Direniş Yolunda Post-Kolonyalizme Eleştirel Bir Bakış ve Kültür Unsuru

0

Giriş

Sömürgeciliğin tarihsel boyutu sömürge fenomeninin çerçevesini bize sunmaktadır. Bu çerçeve, Avrupa’daki coğrafi keşif seferlerinin ardından başlayan sürecin ilerleyen zamanlarında, Batı’nın Sanayi İnkılabı ile dünyanın büyük bir bölümünü sömürgeleştirmesinin resmini çizmektedir. Sömürgeciliğin tahribatlarının sömürge toplumlarında yarattığı travmalar ise bu tarihsel sürecin dipnotlarını oluşturmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde özellikle Afrika bağlamında Avrupalı sömürgeci devletlere karşı geliştirilen mücadelede, sömürgeciliğin farklı bir analizi yapılmıştı. Frantz Fanon atıl kalmış kültürel değerlerin nasıl direnişin aktif bir aracı haline geldiğini ifade ederken[1], Malik bin Nebi yine aynı savaş bağlamında sömürgecilik sonrası (post-kolonyalizm) direniş yolunda kültürün -bir toplumun doğuşundaki- dinamik unsurlarına vurgu yapmaktaydı.

Sömürge toplumunu derinden etkilemiş olan ırk ayrımcılığı, toplumların ferdî ve içtimaî davranışlarını da şekillendirmekteydi. Toplumsal davranışların şekillenmesinin arka planında daha karmaşık ve derin bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. “Sömürgecinin dilinin” sömürge ülkeleri üzerinde kurulan hegemonyanın araçsallaştırılmasının bir parçası olarak kullanılması, “Efendi’nin” bir tarih miti yaratması ve entelektüel gücü elinde bulundurması, sömüren-sömürülen ilişkilerinin boyutunu daha da derinleştirmektedir. Bu bağlamda sömürgeci geleneğin dilsel ve kültürel hegemonyasına karşı iddialı çıkışlar da yapılmıştır. Edward Said, Homi K. Bhabha ve Frantz Fanon gibi kalemler, post-koloniyal dönemin eleştirel bakış açılarını ortaya koyan önemli simalarından bazılarıdır.

Sömürgeciliğin Gelişimi

Sömürgeciliğin ve sömürge sonrası dönemin özü itibariyle değişmeyen bir gerçekliği varsa eğer, o da bağımlı iktidar ilişkileri ağının kendini yeni formlarla sürekli güncelleyerek devam etme kabiliyetine sahip olmasıdır. Sömürgeciliğin çok eskiye dayanan bir tarihi olsa da modern anlamda 15. ve 17. yüzyılda Avrupalıların “keşifler çağı” sürecinin bir neticesi olarak başlatabiliriz. İspanyolların “yeni dünyayı” keşfiyle başlayan bu süreç, yeni ekilecek topraklara ve altın gibi değerli madenlere ulaşmakla kalmayıp ilerleyen yıllarda Fransa ve İngiltere gibi diğer Avrupalı devletlerin katılımı ve yeni yerlerin de bu kolonizasyon sürecinin parçası olmasıyla yerel halklarla daha karmaşık güç-iktidar ilişkilerinin kurulacağı bir sömüren-sömürülen diyalektiğinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu diyalektik basit bir ekonomik hegemonya ilişkisinden ziyade sömürenin iktidarını meşrulaştıracak şekilde kurgulanan siyasî, içtimaî, dinî alanlarda oluşturulan sosyo-psikolojik baskı ve hamlelerle sömürgenin epistemolojik ve metafizik temellerine yönelik yıkıcı bir ilişkiler ağının bileşenidir.

