şekliyle biz tüm Müslümanlar bu ülkeye “Mısır” diyoruz. Buranın hemen batısı için, hatta bugünkü Mısır’ın batı bölgelerini de içine alan Libya ismi de en az bu “Kıptiler ülkesi/Egypt” kadar eski bir isimlendirme. Yani İtalyanların 1912’de işgal ettikten sonra bu ülkeye “Libya” demeleri yeni ortaya çıkmış bir isim değil, aslında Müslüman Arapların bölgedeki fetih hareketlerinden önceki, yani M.S. 600’lü yıllardan önceki ismidir. Afrika dendiğinde ise öncelikle “Ifrîkıyye”[5], yani hemen hemen bugünkü Tunus anlaşılır. Hatta Tunus’tan sonra Nümidya, yani bugünkü Cezayir ve de devamındaki şimdiki Fas Krallığı ve Fransız işgali ile birlikte Moritanya adını alan bu isimdeki devlet de ilerleyen asırlarda bu geniş coğrafi isimlendirmenin içinde yer alır. Gerçi mevcut sınırları ile Ortaçağ’da çizilen haritalardaki isim yerleştirmelerle birebir eşit olmayabilir. Libyalıların ülkesinde Romalılar zamanında yine Berberilerin bir kolu olan “Levâte”[6] diye bir kabile yaşıyordu. Nümidya günümüz Cezayir’in Akdeniz sahillerini içine alan bölgeydi.

Müslüman Araplar ile birlikte aslında tarihte etkinlik kurmanın göstergesi, yani “evet bu devlet, bu millet, bu din, bu iktidar burayı değiştirdi” demek için oranın isimlerinin bile yeniden şekillenmesine bağlıdır. Bunların gelişi ile birlikte bölgeye, yani tüm Kuzey Afrika dediğimiz coğrafyada Ortaçağ’da Mağrip Birliği vardı. Şimdilerde yeniden canlandırılmak istenen bu bölgesel harekete Mısır da dâhil edilirse “Büyük Mağrip” birliği denilmektedir. Merkezi Tunus’tadır. Libya, Tunus, Fas, Cezayir ve Moritanya’nın dahil olduğu bu yapı bir türlü var oluş sebebini gerçekleştiremedi. Hatta Sudan, Nijer, Çad ve Mali bunların da kuzey bölgeleri itibari ile bu birliğinin sosyo-kültürel, ekonomik, coğrafi bir bütünüdür. Birebir aynısı olmayabilir, ama geçmiş asırlarda tarihi süreç bunları bir potada eritmişti. “Ereb” Avrupa için nasıl “güneşin battığı” tarafsa, Arapçadaki “garb” aynı manaya geliyor ve Arap Yarımadası için aynı anlamı ifade ediyordu. O devirlerde “garb” ve “şark”, yani “batı” ve “doğu” istikametlerinden bahsedilirdi. Şimdilerde daha çok “güney” veya “kuzey”, “kuzey-kuzey”, “güney-güney” gibi kavramlar kıtalararası ilişkilerde kullanılıyor. Günümüzdekinin aksine “Mağrip” ve “Maşrık” kavramları çok kullanılıyordu. “Güneşin doğduğu” ve “battığı taraf” için Arap Yarımadası merkez kabul ediliyordu. Mısır’dan itibaren de özellikle buranın batısından itibaren Atlas Okyanusuna kadar bölge Mağrip’ti. O kadar uzun bir mesafeki Türkiye’den İngiltere’ye kadar kuş uçuşu 2504 km, Kahire ile Fas’taki Tance arası 3501 km’dir. Sahili takip edersek 4684 km’lik mesafeye, Mağrip dediğimizde neredeyse 5000 km’lik bir uzunluğa sahiptir. Haliyle “yakın mağrip/mağribü’l-ednâ”, “orta mağrip/mağribü’l-evsat” ve “uzak mağrip/mağribü’l-aksa” olarak üçe ayrılmaktadır. Yalnız sadece bugünkü Tunus kısmı, İfrikıyye olarak kendine mahsus Mağrip’in tam merkezinde olmasına rağmen buraya özel bir isim verildi.

“Yakın Mağrip” bugünkü Libya, “Orta Mağrip” Cezayir ve “Uzak Mağrip” ise Fas Krallığı topraklarına denk gelmektedir. “Fas” dediğimiz ülkeye kendi halkı, halen Arapça “Mağrip” demekte ve geçmişin ismini sahiplenmektedir. Avrupalılardan Fransızlar bu ülkeye Maroc, İngilizler ise Morocco diyorlar. Bu kelimelerin kökeni acaba Mağrip’ten mi geliyordur diye düşünebiliriz. Fas ve Mağrip isimlerini kullanmamıza sebep olan bizde genelde Osmanlıların burayı Fas hâkiminin ülkesi olarak tanımasıyla alakalıdır. Batılılar ise yine aynı kraliyet ailesinin Marakeş’teki kolu mensuplarını ülkenin idarecileri kabul edince, buranın adının batı lisanlarındaki söyleniş şekli Maroc veya Morocco olarak telaffuz edilmiştir. Sadece biz Türkler “Fas” demiyoruz, İranlılar da bu ismi kullanıyorlar.

Osmanlıların Afrika’nın Müslümanlarca İsimlendirilme Geleneğine Bağlılığı

Osmanlı Devleti de Kuzey Afrika’daki Mağrip isminin kullanıldığı geniş coğrafyaya “Garp Ocakları” adını vermişti ki, yine “batı ocakları” demekti. Yani payitaht merkezi İstanbul için tam “batı” olmasa da “güneybatı” istikametindedir. Ama sınırlarını güneyde Yemen’e kadar uzatırken Suudi Arabistan dahil o zaman tam batısı konumunda oluyor. Yani Müslümanlar 610 yılında Peygamberimize vahyin geldiği sene ve 615 ile 616’da bugünkü Etiyopya, Eritre, Sudan ve Somali dendiğinde bu coğrafyanın isimleri farklı idi. O zamanki adı Bilâdü’l-Habeş, yani Habeşistan idi. Bu isme de yine Farsça “sitan”, yani “ülke” eki vermişiz ve “Habeşlilerin ülkesi” anlamına gelmektedir. Afganistan, Pakistan, Yunanistan gibidir. Arapça’da Bilâdü’l-Habeş Müslümanların koyduğu bir coğrafi isimlendirmedir. Mısır’ın güneyinden Somali’ye kadar, hatta belki de Kenya’ya kadar uzanan bölgedir. Bilâdü’l-Habeş ve buraya ilk hicret 615 ile 616 yıllarında çok erken bir dönemde, yani Arabistan’ın henüz çoğu kısmının İslâmiyet ile tanışmasından, müşerref olmasından öncedir. Müslümanların yerleştiği ve İslam adına gittikleri ilk yerdir, yani Afrika, bugün tüm kıtaya verdiğimiz isimli devasa coğrafya İslamiyet ile Arap Yarımadasından sonra tanışan ikinci bölgedir. Bu ilk hicret büyük bir dönüşümün yakın gelecekteki ayak izlerinin habercisi konumundadır. Kıtada asıl İslami anlamda dönüşüm farklı kaynaklara göre 639, 640 veya 641 yılı olarak gösterilmektedir.

Hz. Ömer zamanında Mağrip’te başlayan Mısır’ın fethi yaklaşık 70 yıl içerisinde kuzeydoğudan kuzeybatısındaki İspanya’ya kadar uzanan ve İber Yarımadasında büyük dönüşümlere sebep olan bir sürecin en önemli hamlesidir. 7. yüzyılda sadece bugünkü sahiller değil, buna kıtanın doğu sahillerini eklememiz gerekiyor. Yani Habeşistan kıyıları, hatta tüm Kızıldeniz kıyıları ile buranın en güney ucundaki Babü’l-Mendeb Boğazı’nı aştılar ve Somali, Kenya ve Tanzanya kıyıları dahil, bizim Zengibar dediğimiz “Zanzibar”, Komor Adaları ve Madagaskar’a kadar 7. ve 8. yüzyıllara ait birtakım arkeolojik izlerin bulunduğu bir takım kitaplardaki bilgilerden özellikle 1100’lü yıllarda İdrisî’nin (ö. 1165) kitabında ifade edildiği üzere bugünkü Madagaskar’a kadar uzanan bölgeler ile ilgili bazı ifadeler, hatta harita çizimlerinin verilen bilgilerden hareketle sonraki dönemlerde yapıldığı biliniyor.

Kuzey Afrika’nın M.Ö. 146-M.S. 476 arasında 600 yıldan fazla uzunca bir dönem önce Roma hâkimiyetinde, bunun yıkılmasıyla da M.S. 532-670 arasında da Bizans idaresinde kalmasıyla fazla bir değişikliğe uğramadan antik çağdaki birçok yer isimlendirmelerinin devamı söz konusu idi. Arapların bölgeye gelişiyle verdikleri yeni isimlerin başında Bilâdü’l-Mağrip veya doğrudan ve kısaca Mağrip gelir. Bunu Bilâdü’l-Habeş takip etmektedir. Üçüncü bir isimlendirme ise Bilâdü’s-Sudan, ki bugün bu isimle bilinen devlete de verilen ile aynı olsa da coğrafi olarak oradan başlayıp Atlas Okyanusu’na kadar uzanan bölgedir. Bugünkü Sudan’a o dönemde Nûbe, Batılıların tabiriyle bu bölge “Nubia” şeklinde biliniyordu. Uzun süre 19. yüzyılda daha çok “Mısır Sudanı” adıyla kaynaklarda yer aldı. Belki kitapları iyi incelersek bu isimlendirmeyi çok daha erken dönemlere götürmek mümkün olabilir. Şimdiye kadar genel anlamda ifade edilen bu Sudan, 8. yüzyılda, yani İslamiyet’in ikinci asrı içinde bugünkü Çad, Nijer ve Mali’nin de dâhil olduğu ve iki yüzyıldır kullanılan “Sahel” bölgesine Bilâdü’s-Sûdan ismi verildi. Bu Arapça’da “siyah” anlamına gelen kelimeden hareketle “Siyahiler Ülkesi” demektir. Gerçi bazı kaynaklarda “Habeş” kelimesinin de etimolojik olarak “Siyahiler Ülkesi” anlamına geldiğine dair iddialar vardır.