Bu ilişkiler ağının en önemli ayaklarından biri toplumsal boyutu dizayn eden kültürel çeviri girişimleridir. Yani toplumun hafızasının yeniden kurgulanmasıdır. Kültürel çeviri girişimleri başlangıçta sömürgeci tarafından sömürgeleştirme ve asimilasyonun bir parçası olarak işlevselleştirilmiştir. Özellikle sömürgecilik sonrası dönemde özgürleştiricilik bağlamında da önem kazanan bu çeviri hareketleri sömürge toplumlarında kültürel hareketlenişte ve uyanışta önemli roller oynamaktadır.

Sömürgecilik, son 200 hatta 400 yıldır insanlığın tarihsel tecrübesinde güçlü bir şekilde somutlaşmış, karşılığı olan bir kavramdır.  Yalnız bu kavramı, sadece sınıfsal ilişkiler veçhesinden değerlendirmekten ziyade, “üçüncü dünya” veya “geri kalmış” gibi çeşitli tanımlamalarla ifade edilen kaynakları ve halkları yıllarca kolonizasyon sürecinin olumsuzluklarına maruz kalan ülkeler üzerinden anlamaya çalıştığımızda derin ve karmaşık bir iktidar ilişkisinin içine giriyoruz. Çünkü burada birçok şeyi yanında altyapı ve üst yapı da değişiyor. İlişkiler ağı sadece üretim araçlarının dağılımı olmaktan çıkıyor. Kavramların içerikleri değişiyor. Avrupa merkezli bakıştan çıkarak onun ürettiği kavramlara karşı eleştirel ve yenilikçi bakışlarla bu iktidar ilişkilerine yönelik sahici bir duruş sergileniyor.  Kapitalizmin çıkarcı toplum yapısında kendini objeyle özdeşleştirmesi olan “yabancılaşma (alinasyon)”, burada zihinleri ve algıları kendi toplumunun değerlerine “yabancılaşmış “ ve “efendisine hayranlık duyan” başka bir anlama kavuşuyor.  Bu kavramın açılımında kişinin kendi toplumuna entelektüel yabancılaşmasını da getirdiğini görebiliriz. Bu durum maalesef zamanla oluşan aşağılık komplekslerin ve “yabancılaşmanın” önce zihinsel sonra fiziksel sömürünün (ya da tam tersi) halka iyice sirayet etmesini sağlıyor. Fakat bu sürecin meydan okuyan ve önlenemez bir şekilde halkların iradesi ve eylemlerinde özgürleşmeyi sağlayacak adımların temelinde iki olgunun olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi kültürün direniş yolunda araçsallaştırılması ve pedagojik bir boyutta kurgulanması[2], ikincisi ise kültürel çevirilerdir.[3]

Sömürgeciliğe Eleştirel Yaklaşım: Fanon, Said ve Bhabha Örneği

Kültürün araçsallaştırılması ve kültürel çeviriler, sömürge sonrası toplumların mücadelesi bağlamında özgürleşme sürecinin pratik karşılıklarıdır. Sömürgeciliğin gördüğüm kadarıyla iki yönü bulunmaktadır. Birincisi kültür fenomeni üzerinden iktidarı kurgulama ve hegemonya araçlarının genişletilmesi; ikinci ise Batı’nın kendisinden olmayanla kurgulamış olduğu ilişki biçimlerindeki zihin kodlarının nasıl şekillendiği, ötekiye bakışının hangi saiklerle oluşturulduğu ve sömürgeci bir mantığın kurumsallaşma sürecinde zihnindeki meşruiyeti sağlayan unsurların neler olduğudur.

Sömürgeciliğin ilk yönü onun araçlarını ve metotlarını, ikincisi ise temel motivasyon kaynağını vermesi açısından önemlidir. Edward Said bu ikinci alanı aydınlatmaya yönelik yaptığı eleştiri sömürge sonrası dönem için büyük önem taşımaktadır. Said, Foucault’dan ilham alarak “Şarkiyatçılığın” bir “söylem” olarak incelenmesinden bahsetmektedir. Aksi takdirde Aydınlama sonrasında Avrupa kültürünün Şark’ı siyasal, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak çekip çevirebilmesini, hatta üretebilmesini sağlayan o müthiş disiplinin anlaşılmasının olanaksız olduğunu söyler. Ona göre Şarkiyat, Şark ile Garb arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçimidir.[4] Şark’ın hareketsiz bir mekan ve Garb’ın belli bir yer olmadığını tüm bunların zihinsel inşa sürecinin parçasını oluşturan birer söylem ve imge olmasından yola çıkan Said, tüm bu farklılıkların tarihsel varlıkların, coğrafi ve kültürel varlıkların birer insan yapımı olduğunu dolayısıyla Batı kadar Şark’ın da, kendisine Batı’da ve Batı için gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih ve düşünme geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikir [5] olduğunu söyler.

Said’in bu tespitleri Sömürgecilik sonrası dönemin entelektüel bir çıkış referansı olmaya namzettir. Said’in sömürgeci zihniyetine dair yapmış olduğu bu yapı sökümcü okuma kendisinden sonra sömürgeciliğe karşı geliştirilen okumalarda cesaret verici bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Said’in bu okuması Şark’ın Batı tarafından kurgulanarak (ki Şark ve Batı’nın tanımlamaları da bu okumadaki iki kurgunun bizzat kendisidir. Batı bu kurgunun dizayn edici öznesi şeklinde konumlandırılmaktadır.) nesneleşen bir ürüne dönüşmesi ve bu nesneleşmenin doğurduğu öznenin tahakküm kurma ihtirası, sömürgeci zihniyetin kendi a prirori referanslarına yönelik geçersizleştirme girişimidir.

Said’den sonraki süreçte sömürgeciliğin ikinci alanı olarak adlandırdığımız temel motivasyon kaynağını ve sömürge zihniyetini anlamaya ve onu ifşa etmeye yönelik okumalarda karşımıza bir diğer önemli sima olan Mombaylı Homi Bhabha çıkmaktadır. Homi Bhabha, konuyu psikanalizin kavramlarının yardımıyla ele almaktadır. Benzer okumayı Malik bin Nebi “Kültür” kavramını pedagojik bir şekilde açıklama gayreti içerisinde yapmaktadır.[6] Bhabha sömürgecilik sonrası kuramında muğlaklık, fetişleştirme, kültürel çeviri ve melezlik gibi kavramların üzerinde durmuştur.[7] Sömürgeci-sömürge ilişkisinin “üçüncü alanında” oluşan “melezlik” ve “muğlaklık” çift taraflı kutupları doğal süreci içerisinde törpülemek durumunda kalmıştır. Taklit bu kutuplaşmanın törpülenmesinde rolü olan süreçlerden biridir.[8] Bu durum beraberinde sömürgecilik sonrası dönemde özcü merkezli çözüm arayışlarının pek de gerçekçi olamayacağı yargısına göz kırpmaktadır.

Bhabha, F. Fanon’un görüşünün ayırt edici özelliğinin ne olduğunu sorar ve ardından bu gücün ezilenlerin geleneğinden, bir devrimci farkındalık dilinden geldiği söyleyerek cevaplandırır. Bu farkındalığın içeriğini ise zaman kavramının tarih içindeki mahiyetine yön verecek şekilde değerlendirir: Olağanüstü hali bir istisna değil kural olarak görür ve olağanüstü halin her zaman bir aciliyet hali olduğunu vurgular: “Sömürge zulmüne karşı mücadele, sadece Batı tarihinin yönünü değiştirmez; aynı zamanda ilerlemeci, düzenli bir bütün olarak tarihselci zaman fikrini de sorgular. Sömürgeci kişiliksizleştirme analizi sadece Aydınlanma’ya ait “insan” fikrini yabancılaştırmaz, aynı zamanda önceden verili bir beşeri bilgi imgesi/tasviri olarak toplumsal gerçekliğin şeffaflığına meydan okur.”[9]