Antikçağ Afrika’da Kapandı ve Ortaçağ Açıldı

Günümüzde Somali’den itibaren de Güney Afrika’ya kadar olan bölgenin adı ise bölgeyle ilgili tüm ilk yazılı kaynaklardan 19. yüzyılın ortalarına kadar Bilâdü’z-Zenc veya çoğulu ile “Bilâdü’z-Zünûc, ki bu da yine “Siyahiler Ülkesi” demektir. Yani günümüz Sahraaltı Afrika insanının bugünkü ten rengi ile alakalı bir isimlendirme hem yerel alimlerce, hem de sonradan gelen Müslüman Arap tarihçilerin ve coğrafyacıların verdiği isimlerdir. İşte İslamiyet ile birlikte gelişen bu isimlendirmeler, 16. yüzyıldan sonra Avrupalıların ilgileri ile yavaş yavaş yeni bir dönüştürmeye tabi oldu. Kıta ile ilgili ideallerini kıtanın tamamını tanıdıkça kendi hâkimiyetleri altına alma hedeflerine dönüştürüldü. Çünkü kıtayı zaten ilk defa tanımıyorlardı. Roma zamanından önce Fenikeliler vardı Kuzey Afrika’da ve kıtanın milattan önce 1000 yılından bugüne toplam 3000 yıllık tarihini Güney Avrupalılar çok iyi biliyorlardı. Güney Avrupalıların tanıdığı bölgeler kendileri için son derece hayati idi ve onlar için tarihteki dönüşüm İngiliz tarihçi Edward Gibbon tarafından Ortaçağ’ın 476’da kapandığı tezini ileri sürmüştü. Yeniçağ’ın başlama sürecini ise 5. yüzyılda, yani o süreçte Vandalların Batı Roma’yı Kuzey Afrika’da yenip yok ettiği tarihi, Antikçağ’ın kapanması ve Ortaçağ’ın açılması olarak ifade etmişti. Bu, 1700’lü yılların sonunda bir İngiliz tarihçinin değerlendirmesiydi. Ama ondan 100 yıl sonra bir Belçikalı tarihçi iktisat tarihinin de babası kabul edilen Henri Pirenne ise bunun tezinin isabetli olmadığını, çünkü dönüşümün o dönemde Vandalların da Hristiyanlaşarak Roma’yı taklit ettiğini, sonra da Bizans’a dönüşerek adeta ona kapılarını açtığını iddia etti. Bölgede çok köklü değişiklikler olmuyor ve Antikçağ’ın devamı gibi diyordu. Ona göre Kuzey Afrika’da ve Antikçağ’dan Ortaçağ’a geçişte asıl dönüşüm İslam’la birlikte olmuştur ve Güney Avrupalıların tanıdığı Afrika bizzat onlara kapanmıştır. Haliyle yeni bir çağın oluşması dönemi de bu zaman başlar ve Antikçağın kapanmasını Müslümanların geldiği tarih olarak belirler.

Afrika tarih boyunca nice medeniyete ev sahipliği yaptı. Fenikelileri tüm bilinen asırların unutulmazı yapan kıtanın kuzeyinde kurdukları Kartaca şehri oldu. Günümüzde ülkemizde bulunan Cezayirli, Faslı, Libyalı ve Tunuslular daha iyi bilirler ki Türkiye’de yaşamaya başladıklarında buranın coğrafyası ile ülkeleri arasında çok fark olmadığını, Akdeniz ikliminin birçok özelliklerinin ortaklığına şahit olurlar. Her iki coğrafya, yani Anadolu ve Kuzey Afrika daima gıda ambarı olmuş, hayatı hep kolaylaştıran özellikleriyle öne çıkmışlar. Avrupa’ya gelince bilhassa orta, hatta kuzeyine gidildikçe buralarda insan yaşayışına elverişli konuma gelinmesi Ortaçağın sonlarında mümkün oldu. Yani devamlı bataklık ve çamur olan geniş arazilerin ekime açılması çok daha geç mümkün olmuştur. Çünkü ıslah edilemediği için her yer çamur, yağmurlar çok fazla olduğundan, ekilebilir arazilerin oranı çok sınırlıydı ve gıda ürünleri ihtiyacı daha ziyade Kuzey Afrika’daki tarım alanlarından alınıyordu. Bu yüzden Güney Avrupa’nın merkezi konumundaki Papalık dahil olmak üzere tüm şehir devletleri asırlarca Mağrip’ten besleniyordu. Gerçi sadece tarım değil, her türlü maden de buradan temin ediliyordu. Büyük Roma’nın büyük şehirleri aslında Güney Avrupa’dakiler dışında bugün Fransa’da, Almanya’da ve diğer ülkelerde doğru dürüst eser yoktur. Fakat Fas’ta, Tunus’ta, Libya’da ve Cezayir’de antik döneme ait epeyce şehrin kalıntıları var. Fenike’yi, Roma’yı, Bizans’ı, eski Yunan’ı, Persleri kesinlikle Afrika’sız düşünemeyiz, hakkıyla anlayıp değerlendiremeyiz. Daha da önemlisi Müslüman Arapların ve onların gayretiyle İslamlaşan Berberileri hiçbir şekilde idrak edemeyiz. Çünkü İslamiyet’in hem Afrika’ya, hem de Avrupa’ya yayılmasında kıtanın kuzeyi, batısı, merkezi ve güneyi çok önemli olmuştur.

Müslümanların Tarihinde Kıtanın Önemi: Hasan el-Vezzân’ın Afrikası

Asya’da kurulan devletler kadar tarihin farklı safhalarında Afrika’da da çok büyük hanedan devletleri kuruldu ve bu devletlerin her biri ile ilgili sayısız kitap yazıldı. Şimdi onları rahatça temin edip okuyarak geçmişi daha rahat anlamamız mümkündür. Geçmiş asırlardaki yazarların, tarihçilerin ve coğrafyacıların, hatta 19. yüzyılda sayıları çok artan seyyahların ellerinde sınırlı kaynakları vardı ve onlarla Büyük Sahra’yı gezip hakkında yeni bilgiler derlemekteydiler. Tunus’u, Libya’yı, Cezayir’i yazıyorlardı. Şimdilerde bu ülkelerle ilgili 1700’lerde, 1800’lerde, hatta 1900’lerde yazılmış kitaplar okuduğumuzda genelde çok istisnaları hariç sıradanlaştıklarını ve birbirinin tekrarından ibaret olduklarını fark ediyoruz.  Mesela içimizden kaç kişi Hasan el-Vezzân adını duydu? Yazdığı Kitâbü Vasfi İfrikıyye’yi kaç kişi okudu? Ama Avrupalılar onu esir edip yazdığı bu benzeri olmayan kitabı kendi dillerine tercüme edip 15. yüzyıl boyunca ve 16. yüzyılın başlarına kadar ayak basamadıkları yerleri onun yazdıklarından öğrendiler. Biz ise onu gerçek adıyla değil zorla kendi ismini veren Papa’nın Johannes Leo Africanus (ö.1554), yani Afrikalı Leon demesiyle tanıdık. Bu kıymetli tarihçi ve coğrafyacı, toplum bilimci Hasan b. Muhammed el-Vezzân el-Fâsî 1400’lerin sonunda (1494’te) Endülüs’ün son hakimiyet bölgesi Gırnata’nın Müslümanlarca idaresinin kaybedildiği 1492’den iki yıl sonra doğmuş ve 1500’lü yılların birinci yarısında yaşamış büyük bir Müslüman âlimdir. Ailesi onun doğumundan kısa süre sonra bugünkü Fas Krallığı’na adını veren Fâs şehrinde doğdu. Mali’deki Timbüktü’yü idare eden Songay Sultanlığı’na ve İstanbul’a 1517 yılında ülkesi adına geçici sefaret göreviyle gönderildi. 1518 yılında İspanyol korsanlar tarafından esir edilip Roma’ya götürüldü ve Rodos’ta hapsedildi. Ardından diğer Müslüman esirler gibi götürüldüğü Roma’da Sen Piyer Katedrali’nde Papa X. Leo tarafından vaftiz edilerek zorla Hıristiyanlaştırıldı. Ona Johannes Leo de Medicis (İtalyanca Giovanni Leone) adı verildi. O ise bu ismi Arapça Yuhanna al-Asad al-Gharnati (John the Lion of Granada/Gırnata’nın aslanı anlamına Yuhanna el-Esed) olarak kullanmayı tercih etti. Ancak 1550’lerin başında fırsatını bulup Hıristiyanların elinden kurtularak Tunus’a gitti ve Müslüman olarak hayatını tamamladı. Tüm Afrika’yı olmazsa bile sadece Kuzey Afrika’nın tamamını, Sahraaltı Afrika’da bugünkü Mali, Nijer, Nijerya ve Çad gibi ülkelerin bulunduğu Sahel bölgesini ve Nil Vadisini köy köy, kasaba kasaba anlattığı kitabının Arapça aslı kayboldu. Ama kaybolmadan önce bu kitap Avrupa dillerine tercüme edilmiş ve 300 yıla yakın Kuzey Afrika coğrafyasını Avrupalılar nasıl ki İbni Sina’dan tıp ile ilgili bilgileri okudularsa Afrika ile ilgili bilgileri de Hasan el-Vezzân’ın daha 16. ve 17. yüzyıllarda Latince, Fransızca ve İngilizce tercümeleri ile basılan Descrittione dell’Africa (Description of Africa) başlıklı kitabından öğrendiler.

Tarihe Yön Veren Her Devletin Afrika İlgisinin Temel Sebebi

30 milyon km2’lik Afrika coğrafyasına harita üzerinden göz gezdirdiğimizde kuzey, doğu, merkez ve batısının tamamının dörtte üçünü kaplayan bölgelerinde yüzde yüze yakın oranda, Tanzanya,  Demokratik Kongo, Burundi, Ruanda gibi ülkelerde ise yüzde on ile otuz arasında bir oranda farklı toplumlarda İslamiyet yayılmıştır. Sadece güneybatı kısımlarında Namibya, Angola, Zimbabve ve Zambiya, Botsvana ile Güney Afrika Cumhuriyeti ile çevrelenmiş Lesotho ve 2018’e kadar Svaziland olan adını Svatini olarak değiştiren ülkelerde ise yüzde onun epeyce altında bir oranda Müslümanların yaşadığını görüyoruz. Başka bir açıdan baktığımız da kıtanın dörtte üçü genel anlamda 16. yüzyılda kadar insanoğlunun yaşamasına müsait bölgelerdi.

İslâmiyet’in başlangıç asrından bugüne kadar on dört asrı aşan sürede Asya’nın derinliklerinden Afrika’nın orta ve güneyine uzanan bölgelere kadar, dahası güneybatı ve doğu Avrupa’da da ciddi anlamda Müslüman varlığının asırlarca etkin şekilde sürdüğü herkesçe biliniyor. Hicaz bölgesi genel anlamda Arap Yarımadasını kuşatan Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Basra Körfezi ve Akdeniz üzerinden dünyanın tüm bölgelerine denizden, Irak ve Suriye üzerinden de karadan bağlantılar sağlanıyordu. Bilhassa denizlerde kazandıkları nice maharetlerle Müslümanların Asya, Afrika ve Avrupa ile irtibatları her asırda giderek daha fazla hissedildi. Tüccar gemileri kadar olmazsa bile zaman zaman büyük askeri donanmalarla yapılan savaşlarda büyük zaferler kazandılar.