Bu meydan okuma, haliyle pasifleşmiş ve sömürgeci tarafından süreç içerisinde kişiliksizleştirilmiş sömürge tebaasının, bireysel ve kolektif ruhun problemlerinin kendisinde ortaya çıktığı toplumsal ve tarihsel olgular arka planını sunan efendi anlatısından ve gerçekçi (!) bakış açısından uzak bir meydan okumadır. Aciliyet halini, zamanın dondurulmuş vitrinlerinden,  müzeleşmiş halk kültüründen (aslında buna folklor diyebiliriz) ve efendinin kültürel çeviri girişimleriyle sömürgeleşme sürecini farklı boyutlardan tecrübe eden yabancılaşmadan bağımsız kılarak zamanı şimdiye indiren, kültürü toplumun pedagojik inşasının dinamik bir parçası kılan ve kültür çeviriyi efendinin tekelinden alarak tersine çeviren bir süreç olarak okuduğumuzda aslında neyi ifade ettiğini daha iyi anlayabiliriz.

Bhabha’nın melezleşme kavramı üzerinden sömürgecilik dönemi öncesi köklere giderek bir öz odaklı kimlik arayışlarının geçerli bir çaba olmadığını söyleyebiliriz.[10] Aksine bu tarz özcü çabalar radikalleşmeyi arttırmakla beraber, özgürleşme sürecinin yapıcı öfkesini başka bir ifrat noktasına taşıyarak sömürgenin -ters bir psikolojiden- tarihin zindanlarından kurtulamamasının trajik bir anlatısına dönüşebilir.

Sömürgeci sonrası dönemde kimlik oluşumun önemli bir unsuru olan kültürel çeviri yaklaşımlarında melezliğin egemen ideolojiyi dönüştürecek ve onun otoritesini sarsacak bir tehdit olması ve “üçüncü alanların” daha görünür kılan, yaratıcı ve yeniliği tetikleyen bir özellikte olması hasebiyle eski sömürge bireylerini melankolik köktencilikten ve nostaljik reddedişten[11] kurtaracak bir mahiyete sahiptir.

Bhabha kültürel konumlanış bağlamında sözün işinin -işlevinin-, kültür ötesi anlamların bir tekçi “insanî” kültür işaretinde şeffaf asimilasyonuna engel olduğunu ifade eder ve ara kültürde (melezlik-üçüncü alan) onun özdeşlik ve ayrıcılığının ifadesi kendini gösterir. Bu basitçe bir dil mevzusu değildir. Kültürün ahlak, âdâb, kelimeler ve deyimler, ritüeller ve ibadetler, gelenek ve görenekler ve zaman konusundaki farklılığı temsil etme meselesidir. Bu farklılık taklitçi bir toplumsal anın dışında bilen aşkın bir özne olmaksızın yazılmıştır. Eğer toparlayacak olursak, kültürel bağımsız zemin Malik bin Nebi’den ödünç aldığım şekliyle pedagojik ve psikolojik açıdan araçsallaştırıldığında Bhabha’nın sanki toplumların tarihsel hafızasının içinde potansiyel olarak var olan özgün tarihsel karakterinin (ya da Hegel’in toplumsal tininin) dondurulmuş ve pasifleştirilmiş yapısının ayırt edici özelliğinin hareketlendiğini görürüz. Yalnız burada Bhabha’nın melezliğinin ve üçüncü alanın yapıcı bir rol oynayarak hem sömüren hem sömürülen için kimlik bulma yolunda geliştirilmesi açısından önem taşıdığını belirtmekte fayda var. Fakat Malik bin Nebi’nin Cezayir Savaşı’nın bizzat içinde bulunması, Bhabha’nın sorduğu “Kültürel kimlikten olan şey, doğru sözcüğü doğru yere doğru zamanda koyma kabiliyeti, işte bu ne zaman sömürgeci saçmalığı aşar?” sorusuna sanki kültüre getirdiği şu satırlarla cevap verir gibiydi[12]: “Zira kültür öncelikle insanın sınırları içinde hareket ettiği belirli bir “çevredir.” O çevre, insanın ilhamını besler ve karşılıklı değişim kanalıyla etki gücünü düzenler. Kültür insan hayatını, tasavvurunu güçlendiren, yeteneğini ilham eden ve yaratıcı enerjisini besleyen özel bir yön ve biçim veren renkler, nağmeler, adetler, gelenekler, formlar, ölçüler ve hareketler atmosferidir.”[13]