Müslümanlar Afrika’da Tarihlerinin En Maceralı Dönemlerini Yaşadılar

Müslümanların Afrika’nın farklı coğrafyalarında varlık göstermeleri henüz birinci hicrî asırda, yani miladi olarak yedinci yüzyılın ilk yarısında, hatta ilk vahyin gelişinin beşinci yılında 615’te ilk defa, takip eden 616’da da ikinci defa Habeşistan’a hicretle başlar. Medine merkezli devletin ilk vilayetlerinden birisi de kıtanın kuzeydoğu ucundaki Mısır olur. Vahyin ilk yüz yılı, yani birinci asrı tamamlanmadan bütün Kuzey Afrika, o günkü adıyla merkezi İfrikıyye adıyla bilinen bugünkü Tunus, daha sonraki asırlarda da zaten Mağrip olarak bilinen bölgede yaşayanlar için büyük değişim yaşanmıştı. Mısır’da Kıptilerin yarıdan fazlası ve Berberiler ise tamamıyla İslamiyet ile müşerref olmuşlardı. Hazret-i Ömer döneminde (634-644) 639’da Mısır’da başlayan fetihler, Hazret-i Osman döneminde Libya, hatta Tunus sınırlarına ulaşmıştı. Emeviler (661-750) ise Kuzey Afrika’nın tamamındaki fetih süreçlerini tamamladılar ve Endülüs’e, yani İber yarımadası olarak bilinen İspanya ve Portekiz’in tamamını, Fransa’nın önemli bir kısmını idarelerine aldılar. Abbasiler (750-1517) arası toplam 767 yıl selefleri Emeviler ile iktidar mücadelesinin ardından Kuzey Afrika ve İfrikıyye’ye pek müdahil olmadılar. Bu da onların döneminde İslam coğrafyasının batısını oluşturan bu havalide Haricilerin gizli faaliyetleri ile örgütleşmelerine, bazı Berberi kabilelerinin desteklerini arkalarına alarak Bağdat’a zorluk çıkarmalarına kadar tehlikeli boyuta ulaşmaları ile alakalıdır. Onları Şiilerin bazı kolları takip eder ki ve İsmaili kolunun en önemli temsilcisi Fatımilerin (909-1171) yıkılışına kadar ciddi anlamda sıkıntılara, hatta bölgenin tüm istikrarını bozacak karışıklıklardan geri durmazlar.

Afrika’da Destanlaşan İzlerin Sahibi: Emevi-Abbasi Rekabeti ve Türklerin Kıtaya Yönelişi

Emeviler dönemindeki etkili ailelerden Muhallebîlerin ilk temsilcileri Muhalleb b. Ebu Sufrah (632-702) idi ve bunun oğlu Yezid (672-720) İran’da Horasan ve Irak valisi iken Basra’da Emevilere karşı 720’de bir direnişin başını çekmişti. Abbasi yönetimi ile yakın ilişki kurunca bu defa Mağrib’te İfrikıyye valiliği ile mükâfatlandırıldılar ve 768-795 yılları arasında bölgeye refah getirdiler. Berberi isyanları karşısında Arap hâkimiyetini korudularsa da Fas’ta Şiilerin Zeydî kolunun İdrisî adıyla, Haricilerin İbaziyye kolunun da Cezayir’de Rüstemîler (767-909) adıyla kendi özel idarelerini kurmalarını engelleyemediler. 700’lü yıllarda bugünkü Fas’ta hüküm süren hanedan devletlerin ilki İdrisîler (789-985), 800’lü yıllarda İfrikıyye’de ikinci Arap hanedanı olarak Ağlebîler (800-909) çok erken dönemde Afrika’nın kuzeyinde çok etkili devletler kurdular ve bunların emirleri tebaaları Maliki olsa da kendileri Mutezili idiler. Henüz ikinci hicri asırda devlet içinde devletler kurulması oldukça önemlidir. Hatta Türkler, Müslüman olduktan sonra ilk devletlerini Asya’da değil bugünkü Mısır’da kurdular. Hepimizin aklına belki bugün önce Özbekistan’ta, Kazakistan’ta, Kırgızistan’ta, Türkmenistan’da, Afganistan’da, yani Batı Türkistan’da, ya da Kaşkar merkezli Doğu Türkistan’daki şehirlerde kurulduğu gelebilir. Zira oralarda büyük âlimlerin yetiştiği doğrudur, ama devlet kurma başka bir süreçtir ve Türklerin tarihte kurduğu 50’den fazla Müslüman devlet vardır. Bunların ilk ikisi Abbasiler döneminde ilk ikisi Mısır’da kuruldu. Zira 750’de Emevileri iktidardan uzaklaştırdıkları zaman önce Fârisîlerle, yani bugünkü İran’daki toplumlarla işbirliği yaptılar. Ama fazla geçmeden Türkleri tanıyarak onları ordularına asker olarak alıp batıya, yani Irak’a ve Suriye’ye, hatta Mısır’a sevk ettiler. Bunlar çok etkin oldular ve bu askerler önce Mısır’da devlet içinde bir devlet kurdular. Tolunoğulları (868-905) adıyla tarih sahnesinde 868’den itibaren Müslüman Türk devleti olarak yer almaları, Afganistan merkezli Gazneliler (962-1187), özellikle İran merkezli Büyük Selçuklular’dan yaklaşık 150 yıl, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan da 200 yıl öncedir. Afrika’da kendi kimlikleri ile biliniyorlar ve sadece üç asker, beş asker ile Mısır’da yönetimi ele geçirmiş değiller. Orta Asya’dan asker sevki ile Abbasilerin dolaylı vesile oldukları bu devletin yaşaması uzun süreli olamıyor. Gerçi yönetimi elde tuttukları müddetçe Bağdat’a ciddi maddi kaynak aktarmaları kendi bölgelerindeki varlıklarına müsaade edilmesini kolaylaştırıyor. Yine de 905 yılında Tolunoğlu hanedanı yıkılıyor. Aradan 30 sene geçince bu defa 935’te, aynı şekilde Bağdat’a bağlı ikinci bir Müslüman Türk devleti yine Mısır’da 934’te bu defa İhşitler adıyla kuruluyor. Bunlar da üç beş askerle sadece idareyi, yani Mısır valiliğini ele geçirmediler. Orta Asya’dan asker sevki Abbasilerin vazgeçemediği bir uygulama şeklinde asırlarca devam etti. Bu devlet de uzun süre yaşamıyor ve 34 yıl sonra yıkılıyor.

Bunlar gibi Afrika’da kurulmuş olan devletlerin bıraktıkları izler tarihi kaynaklarda mevcuttur. Bizler şimdi o dönemlere ait bilgileri yeniden yazılmış kitaplardan, ya da ilk dönemlerde kaleme alınan temel kaynak eserlerden süzerek alıp kıtadaki varlıkların temel dayanakları ile ortaya koymak zorundayız. Herhalde Türklerin bu ilk geliş asırlarında Afrika adıyla bilinen bir kıta yok. “Afrika’da Türkler” var dememiz, belki Irak, Suriye ve Anadolu üzerinden Mısır’a yönelen Büyük Selçuklular (1037-1194), Anadolu Selçukluları (1074-1307) Irak-Suriye Atabeyleri (1128-1218), özellikle Eyyubiler (1171-1250) ve de Memlüklerin (1250-1517) dönemlerini beklememiz gerekir. Türk yurtları yaklaşık beş asır Abbasî halifeliğine ve onlara tabi hanedan devletlerine genç yaştaki yiğitlerini tüm cephelerde savaşmak ve merkezi şehirlerde idareleri korumak üzere gönderiyordu. Öyle dönemler geldi ki artık kendi geleceklerini yok etme seviyesine bu uygulamayı engellemek için çocuklarının ya sırtlarına veya kafalarına kum torbacıkları koyarak askerliğe uygun görünümlerini bozarak engellediler. Afrika’da Türklerin en etkin oldukları asırlar için ise hassaten 16. yüzyılı beklememiz lazım, zira Osmanlıların hedefi 1517-1917 yılları arasında bu defa kıtayı çevreleyen Papalık nüfuzundaki İspanyol ve Portekiz krallıklarının işgallerini önce yok etmekti. Ardından bir daha benzeri bir duruma fırsat vermemek için bu defa Anadolu gençliğini üç asır bu uğurda feda ettiler. Sonuçta bu kıtada olmaları dolayısıyla kurdukları düzenlerin isimleri ne olursa olsun 1200 yıldan fazla bir süre varlığı herkesçe bilinir ve 1917 yılına kadar da bilfiil her asırda milyonlarca kilometre karelik geniş bir coğrafyada hüküm sürdükleri bir gerçektir.

Afrika’da kurulan bütün Müslüman devletlerin dünya tarihine insanlık medeniyetine kattığı çok şey var. Bunları sadece Kuzey Afrika’da ki sahil şeridinde olan ülkeler olarak algılamamak gerekir. Çünkü Müslümanlar çok erken dönemde, yani vahyin henüz ilk asrının ikinci yarısına tesadüf eden 7. yüzyılda bugünkü Nijer, Mali, Çad’ın da içinde yer aldığı Büyük Sahra Çölünü güneyden çevreleyen bu bölgeye inmişlerdi. İslâmiyet kuzeydeki kadar olmasa bile, ki Sahra’da şartlar o kadar kolay değildi, belli bir medenileşme yaşanmış ve bu coğrafyadaki toplumların İslam ile müşerref olmalarıyla birlikte müthiş bir ağ kurulmuş oldu. Zaten geçmiş asırlardan kalan bazı ticaret ağları vardı ve bunlara hac kervanlarınınkiler de ilave edilmiş ve birlikte 1900’lü yıllara kadar tam 12 asır Afrika’da varlığını kesintisiz sürdürmüşlerdi. Kuzey Afrika ve Büyük Sahra’nın güneyi ile ilgili çizilmiş haritalarda tüm kervan yolları gösterilir.