Sömürgecilik sonrası kimlik inşa süreci ne ölçüde kendini bağımsızlaştırdığı meselesi, ne ölçüde kendini karşıtlık üzerinden tanımlamadığı veya kültürel değerlerine yaslanarak kimlik kurguladığıyla alakalıdır. Ben bu cümlemi kurarken Fanon’un, sömürgeleştirme öncesi tarihin anlamsızlaştırılması girişimi bugün diyalektik bir nitelik kazandıysa dediğin şey hangi motivasyon üzerinden oluşturulacak diyerek itiraz niteliğinde bir soru yönelttiğini hisseder gibiyim. Sanki bana hemen cevap bulmaktan ziyade hastalığı teşhis edecek argümanlara ulaşmam gerektiğini söylemek isteyecek. Sömürgecinin bir tarih ve toplum miti yaratarak tarih kurgulaması ve sömürge döneminin kültürel yabancılaştırmalar için gösterdiği çabaları düşünüldüğünde bu durumun tesadüfi olamadığını bize söyleyecektir. Sömürgeci baskının getirdiği neticenin yerlilerin sömürgecilerin kendilerini cehaletten kurtaracağına inandığına tanık olduğunu ve yine sömürgeciliği bilinçli olarak meydana getirdiği sonucun sömürgecinin gitmesinin barbarlığa, hayvanlaşmaya ve bayağılaşmaya geri dönüş olduğunu yerlilerin kafasına iyice sokulduğunu söyleyecektir.[14] Fanon’a göre sömürgeye karşı savaşmaya karar vermiş bir ülke aydını bu savaşı sonuna kadar sürdürmek zorundadır ve işte o zaman geçmişin değerli bir hale geleceğini vurgular. Geçmişle ilişkisi kesilen kültürün kendi ülkesinin öz kültürü olmadığını ifade ederken , Malik bin Nebi’nin kültürü araçsallaştıran yaklaşımına ve eylemin devrimci düşünsel boyutuna yaklaştığını görmekteyiz.

Malik bin Nebi ve Kültür Meselesi

Malik bin Nebi’den devam edecek olursak, kanımca sömürge sonrası mücadele yolunda kültürün tabiri caizse anlamlaştırılmasında pedagojik açıdan değerlendirmesinin önemli bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Peki burada kast edilen tam olarak nedir sorusuna gelecek olursak Malik bin Nebi bunun için kültürün hedefini ve bu hedefin gerektirdiği uygulama araçlarını açıklanmayı tercih eder. Öncelikle o,  kültürü, halkın belirli bir sınıfına özgü bir bilgi olmayıp, tüm düşünce ve toplumsal çeşitlilikleriyle kamu yaşamının gerektirdiği bir düstur (doktrin)  olarak sunmaktadır:[15] Kültürün pedagojik araçlarını ise ahlaki yönlendirme, estetik yönlendirme, pratik mantık, teknik yönlendirme ve sanat şeklinde tanımlamaktadır. Ahlaki yönlendirme genel ve işlevsel anlamıyla tarihsel bir birlik oluşturmayı isteyen bir toplumda bireyler için gerekli olan dayanışma gücünü belirlemekle alakalıdır. Malik bin Nebi, bu konu üzerine açıklama yaparken Latince kökenli olan “religion” kelimesinin “bağlamak ve birleştirmek” anlamına geldiğini ifade eder[16] ve ahlaki yönlendirmeyi bu bağlamda okur. Malik bin Nebi’nin bu şekilde sömürgeciliğe karşı kültürü araçsallaştırması ve bir ulusu sömürgeci kurgudan bağımsız bir şekilde inşa etme çabası entelektüel ve saha mücadelesinin en kıymetli örneklerindendir diyebiliriz.