Maveraüssahra: İlim ve İrfanın Beşiği Coğrafya

Sömürgeciliğin kıtanın iç bölgelerine genişletilmesi öncesinde, yani 19. yüzyılın ikinci yarısından önce hiçbir yerel idarenin diğeriyle belirgin bir sınırı hiç çizilmedi. Kervan yollarından Fas tarafına gidenler, Cezayir’e, Tunus’a ve Libya’ya doğru uzananlar büyük bir ağdı. Özellikle de Trablusgarp’tan Fizan’a doğru olanlar en kestirmeleriydi. Yani Akdeniz kıyısı ile kıtanın merkezi kabul edilen Çad Gölü havzası arasında her yıl on binlerce deveye yüklenen ticari malları ve hacıları taşıyan kervanlar kuzey-güney arasında yılda en az bir kere gidip dönüyorlardı. Maalesef o münbit havza, yani Asya’da Maveraünnehr ne ise burada da Maveraüssahra aynı anlamı ifade ediyordu. Ama Çad Gölü maalesef 1960’lardan bugüne hacminin % 95’inden fazlasından sular çekildiği için büyük oranda küçüldü. Sadece yüzde 5’lik kısmı kaldı. Gölü çevreleyen tüm ülkelerden bugün Kamerun, Nijerya ve Nijer ile Çad dörtlüsü çok fazla etkilendiler. Gerçi bu bölgede bunlara Mali’yi de ekliyoruz. Çünkü bu ülke de bu iklime coğrafi olarak çok uzak değildir. Dahası aynı sosyo-kültürel ve dinî etkileşim olarak bu beş ülkeye Burkina Faso’da ilave edilir.

Akdeniz’den kıtanın merkezine doğru kurulan çeşitli ticaret ve hac kervanı ağlarının önemli durak noktaları olan yerleşim yerlerinde ilim ve irfan yuvaları da gelişiyor. Türkler başta olmak üzere Asya’nın merkezi konumundaki Müslümanlar için Maveraünnehr bir bilim ve kültür geleneğinin adıdır. Aydın Özkan dostumuz bize Mısır’dan bir kitap getirmişti, başlığını görünce çok şaşırdım. Maveraüssahra başlığını görünce, aklıma hemen Maveraünnehr geldi. Her iki coğrafyada İslam bilim geleneğinin mayalandığı merkezler bize bunu söyletiyor, kabul ettiriyor. Kitabın adı, kısaca Sahra’nın Arkası, bu bölgedeki ülkelerden sadece Nijerya’nın kuzeyindeki Kano, Katsina, Sokoto gibi ülkelerde 1800’lerde yazılan yazma eserlerin sayısı yüzbinler ile ifade ediliyor. O kadar çok âlim var ki mesela bazen Nijeryalı arkadaşlardan da soranlar oluyor. Ülkelerinde Osman dan Fodyo (Osman bin Fûtî) var ve herkes bilir ki bunlar Futa’dan gelmiştir. Bu isimle iki yer var Batı Afrika’da ve bunlardan birisi Senegal’deki Futa Toro, diğeri ise bugünkü Gine’de Futa Calon’dur. “Fûtî”, yani “Futalı” Batı Afrika’da çok bilinen bir isimlendirmedir. Bunlara Afrika’nın kuzeyinde Berberiler, Sahra’da Tevârıklar ve Doğu Sahra bölgesinde Tubular, hemen bu bölgelerin altında yani Sahra’nın güney kıyılarında yaşayan büyük bir topluluktur. Sudan’dan Atlas Okyanusuna kadar Orta Afrika Cumhuriyeti toprakları da dahildir, ki Kamerun, Nijerya, Nijer, Çad, Burkina Faso, Senegal hepsinde ciddi oranlarda nüfuslara sahiptirler. Bunlara Avrupalılar “Pöl” (Peul); Araplar ise “Fülânî” diyorlar. Berberiler nasıl ki ilk asırlardan itibaren tüm Mağrip, yani Kuzey Afrika bölgesinde İslam’ın bayraktarlığını yapmışlarsa aynısını Pöl toplumu da Sahra’nın merkezi kadar çevresinde 16. yüzyıldan itibaren aralıksız sürdürdüler.

Afrikalılar Kimdir: Berberî, Fülânî, Hevsa, Sevâhilî

İslâmiyet’in ilk üç asrında Kuzey Afrika’da Müslüman Arapların sayısı çok sınırlıydı. Zaten fetihten sonra bütün Berberiler bu dini kabullendiler. İbn Haldûn bunların yeni dine girişlerinin çok çetin, zorlu geçtiğini yazar. 13 defa ihtida edip her fırsatta vazgeçtiklerini, 14. defada ise bir daha vazgeçmemek üzere Müslümanlığı benimsediklerini kayderder. Öyle ki tüm coğrafyalarında Fenike’nin, Roma’nın, Bizans’ın idarelerini görmüşler, ama onların içine karışıp erimemişlerdir. “Berberi” diyoruz, onlar kendi dillerinde toplumlarına “Amazığ” diyorlar ki “hür insan” demektir. “Pöl” kavminin Sahra bölgesinde en büyük ve değişmeyen geçim kaynağı sığır çobanlığı olup sabit bir yerde durmazlardı. Genelde bugün hala Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslüman Pölleri 2013 yılında çıkan iç savaş sırasında hayvanlarını otlattıkları meralardan uzaklaştırdıkları için bir büyükbaş hayvan normalde 200 dolar iken bazı zamanlarda birkaç bin dolara dahi bulunamaz hale geldi. Afrika toplumları için en temel gıda maddesi et, neredeyse tüm Sahra bölgesinde “Pöl” toplumu tarafından yetiştirilen büyükbaşlardan sağlanıyor.

Medeniyetin Afrika’da Doğuşu

Kıta geneli hakkında bilgi bakımından daha da derinleştikçe giderek kendine mahsus gerçekleri kavrıyoruz. Öyle ki yer altı zenginlikleri kadar aslında yer üstündekileri değerlendiren hanedanlar vardı. İbn Battuta’yı Müslümanlardan dünyayı dolaşan ilk büyük seyyah olarak hepimiz biliriz. Seyahatnamesini çok yalın okuyunca insan kendisinin sanki fazla bilgi almıyormuş gibi hissediyor. Bunun sebebi bahsedilen bölgeler hakkında mutlaka sıradan da olsa önceden belli bir bilgi birikimi istiyor. Hiç birikimi bulunmayanlar için bu son derece önemli eserin kıymeti fark edilemiyor. Ama biraz dünya tarihi, medeniyetler, toplumlar okuyup da onun üzerine İbn Battuta’nın yazdıkları okununca 14. yüzyıl öncesine ait pek çok bilgi boşluğu tamamlanıyor. Bu büyük seyyah 30 yıla yakın Asya, Afrika ve Avrupa coğrafyalarında, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusunda devamlı dolaşıyor. Gemilere biniyor, karadan gidiyor, bazen bir gittiği yere tekrar uğruyor. Görmediği yer yok neredeyse, sadece Amerika kıtası hariçtir. Gezip gördüm dediği yerlerin arasındaki gidiş ve dönüş yolları hesap edilmiş ve 120 bin km mesafelik yol aldığı ifade ediliyor. Yani üç dünya turuna denk gelmektedir. 1330’larda bugünkü Tanzanya’ya gidiyor. Tanzanya adı 19. yüzyıla ait ve 14. yüzyılda yok. Kilve veya Kilva diye bir şehir var, Hint Okyanusunun uzandığı Doğu Afrika sahillerinin bir noktasında. O dönemde çok meşhur bir yer. Önemli bir ticaret merkezi olan bir adacığın adıdır. Burayı 1505 yılında Portekizliler yıkana kadar varlığını sürdürüyor. İbn Battuta bu adacıkta üç katlı binalar vardı diye eserinde anlatıyor. Orada Müslüman bir sultan ile geçen günlük hayatıyla ilgili ayrıntılar epeyce ilginçtir. Günümüzde maalesef Tanzanya’da Müslümanlar neredeyse iktidardan uzak tutuluyorlar. Oysa Hristiyanlığın -16. yüzyıl- hiç bilinmediği bir yerde Müslümanlar en az bin yıllık bir geçmişe sahiptiler.

İbn Battuta’nın verdiği bilgilere göre 1350’lerde Mali’de, Mali Sultanlığı’nı bizzat yerinde ziyaret eden birisi olarak bu kadar birinci elden kaynakların sayısı yok denecek kadar az olup dönemine göre birçok coğrafyadaki toplumlardan daha dindardırlar. Tabi biz bugün modern devlet anlayışı ile 13-17. yüzyıllar arasında Güney Asya’da, Afrika’da hüküm süren devletleri tek bir yapının taklitleri şeklinde algılayamayız. Her devletin kendine göre bir yönetim biçimi, yönetim anlayışı, ekonomik, ticari ilişkileri ve üretim şekilleri var. Bunlarla ilgili de farklı çalışmalar yapılıyor. Ama 1700’lü yılların sonlarında, tüm 19. yüzyıl boyunca Afrika ile ilgili bilgiler çok sınırlı kaynaklar kullanılarak yapılıyordu. Bir kişi mesela Tunus’a gideceği zaman veya orada, ya da döndükten sonra üç beş kitap okuyor, sonra bir kitap da kendisi yazıp aklınca alana katkı sağlıyordu. Mesela genel anlamda “seyahatname” yazım usulü batıda ortaya çıkmış, Avrupalılar her şeyi yazmış bitirmiş, merak edilen her şey kitaplarda var, bizim bundan sonra yapabileceğimiz ne olabilir demeyelim. Çünkü belli bir bilgi seviyesine geldikten sonra anlıyoruz ki Avrupalıların yaptıkları da çok sınırlıdır. Hala yazılacak çok şey var.

Kimlikleri Yok Eden Süreç: Sömürgecilik

İlk dönem Müslümanlarının 7. yüzyıldaki Afrika’yı fetihlerinden 19. yüzyıldaki Avrupalıların gelişine kadar geçen 12 asırlık sürede kıtanın doğusunda ve kuzeyinde birçok devlet kurulmuştu. Bunlar bugünkü anlamdaki devletler gibi sınırları olan birbirleriyle durmadan savaşan idareler değillerdi. Zaten İngilizler ve Fransızlar 1850’lerden itibaren Afrika’nın içlerine giden seyyahların verdiği bilgiler ışığında yavaş yavaş tanımaya başladılar ve birçok bölgeyi ancak 1880’li yıllarda yoğun şekilde dolaştılar. Kıtayı çok haksız ve de insanlık tarihinin en aşağılık yöntemiyle 1884 yılının son ayları ve 1885 yılının ilk aylarında Berlin’de düzenledikleri bir konferans ile masa üzerinde parçaladılar. Kıtaya kalemle çizilen sınırlardan sonra da İtalyanların, Fransızların, İngilizlerin, Almanların, Belçikalıların, İspanyolların ve Portekizlilerin Afrikası demeye başladılar. Yani bugünkü yedi Avrupa ülkesinin arasında kıta taksimi öyle peşin olarak kabul edilmiş ki, şimdilerde tüm Afrikalıların da mantığına oturtulmuş ve bir daha da kaldırılmaz bir kimlik gibi olmuş. Yani Fransa Afrikası kendi içinde ülkelere bölünmüş, İngiliz Afrikası benzer şekilde parçalara ayrılmış, ama aslında Afrika coğrafyasında herkesin kendi kimliği vardır. Berberi olmak bir kimliktir. Berberileri bölemezsiniz, ama yaşadıkları yurtlarını ne kadar bölseniz de sonuçta, Libya’da ki de “ben Berberiyim” diyor, Tunus’taki, Fas’taki de aynı şeyi söylüyor. Tevârıkları bugün yedi ana ülke topraklarında kalacak şekilde paylaştırmışlar. Onlar bölündükleri bu ülkelerdeki insanlarla binlerce yıldır zaten beraber yaşıyorlardı. Ama günümüzde değil başka soydan olanlarla, kendi soydaşlarıyla bile irtibat kurmaları nerdeyse mümkün değildir.

Osmanlı Afrika’nın Can Damarı: Neden Geldiler ve Niçin Asırlarca Kaldılar?

Osmanlı Devleti, Afrika’ya gelmek zorunda kaldığı 16. yüzyılın başlarında İspanyollar ve Portekizliler kıtanın 30 bin kilometrelik sahillerinin neredeyse tamamını abluka altına almışlardı. Bu dönemin hemen öncesinde en etkili devletler Mısır’da Memlükler (1250-1517), Tunus ve Libya’da Hafsîler (1236-1574), Cezayir’de Abdülvâdiler de denen Zeyyâniler (1235-1556) ve Fas’ta Sa’dîler (1509-1659) vardı.  Mağrip deyince günümüz Kuzey Afrika tarihi sürecince Merakeş merkezli Fas Sultanlığı akla gelir. Osmanlı Devleti’nin temel unsuru Türkler gibi, bölge tarihini daha ayrıntılı okuyunca Fas’ın tüm Mağrib’in tarihî gücü ortaya çıkar. Kıtanın kuzey batı ucundan Mısır’a doğru birçok defa aşarak nice şehirleri idare ettiğini görürüz. Türklerin de Asya’nın merkezinden, yani doğudan batıya doğru ilerleyip geçtikleri birçok bölgede çok sayıda devletler kurmuşlardı. Hatta asırlar içinde geride kalanlarla bağları iyice zayıflamıştı. Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’ya gittiğinde, daha doğrusu gitmek zorunda kaldığında, ki buna davet edildiğinde demek doğrudur, çünkü ilk davet 1519 yılında Libyalılar tarafından 1510 yılında İspanyol işgaline uğrayan şehirlerinin kurtarılması içindi. Ama bu gerçek anlamda bir devletin yardımı için yapılan davetti. Öncesinde elbette ki Osmanlı denizcileri Kuzey Afrika sahillerinde onlarca yıldır mevcut idiler.

Kuzey Afrika’da Osmanlılar varlık göstermeye başladıklarında dört müstakil devlet idaresi vardı ve bunların üçünün tanesinin toprakları İspanyollar tarafından işgal edilmiş veya işgal süreci henüz tamamlanmadığı için devam ediyordu. Mısır’daki Memlükler henüz işgal edilmedikleri için kendi idarelerini zor olsa bile koruyorlardı. Tunus ve Batı Libya’daki Hafsîler, Fas kökenli olup 1200’lü yılların başında Fas’ta hüküm süren Muvahhidler tarafından İfrikıyye’yi idare etmeleri için gönderilmişlerse de bir müddet sonra bağımsızlıklarını ilan edip kendi başlarına buyruk oldular. Cezayir-Fas sınırındaki Tilimsan merkezli Zeyyânîler de yine Fas kökenli bir toplum olarak bilinmektedir. Yine Fas’ta Sa’dîler oldukça muktedir yerel bir devletti. Bunlardan Memlükler ve Sa’dîler hariç diğer üçünün sahil şeridinde veya yakınında olan merkezleri kolayca işgal edildiler.

Sadece Memlükler ve Sa’dîler 16. yüzyılın başında müstakil kalmış, bunların dışındakiler tüm sahilleri çevreleyen diğer yerler kuzeyden İspanya, batıdan, güneyden ve doğudan Afrika’da İbn Battuta’nın bahsettiği Somali’deki Mogadişu ki o dönemde çok önemli bir merkezdi, hatta 40 civarında bunun gibi şehir devleti ile Madagaskar adası da dahil tüm Somalili şeyhlerin tesirinde imiş. Bu devletlerin tamamı hiç bilmedikleri ateşli silahlar karşısında 1505 yılında bölgeye giriş yapan Portekiz işgal güçleri tarafından yakılıp yıkılmış ve 1517 yılına kadar sadece 12 yıl içerisinde tamamı hükmen yok edilmiştir. Yani Osmanlı Afrika’ya girdiğinde Mısır’da bir tek Memlükler kalmış. O da Osmanlı’yı nasıl yıkabilirim derdinde olduğu için kıtanın selameti için artık güçsüz bir idareden ibaret Kahire yönetimi sona ermeliydi. Padişah Yavuz Sultan Selim, böylece Afrika’yı kuşatan Portekizleri 1517’de, yani Mısırla aynı yıl, İspanyolları ise 1574’e kadar yaklaşık 55 yılda bitirebildi. Ama bunların kendi aralarında çok büyük savaşlar yaşandı.

1538’deki Preveze Deniz Savaşı en önemli mücadelelerden birisidir. Ama Barbaros Hayreddin Paşa’nın hemen hemen her şehir Kuzey Afrika’daki Tunus, Trablusgarp ve Cezayir’in nice şehirleri İspanyollardan kurtarılmak için yaklaşık 50 senenin üzerinde Osmanlı Devleti ile şehir şehir işbirliği yaptılar. İspanyolların durumu 2018’de örneğini Kuzey Suriye’de yaşadığımız gibi köy köy ilerleyip halk nasıl rahatlatılıyorsa, gerçekten böyle kasaba kasaba İspanyollardan her birisi söke söke alındı. En son Fas’ta Septe ve Melile, Cezayir’de Vehran ve bizzat başşehir Tunus ile sahildeki bazı önemli şehirler kalmıştı. 1574 yılında bir ay süren bir savaş ile Anadolu’dan 50 bin asker sevk edildi. Toplam 10 binden fazla şehit verildi ve karşı taraftan da 10 binden fazla İspanyolun cesedi savaş alanında kaldı. Tunus şehri tam bir ayda alınabildi. O devirlerde savaşlar bazen birkaç saat, belki bir iki gün sürerdi. Aslında bu şehir Osmanlı’dan ziyade Papalık için o kadar merkezi bir konuma gelmişti ki bizzat Papa “Eğer Tunus elimizde kalırsa, Afrika bizim olacak. Osmanlılarda kalırsa tüm kıta Osmanlıların olacak”.

Hakikaten Tunus, Osmanlıların eline geçtikten sonra 300 yıldan fazla bir süre Osmanlılar Afrika’da varlık gösterdiler. Yani Osmanlı’nın varlığı Avrupa’nın Afrika’yı sömürgeleştirmesinin önündeki en büyük engeldi. Bu yüzden ne yapıp edip Osmanlı’yı buradan çıkarmak gerekiyordu. İlk hamleyi 1798’de Mısır’da Napolyon ile denediler ve dört yıl burada kalan Fransızlar akla hayale sığmaz hilelere başvurdular. Buna Napolyon’un Müslüman olduğu yalanı da dâhildir. Bugün Louvre Müzesinin en nadide eserleri o dönemde Mısır’dan çalınarak götürülenlerden oluşur. Mısır’a yapılan Fransız müdahalesi bölgeye çok büyük bir tahribat verdi, ama bölgede fazla kalamayacakları anlaşıldı. Ancak Afrika’nın o sahilinden veya bu sahilinden mutlaka müdahale edeceklerdi ve bu yüzden bu niyetlerinden bir türlü vazgeçmediler. 1827-1830 yılları arasında başşehir Cezayir ile sahildeki diğer önemli şehirler düştü. 1881’de Tunus himaye adı altında Fransa’nın, 1882’de Mısır birlikte yönetim (condominium) adı altında İngiltere’nin ve buraya tabii Sudan da bu ülke tarafından işgal edildi. 1884’te Eritre ile 1911-1912 yıllarında yapılan savaş ile Trablusgarp İtalya’nın işgallerine uğradılar. Fransızlar, İngilizler ve İtalyanlar Osmanlı topraklarını İstanbul’dan kopardılar. Bu durum Osmanlı’nın asırlardır hâkim olduğu coğrafyalardan nihai olarak kopması anlamına geliyordu. ,

Avrupalılar Afrika’yı işgale gelirken yazdıkları kitaplarla, ele geçirdikten sonra yazdıkları kitapları okuduğumuzda 180 derece farklılığı görüyoruz. Medeniyet getirmek bahanesiyle geldikleri kıtada medeniyet adına ne varsa yok ettiler. Ne kadar yazılı kültür varsa özellikle Arapça eser varsa ya alıp götürdüler, ya da yakıp yok ettiler. Dahası bir daha Arapça eserler yazılamaz hale geldi. Bu dilde eğitim veren insanlar çok sıkı takibe alındılar, idam dahil sürgün ve hapis gibi cezalar sonucu hepsi etkisizleştirildi. Afrika’da yerel halkın ilim dili gitti, yerine İngilizce ve Fransızca geldi. Ama o İngilizce ve Fransızca’yla 100 yıldır yapılan ilimlerle değil dünyaya, kendi ülkelerinin menfaatlerine faydası olacak bir seviyeyi hiçbir zaman yakalayamadılar.

Kıtanın Tabii Ulaşım Yolları: Kuzey-Güney, Doğu-Batı Kervanları

Eskiden kıta içinde ticaret kervanları vardı. On binlerce deve ile karadan hayvanlarla veya deniz ulaşım vasıtaları ile sahillerden sağlanan ulaşım yolları kesilerek kendilerine mahsus ticaretleri bitirildi. Afrikalıların zaten hac güzergâhları kesildiği için dünya Müslümanları ile sosyo-kültürel, ticarî ve dinî bağları koptu. Bugün yeni ülkelerin bağımsızlıkların süreçleri 1950’lerden sonra başlamış ve Afrika tam nefes alacak derken bu sefer soğuk savaşın verdiği Rus-Amerikan gerginliğinin kesin çizgilerle ayırdığı iki cephenin birinde kalmaya zorlandılar. Afrikalı için aslında bitti zannedilen ama henüz devam eden başka bir sömürgeciliğin devamında kendilerini buldular. 1990’larda Sovyetler Birliği yıkılınca birden Afrika’da öyle bir hızlı gelişmeler oldu ki her yıl Afrika’da kalkınma % 7 hatta % 8, bazı ülkelerde % 10’a kadar çıktı. Afrika ülkeleri 21. yüzyılın başında ikinci bir Çin olacaktı. Çünkü 2002 yılında Afrika Birliği adını alan ve Afrika Birliği Teşkilatı adıyla 1963’te kurulan kıtadaki en büyük bütünleşme hareketinin yegâne hedefi henüz bağımsızlığını elde edememiş yerleri sömürgeci devletlerin tasallutundan kurtarmaktı. Fakat aradan 40 yıl geçince epeyce tecrübe kazanan Afrikalı devlet adamları 2002 yılında bizzat dönemin Libya lideri Muammer Kaddafi’nin de ısrarlarıyla “Biz Avrupa Birliği’ni model alacağız. Teşkilat kelimesi kaldırılacak ve “Afrika Birliği” adını alacağız, kıtada sömürgecilerin çizdiği sınırlar kalkacak, tek para, tek banka kurulacak. Avro gibi ortak para birimi ve Avrupa Bankası gibi Afrika Bankası kurulacak. Kendi yağımız ile kavrulacağız. Dünya ile irtibatlarımızı kendimiz sağlayacağız” dendi. Fakat yine tüm dengeler Afrika’nın aleyhine bir şekilde döndürüldü. O dengeleri kurmaya çalışanlarda kendi lehlerine Afrika’yı yeni çıkmazların içine sürüklemeye başladılar.

Afrika’nın Yeniden İstilasının Ön Çalışması: Terör Örgütlerinin Alana Sürülmesi

Başka bir açıdan bakıldığında ise özellikle bugün Çad Gölü havzasını kana bulayan Boko Haram var. Afrika Boynuzu’nu terörle özleştiren Somali merkezli eş-Şebab çözümü zor ayrı bir sıkıntıdır. Tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı, hatta Güney Asya’yı kana bulayan el-Kaide, hatta bölgesel olanı Mağrip el-Kaidesi, Mali Cumhuriyeti’nde Ensaruddin veya daha adını bilmediğimiz birçok örgüt türetildi. Artık hiçbiri iflah olmaz bu terör örgütlerinin ilk kuruluş zamanları hakkında sıradan okumalar yaptığımızda o günkü yaptıkları eylemleriyle şimdikilerin hiç örtüşmediğini, yani kendi yöresinde birtakım dini faaliyetler yapan kişilerin çok basit seviyeden nasıl böyle bir örgüte dönüştüklerini, beynelmilel örgütlerle içiçe geçtiklerini, kurulan nice tuzaklara düşürülüşlerini görüyoruz. Müslüman kimlikleri sıradan insanların bu kadar büyük projeler yapmalarının mümkün olmadığı gün gibi ortadadır. Bugün Avrupalılar bu örgütleri dillerine dolayıp dünyada ne kadar Müslüman varsa hepsini aynı potada eritmek istiyorlar. “Cihat örgütleri” olarak tanıttıkları başta el-Kaide bizzat Fransa’da 1990’lı yılların başında camilerde cuma namazı öncesi sohbetlerde Afganistan için adam topluyordu. İmamlar Paris’in merkezindeki camilerde bunu yaparken Fransa buna nasıl müsaade ediyordu? Bu Türkiye’de ne o dönemde ne de başka bir dönemde yapılmadı. Paris’teki sıradan bir Müslüman genci Afganistan’daki cihat nedir, kim kimle savaşır, niye savaşır, gerçekten yapılan bir cihat mıdır, değil midir, insanları bu uzak bölgelerden toparlayan, onlara yardımcı olan, el altından neyin ne olduğunu Avrupalı istihbarat örgütleri Müslümanlardan herhalde daha iyi biliyordu. Bunlar Avrupa başkentlerinde oluyordu. Onların bilmemeleri mümkün değildi. Kimse istihbarat örgütlerinin bu işlerin içerisinde yer aldıklarını inkâr edemez.

Çad’da bulunduğum sırada İsviçreli bir büyükelçi gelerek Boko Haram ve Sahra-Sahel bölgesindeki çatışma bölgeleri ve bunları tetikleyen örgütler hakkında görüşümü sordu. Bu örgütlerin nasıl oluştuklarını öğrenmek istediğini ifade etti. Ben de “Bu coğrafyada, Sahraaltı Afrika’da, Çad Gölü havzası özelinde, milyonlarca insan yaşıyor, bir tek üretim yapan fabrika, devlet memurluğu diye bir kavram bulunmuyor, çok sınırlı sayıda insanın çalıştığı bir iş ya var ya yok. Eğitim neredeyse hiç yok; geleneksel Kuran-ı Kerim okuma, ezberleme dışında dini eğitim bulunmuyor. İslam tarihi ile ilgili bir bilgilendirme yok, tüm tarihi süreçleriyle ilgili bırakın dört halifenin bile hangisinin ne zaman halifelik yaptığı bilinmiyor. Bilemezler de, belki sadece isimlerini biliyorlar. Çünkü herkesin adı Ebubekir, Ömer, Osman veya Ali, ama hangisi ne zaman halife idi, onu bile bilemezler. Bu kadar İslam eğitiminin, kültürünün kökünün sömürgecilikle kazındığı bir coğrafyada “İslam Devleti” kuruyoruz diye eline silah alanın devlet kurması mümkün değildir. Bunların asıl sebebi bu bölgelerin içine düşürüldüğü eğitimsizlik, işsizlik, daha birçok sebep var” şeklinde cevap verdim. Bunu da özellikle çok iyi ifade eden Jean Ziegler isimli İsviçreli bir yazarın “Dünyanın Yeni Sahipleri ve Onlara Direnenler/Les Nouveaux maîtres du monde et qui ceux leur résistent” kitabından okuduklarımdan örnekler verince o büyükelçi de “yazar benim arkadaşım” dedi. “Onun görüşlerine katılıyor musun? dedi. İster istemez “ona hak verdiğim hususlar var” diye cevap verdim. O da “ben o zaman gidiyorum” dedi ve kalkıp otelden ayrıldı.” Yani o kitap, Türkçe’ye de tercüme edilmiş. Dünyanın yeni sahipleri ve onlara direnenler. Ben Fransızca’sını okudum.

Kıtalı Âlimlerin Kütüphaneleri ve Onları Yok Etme Teşebbüsleri

Afrika tümüyle bu kadar zengin bir kıtadır, her yönüyle anlamak lazım. Yani ben her zaman için ifade etmeye devam edeceğim, öncelikle insanı ile bir kere çok zengin. Batıdaki insanlardan daha bilinçli, daha sağlıklı ve dinamik insanlar Afrika’da yaşıyor. Sporda olduğu gibi bilimde ve sanatta Afrikalı insanlara verilen imkânlar esirgenmemiş olsa, sadece serbest bırakılsalar, biraz da imkânlar verilse bu kıtalılar kendilerine de yeter. Dünyaya da çok faydaları olur. Eğer Mali Cumhuriyeti’nde 1800’lü yılların başında Sidi Muhtar el-Küntî, oğlu ve torunu sadece 19. yüzyıl boyunca toplam 3.000 adet kitap yazdılarsa bugünküler neden yazmasınlar. Birçoğu beş, on sayfa, ama içlerinde yüzlerce sayfa olanlar da var. Afrika’daki Müslümanların asırlardır yaşadıkları herhangi bir bölgeyi bir mercek altına alsak ki Mali’nin kuzeyinde Timbüktü, Fas’ta bir şehir var Temgrut adıyla bilinir.

Tarihteki nice değerler unutulduğu zaman bunları kazanmamız çok zor oluyor. Fransızlar 1912 yılından sonra bu kasabayı himaye adı altında işgal için geldikleri günlerde Temgrutlu âlimlerin kasaba merkezindeki kütüphanelerinde 4.000 yazma eserleri vardı. Asırlar içinde elle yazılmış binlerce kitap korunuyordu. Hemen kütüphanenin kapısını çamurla kapatıyorlar, zira Fransız ordusu şehre girince evleri, medreseleri tek tek denetleyip kendilerine karşı çıkan var mı diye. Bir bina dikkatlerini çekiyor ve ne olduğunu soruyorlar. Onlar da “türbe, vefat eden önemli şahsiyetlerimizi koyduk” diyorlar. Fransızlar 40 yıl kaldıkları buradan gidene kadar o binayı hiç açmıyorlar. Tabii kitaplar orada muhafazalı bir şekilde duruyor. Belki Fransızlar fark etmeden gelip arada bir kontrol etmiş olabilirler. 1960 yılına kadar Temgrut’taki yazmaları o şekilde türbe kisvesi altında koruyup bağımsızlık sonrası Rabat’taki Fas Krallığı’nın Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gönderiyorlar. Afrika’da Temgrut gibi nice kasabalar ve oralardaki değerler korundular. Sadece direnmek de yetmiyor, o eserleri artık incelemek ve ilim geleneğini unutulmuşluktan kurtarmak gerekiyor.

Geçmiş yıllarda bir gün televizyon programında Afrikalı âlimler konusundan bahsederken bana soru yönelten sunucu “onların eserleri dedikleriniz Kur’an nüshaları, hadis yazmaları idi, aralarında edebiyat, tarih, sanat, bilim ve kültür alanlarında olanlar var mı, yok” diyecek kadar peşin hükümlüydü. Maalesef Türkiye’de “ben ne dersem o doğrudur sözünü sıkça kullanan nice kimseler var”, bunu biliyoruz. Aslında bunlara “sen olmadığını nereden biliyorsun” diye cevap versek de sonuçta bir şey çıkmaz.

Mesela benim Fransa’dan temin edip okuduğum bir kitap var, doktora ve yüksek lisans tezi hocam Jean Louis Triaud’un Mohamed Mahibou isimli bir akademisyenle metninin aslı, Fransızca tercümesi, neredeyse tüm yer adları ve şahsiyetleri tek tek tanıttıkları giriş kısmı var. Eser Arapça olarak 1850’lerde Batı Afrika’da sömürgeciliğe karşı en ciddi direnişi gösteren birkaç önderden birisi olan el-Hâc Ömer Tall tarafından yazılmış. Kitabın adı “Beyân mâ vakaa/Voilà ce qui est arrivé. Plaidoyer pour une guerre sainte en Afrique de l’Ouest au XIXe siècle (Yay. CNRS, Paris 1983)”, yani “19. yüzyılda Batı Afrika’da Kutsal Cihadın Müdafaası: Olanın Beyânı”. Toplamda 20 varaklık bir eseri tüm ayrıntıları ile incelenince 302 sayfalık bir araştırmaya dönüşmüş. “El-Hâc Ömer belki hayatındaki 50 yıllık bir tarihi süreci kaleme almış, bölgedeki gelişmeler anlatılıyor, kimlerle mücadele ettiği, coğrafyanın özellikleri, ayrıntıları ile bu eserde var” dedim. Yine cevap hazır “kaç tanesi böyle”. Kimseyi ikna etmek zorunda değiliz. Çok merak ediyorlarsa gitsinler görsünler. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Almanlar bu eserlerin bir kısmını çalıp götürdüler, bir kısmını da yakıp yok ettiler. Ancak onların şerrinden kurtarılmış hala on binlerce eser var. Birincisi bu eserlerin mutlaka tanınması, üzerlerine tezler yazılması gerekiyor. İkincisi bizler sömürgeciliğin Afrika’ya ne kadar zarar verdiğini öğrenmeliyiz. Afrikalılar yazamadığı için, Avrupalılar da kendilerine göre yazıp yorumladıklarından dolayı 2020’lere yaklaştığımız bir dönemde hala öğrenemiyoruz. Nice Afrikalı aydın yaşananların her bir adımının sömürgeciliğin yıkıcı tesiri olduğunun henüz farkında değil.

Kıta yerlilerine en fazla acı çektiren uygulama: Sömürgecilik

Türkçe’de bile birçok kişi “kolonizasyon” kelimesini tercih ediyor veya “sömürgecilik” diyenlerde var. Aslında bu iki kelime birbirlerinin anlamlarını tam karşılamıyorlar. Zaten bunu kendileri de söylüyorlar. Kolonizasyon kelimesinde epeyce müspet anlamlar da var. Kolon demek bir binada kolonlar var, yani sütunlar. Bir bölgeye kendi insanınızı yerleştiriyorsunuz, orada küçük topluluklar halinde kolonlarınız var, bir ülkeyi kolonlaştırıyorsunuz. Sömürge kelimesi ise bir yerin değeri, kıymeti ne varsa kendi menfaatiniz için alıp götürmeniz anlamındadır. Haliyle kolonyalizmi bu anlamıyla kullanmıyorlar. O yüzden bizim “sömürgecilik dönemi” ile ilgili çok sınırlı çalışmalarımız var. Kimileri bu kelimenin “somurmak” kökünden geldiğini, mesela elimizdeki bir gıda maddesini somurmak demek içindeki son damlasına kadar içine çekmek anlamındadır. Fransızlar Cezayir’de, Tunus’ta ve Fas’ta nasıl bir sömürgecilik uyguladılar. Sadece Fransızların farklı sömürgelerindeki uygulamaları bile birbirinden ayrılır. Fas ile Tunus’u himaye altında işgallerine alırken, Çad’ı ise “askeri bölge” ilan edip sömürge vasfı bile vermek istemediler.

İngilizler Mısır için bir kavram icat ettiler “condominium”, yani “birlikte idare” adını verdiler. Yani bir tarafta yönetici olarak Mısır Hıdivi oturacak, diğer tarafta İngiliz valisi, ama İngiliz Valisi tüm yetkilere sahip olacaktı. Aynısını her ne kadar adına kondominyum demeseler de Fransızlar da Tunus’ta yaptılar. Bir tarafta Tunus Beyi oturacak, diğer tarafta Fransız valisi bir oldu-bittiyle ele geçirdikleri üç asırlık Osmanlı eyaletini kendi arzu ve isteklerine göre yönetmeye başladı. Cezayir’deki sömürge düzeninden farkı ise bu bin yıllık şehri defalarca ziyaret ettiğimde istisnalar hariç neredeyse hiç Osmanlı eserinin kalmadığını gördüm. Ama 2017 yılında Cezayir’de akademik bir toplantı yaptığımızda Başkent Cezayir Kültür Turizm Müdürü ülkenin tarihi eserlerini ekrana yansıttığında tüm yok edici yıkımlara rağmen yine de yüzlerce Osmanlı eserinin yıkımdan az veya çok kurtulduğunu anlatmıştı. Tunus’a 2017 yılı Aralık ayında ilk defa gittiğimde burada büyük oranda hükümranlığı elinden alınsa da beyin varlığı çok sayıda eserin yıkılmasını engellemiş. Bu şehri ilk gören kendisini sanki Balkanlardaki gibi bir Osmanlı şehrine gelmiş hisseder. İtalyanlar, Trablusgarp’ta belki her şeyi yıkmıyorlar ama yine de pek çok tarihi eser kendi elleriyle yok ediliyor. Diğer yandan ise tarihte İspanyollar kadar medeniyetleri yok edenleri az bulunur.

Avrupalılar sadece Endülüs’ü yakıp yıkmadılar, Kuzey Afrika’da da neredeyse 900 yıllık İslam eserlerini haritadan sildiler. Bu yüzden sömürgecilik dönemi yeniden ve değişik açılardan masaya yatırılması gereken bir konudur. Sömürgecilik sonrasında bağımsız devletlerin yaşadıkları süreçlerin tekrar yaşanmaması için araştırılması gerekiyor.

Yeni İstilanın Adı: Afrika’yı Kalkındırma Hamleleri

Bugün Afrika’nın güncelini takip etmemizin bize o kadar çok faydası var ki aslında bir an evvel kimin eli kimin cebinde, kıtada kim ne elde etmek istiyor, bizim en kolay çalışabileceğimiz alanlar farklı ülkelerin burası ile ilişkilerinde kullandıkları dil ve eylemleri nelerdir? Mesela Çin şu anda kafaya koymuş 30.000 Afrikalı insana değişik mesleklerde eğitim vererek kendi tarzında bir kalkınma planlıyor. Amerika tüm askeri birikimini burası üzerinde yoğunlaşmış durumdadır. Yani Çin Afrika’yı kandırıp kalkındıracakmış gibi davranarak sömürmek istiyor. Amerikalı ise benim Afrikalılara ihtiyacım yok diyor ama kıtanın farklı ülkelerini büyük bir silah pazarı olarak görüyor. Adeta tüm stratejik noktaları belirleyip bulundukları ülkelerde büyük askeri faaliyetleri için karargâhlar kuruyor. Fransa özelinde tüm Avrupa Birliği üyesi devletler Afrika’yı hala eski pazarları konumunda görüp öncü varlıklarını sürdürebilme derdindeler.

Rusya da benzeri şekillerde Afrika ülkelerinden toplayabildiği gençlerden olabildiği kadar asker ve polis yetiştirerek oralardaki güvenlik birimlerini Rus etkinliği altında tutma gayreti içindedir. Bugün Suriye’de yaptığının aynısını Afrika’nın herhangi bir ülkesinde yapabilecek durumdaki İsrail, daha ziyade kıymetli madenlerden altın, elmas ve platin üzerinde yoğunlaşıyor. Yine istihbarat gibi kolay kolay hiç görülmeyen, ama devletleri adeta kendi içerisinden takip ettiren sistemler ile etkinlik kurmaya çalışıyor.

Türkiye’nin Afrika Siyaseti

Türkiye’nin Afrika’da yaptıkları faaliyetler bilhassa yurt dışındaki araştırma merkezlerince hep merak ediliyor. Yani kıtada ne yapmak istiyor diye biz de merak ediyoruz. Ancak onlar adeta seferber oldular. Belki bu günlerde net şekilde yönü istikameti belirlenmiş değil. Biz sadece görebildiğimiz kadarıyla yapılanlardan hareketle diyoruz ki bizim yaptıklarımız genelde bizzat sahadaki insani faaliyetlerdir. Henüz kıtanın kalkınması, kendi güvenliğini sağlaması, üzerinde kurulan özellikle de terör bahanesi ile devletlerin iç düzenlerinin bozulmasının önlenmesi gerekiyor. Bugün Suriye’de Türkiye’nin adım adım ilerlemesi bile oldukça tedbiri elden bırakmadan devam ediyor. Koskoca bir devletin ordusu dahi adım adım ilerleyebiliyor. Nedeni orada o kadar çok faal ve yerleşmiş yabancı eli var ki aynı durum Afrika ülkelerinde de mevcut. Yani bugün bizim Çad’da bir askerimiz bile yok, olmasına da gerek yok, ama Fransızların orada 3000 askeri bulunuyor. Bizim orada bir askerimizin olmaması ne kadar büyük bir eksiklik bunu zaman gösterecek. Var olsa sebebi orada Fransızlarla çarpışmak değil. Öncelikle Çad’da neden Fransız askeri var? Fransa kendince olmazsa olmaz gerekçeler ileri sürüyor. Sebep olarak diyor ki burada ülkem kendini güvende hissetmez ise bizzat Fransa’da rahat olamayacağını ifade ediyor. Bize de diyor ki Suriye’nin Afrin şehrinde “sakın şunu denemeyin, hemen çekilin, şayet çekilmezseniz işgalci durumuna düşersiniz” diyor. Ne büyük tezat…

Tabii tüm bu ve benzeri teklifleri kabul edemeyiz, fakat biz akademisyenlerin yapılabileceğimiz en güzel iş ilim araştırmalardır. Bizim amacımız bu, gerçekten budur, asker askerliğini, güvenlikçi güvenliğini, tüccarlar tüccarlığını yapsın. Afrika ülkelerinde üzerlerinde araştırma yapılmamış hala çok alan var ve bizzat saha araştırmalarına ihtiyacımız var. Çünkü eskiden Avrupalılar gider alanda çalışırlardı, şimdilerde araştırmalarında ciddi gerileme var. Biz burada Afrikalı arkadaşlarımızla ortak projeler geliştirerek kıtanın geleceğine hep birlikte katkıda bulunmalıyız. Şahsen 30 yıllık Afrika araştırmalarımda şunu gördüm: “Afrika’nın bu kadar geçmiş tarihinde buradan götürülenler, mesela diyelim ki 2000 yılına kadar götürülenler vardı. Afrika’dan en fazla alınıp götürülen insandır. Tabii ki yer altı kaynakları da aşırı şekilde gasp ediliyor. 2000 yılı öncesi götürülenlerle mukayese edildiğinde bugün belki o döneme göre 10 katı fazlası götürülüyor.”

Beyin Göçü Tersine Dönmeli

Bağımsızlık öncesi bilek gücünü sömürüyorlardı, şimdilerde ise her yıl Afrika’dan götürülen değer daha ziyade beyin göçüdür. Sadece Cezayir iç savaşında o zamanlar medyada çokça yazıldı. Yaklaşık 45.000 doktoralı uzman Cezayir’i terk edip Avrupa ülkelerine, ABD’ye, Kanada’ya ve özellikle Körfez ülkelerine göç ettiler. Günümüzde herhangi bir ülkeden 45.000 yetişmiş beyin, ihtisas sahibi kimse ülkesini terk etse orasını silahla işgal etmeye gerek yok. Orasının ekonomisi dahil sosyo-kültürel, dini ve eğitim alanında çökmesi kaçınılmazdır. Aynısı Mısır’daki darbe ile yaşandı, ülkeyi kalkındıracak nice beyin ya hapse atıldı, ya da yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Kısacası iş yapan kim varsa alıp götürüyorsunuz. Cezayir, Somali, Yemen, Libya, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye ve özellikle Filistin yıllardır ilim irfan bakımından mum gibi eriyor. Bu tesadüf olamaz. Belki de bugün dünyada en iyi kalkınan ülkelerden birisi Cezayir olacaktı. Ama 45.000 beyin 20 sene önce göçünce kendi ülkelerindeki hamlelerini yapamadılar. O yüzden Afrika’daki beyin göçünün bir an evvel durması gerekiyor. Kıtadan beyin göçü yerine dışarıdan buraya daha fazla eğitilmiş insan yönelmeli. Bâb-ı Âlem ile gerçekleştirdiğimiz “Afrika Okulu” gibi programlar vesilesiyle en büyük temennimiz bu yöndedir. İnşallah bu yolla belli bir kazanım sağlayacağız. Kıtaya ilgi elimizi attığımız zaman birçok engel kendiliğinden kalkacaktır.

2012 yılı Aralık ayında eski bir bakanla Senegal yolunda uçakta bana Afrika haritasını gösterip parmağı ile herhangi bir ülke gösterip burası hakkında ne söyleyebilirsin diyor, ben bir şeyler söyleyince, bir başkasını gösteriyor, üç beş defa bu durum tekrar edince bu defa da “sen bunları nereden öğrendin” diye merakla soruyordu. 30 yıldır bu işi yapınca elbette ki öğreniliyor. Tabii ki “biz bu işi 30 yıldır çalışıyoruz, öğrendik” falan demedik, böyle bir söze de gerek yoktu. Ama hakikaten söylüyorum, kıtaya duyulan her ilgi beş on sene sonra bize çok büyük imkânlar ve fırsatlar sunacaktır. Ben bunun bilfiil şâhidiyim. Hem benim hayatıma şekil verip yönlendirdi. Dahası dünyanın başka yerlerine bakarken de Afrika üzerinden edindiğim bilgiler bana rehberlik ediyor. Onlarla Asya’da bir bölge çalışacağım zaman aşağı yukarı aynı dönemler kronolojik olarak genel anlamda örtüşen olaylara sebep olmuş. İbn Battuta mesela Kuzey Afrika’yı gördüyse, Hindistan ve birçok ada devletini de görüyor, Maldivler’de iki yıl yaşıyor. Mali’yi görüyor, Çin’i görüyor, haliyle oralar ile ilgili verdiği bilgilerle aynı çağda Ortadoğu’dan verdiği bilgiler birbirleriyle örtüşüyoruz. Terazimiz aynı oluyor. Aynı çağın insanlarını tanıma ihtiyacı hissediyorsunuz. Tanzanya Kilve’deki sultanı da anlatıyor, Seylan’daki Budist kralı da. Yani 14. yüzyıldaki durum İbn Haldun, Evliya Çelebi de aynı şekilde, kısaca çok zirve isimlerimiz var.

Afrika’yı Dosdoğru Tanıma Sorumluluğumuz

Batılıların kafası Afrika’yla çok meşgul oldu. Bizim beyinlerimiz ise Batıyla epeyce hemhal edildi. Artık Batıyı tanıdıkça aslında fazlaca gıpta edilecek bir geçmişi, birikimi olmadığını anlıyoruz. Mesela şunu söyleyelim Fransa’da François-René de Chateaubriand (ö. 1848) adında bir yazar var. Ben bir kaç kitabını biliyorum. Birisi Paris-Kudüs Yolculuğu’dur (trc.: Oğuz Peltek, MEB, Ankara 1946) (Itinéraire de Paris à Jérusalem (Paris 1811) ve 1806 yılında İspanya, Mısır, Yunanistan, Anadolu ve Filistin’e yaptığı gezi notlarıdır. İspanya ile ilgili olanları ise “Les aventures du dernier Abencérage (Paris 1826)/Son İbn Sirac’ın Maceraları (trc.: Nermin Sankur, MEB, Ankara 1946)” isimli kitabında anlattı. Fransa’da siyasetçi ve edebiyatçı kimliğini ilk defa birleştiren kişiliği yanında “Seyahatname” yazmak isteyenler onu örnek alırlardı. Paris-Kudüs Yolculuğu’nu okuyorlar, oradaki uslüba göre bir seyahatname yazmaya girişiyorlar. Bizden şimdi neredeyse kimse hatıratını bir seyahatname şeklinde yazmaya cesaret etmiyor. Aslında önümüzde 17. yüzyılda Evliya Çelebi gibi dünyada benzerine az rastlanır bir şahsiyetimiz var ve ondan ilham alabiliriz. İngilizler genel anlamda Fransızlar’a göre 1700’lerin başında yoğun şekilde kendi dillerinde kitap yazmaya başlamışlar.

Batılılar henüz kendi dillerinde kitap yazamaz haldeyken, İbn Battuta, İbn Haldûn, Piri Reis, Kâtip Çelebi ve daha nice zirve isimler var ve sadece kendi çağları için değil, gelecek asırlara da hitap eden kitaplar yazdılar ve hala da ilgiyle okunuyorlar. O halde biz kendimize ait bu kaynaklarımızı mutlaka okumalıyız. Yani İbn Haldûn’un Mukaddime’sini bir kere okumak yetmez, hayatımızın değişik evrelerinde de okumalıyız. Evliya Çelebi’nin Afrika ile ilgili kısımlarını okuduğumda hakikaten çok bilgi verdiğine şahit oldum. O dönemle ilgili hiçbir yerde bulamayacağınız bilgiler var. Onun dönemine ait daha sonraki kaynaklardaki bilgilerle mukayesede çok işimize yarıyor. Osmanlı Arşivi’nde Afrika’daki eyaletlerimizle ilgili belgelerimizin sayısı belki on binler, hatta yüz binlerle ifade edilebilir.

İsrail devleti için çalışmaya başlayan bazı Yahudiler önce konuşma dili özelliğini kaybeden ve sadece yazılı eserleri olan İbranice’yi nasıl büyü uğraşılarla diriltip bugün milyonlarca insanı bununla konuşturuyorlarsa biz de tarihimizin derinliklerinde kalan bilgileri artık değerlendirmeliyiz.

Nasıl ki Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), İkinci Selim (1566-1574) ve Üçüncü Murad (1574-1594) dörtlüsü Afrika’nın Papalık öncülüğünde istiladan kurtarılmasında etkin olmuşlarsa bugün Türkiye Cumhuriyeti de attığı adımlarla ciddi hamleler yapabilir. Şurası muhakkak ki Türkiye’nin bu kıtaya yeniden gelişinden çok rahatsızlar. Kıtada dört yeni etkin devlet var diyorlar ve bunlar Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye diye ifade ediyorlar. Aslında üçünün konumu aynı ve birbirlerine benzer hareket ediyorlar. Kısacası Türkiye’yi anlamaya çalışıyorlar, anlamaya çalıştıkça da mutlaka engel olmak isteyeceklerdir. Biz muhtemel engelleri etkisiz hale getirmek için Afrika’nın gündemini çok yakından takip etmeliyiz.

Dipnotlar

[1] Mısır.

[2] Libya.

[3] Sabri Hizmetli, “İfren (Benî İfren)”, TDV-İslam Ansiklopedisi, c. 21, s. 513-514.

[4] Zuhruf Suresi, ayet no: 51; Yusuf Suresi, ayet no: 21 ve 99; Yunus Suresi, ayet no: 87. Bu üç ayette bugünkü Mısır kastedilmekte, Bakara Suresi 61. Ayeti kerimesinde ise “bir şehir” anlamında geçmektedir.

[5] Nadir Özkuyumcu, “İfrikıye”, c. 21, s. 515-516.

[6] Ahmet Kavas, “Levâte”, DİA-İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 147-148.

Share.

Yazar Hakkında

Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi. 1964 yılında Vezirköprü’de doğdu. Merzifon İmam-Hatip Lisesi (1982) ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1987) eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı bursuyla yüksek lisansını (1991) ve doktorasını (1996) Paris’te tamamladı, aynı yıl Üsküdar’da İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) araştırmacı olarak çalışmaya başladı. 2002’de doçentlik unvanı aldı. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü öğretim üyesi ve bölüm başkanı oldu. 2008-2011 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık’ta Afrika ile ilgili konularda müşavir olarak görev yaptı. 2009 yılında profesörlük unvanı aldı. 2011 yılı Eylül ayında görev değişikliği yaparak İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim dalına geçiş yaptı. 2013 yılı Mart ayında Afrika ülkelerinden Çad Cumhuriyeti’nin başkenti Encemine’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyükelçisi olarak göreve başladı ve iki buçuk yıl bu görevini sürdürdükten sonra 2015 yılı Ağustos ayında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı olarak tayin edildi. Batı Afrika Ülkelerinden Mali Cumhuriyeti’ndeki ilk ve öğretim seviyesindeki özel eğitim kurumları medreseler üzerine hazırladığı doktora çalışması IRCICA tarafından L’enseignement islamique en Afrique francophone: Les médersas de la République du Mali adıyla Fransızca olarak 2003’de İstanbul’da basıldı. Geçmişten Günümüze Afrika (Kitabevi, İstanbul 2005); Osmanlı-Afrika İlişkileri (Kitabevi, İstanbul 2011/1. baskı, 2013/2. baskı, 2015/3. baskı); Les relations turco-tchadiennes: La politique ottomane en Afrique centrale (TİKA, İstanbul 2014) adlı kitaplarının yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi-İSAM tarafından yayımı tamamlanan İslam Ansiklopedisi için önemli kısmı Afrika hakkında 95 madde yazdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Afrika”, “Osmanlı Afrikası”, “Osmanlı-Fransa Münasebetleri” ve “Osmanlı’da Dini Hayat” üzerine araştırmalar yapmakta olup bu konularla ilgili basılmış kitapları, farklı dergilerde bu konular hakkında çok sayıda makalesi, yurt içi ve yurt dışında düzenlenen ilmi toplantılarda takdim ettiği tebliğleri yayımlanmış bulunmaktadır. Evli ve üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve İngilizce yanında Paris Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Milli Enstitüsü’nde (INALCO/Institut National des Langues et Civilisations Orientales) eğitimini aldığı Bambara ve Volof Afrika yerel dilleri ile ilgili dersleri takip etmiştir. Prof. Dr. Ahmet Kavas, hâlihazırda Afrika Araştırmacıları Derneği’nin (AFAM) kurucu başkanlığı görevini yürütmektedir.

Yorum Yap