Sonuç

Sömürgecilik sonrası dönem için ortaya konan “bağımsızlık kazanan özneler mi yoksa bağımsız olunmasına izine verilen özneler mi” şeklinde görece ön yargılı bir ifadeden önce bağımsızlığın niteliğine, türüne, kapsama alanına ve araçlarına bakmak gerekir. Siyasi bağımsızlığın ötesinde ekonomik olarak eski sömürge ilişkilerinden pek de faklı olmayan dengesiz ekonomik ilişkiler ağı, kimlik sorunları ve sömürgeci-sömürge ilişkisinin olumsuz mirasları birçok defa sömürgecilik sonrası dönem için sömürgenin örtülü bir şekilde devam edip etmediğini bize sordursa da gerek kültürel anlamda farkındalıkların oluşması, gerekse Bhabha’nın deyimiyle zihinsel olarak melezleşen, üçüncü alanların belirginliğinin artması en azından psikolojik ve sosyolojik boyutta bazı problemlerin belli ölçüde süreç içerisinde azaltıldığını göstermektedir. Bu bağlamda sömürgecilik sonrası kuramın felsefesinde vurgulanan özgürleşme, eşitlik amaçları ancak gerçekten dünyadaki siyasi, ekonomik dengenin kurulmasına ve ayrımcılıkların iyileştirilmesine yarar sağlayabilirse amacına ulaşacaktır.[17] Aksi takdirde sömürgeci zihniyete karşı geliştirilen kültürel direnişin özcü ve radikal bir reflekse sahip olmasının önüne geçilemez ve esasında bu durum Fanon’un deyimiyle sömürgecilik sürecinde düşünceye ırkçı bir nitelik veren, en azından düşünce akımlarını ırkçılaştıran; beyazların kültürünü diğer kültürsüz (!) insanların karşısına diken Avrupalıların[18] eylemlerinin bir sonucudur. Hesaplaşma bir rövanş şeklinde değil,  pişmanlık alanlarına fırsat verecek, sahici bir özrün siyasal ve ekonomik alanda görünür kılınacak olumlu manada karşılıklı anlayışların geliştirilmesiyle yapılmalıdır. Belki de Bhabha’nın devrimci olmayan ama makul bir şekilde bir tarafa özür dileme fırsatı, diğer tarafa ise özgürleşme ve kimliksizleşmeden kurtulabilme sağlayacak şeklinde belirttiği üçüncü alanının ve melezliğin iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.

[1] Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi, Kamil Çileçöp (çev.), İstanbul: Pınar Yayınları, 1983,  s. 47-48.

[2] Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, Salih Özer (çev.), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014,  s. 84.

[3] Ayza Vardar, “Çeviribiliminde Sömürgecilik-Sonrası Dönemeç: Çeviriyle Sömürgeleştirilenin Çeviriyle Özgürleştirilme Çabası”, Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2012, s. 29.

[4] Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Berna Ülner (çev.), İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s. 12-13.

[5] A.g.e., s. 14.

[6] Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, Salih Özer (çev.), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014,  s. 15, 46, 51.

[7] Ayza Vardar, Çeviribiliminde Sömrgecilik-Sonrası Dönemeç: Çeviriyle Sömürgeleştirilenin Çeviriyle Özgürleştirilme Çabası, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul 2012, s. 35

[8] A.g.e., s. 36.

[9] Homi K. Bhabha, Kültürel Konumlanış, Tahir Uluç (çev.), İstanbul: İnsan Yayınları, 2016,  s. 105-106.

[10] Ayza Vardar, “Çeviribiliminde Sömrgecilik-Sonrası Dönemeç: Çeviriyle Sömürgeleştirilenin Çeviriyle Özgürleştirilme Çabası”, Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2012, s. 37.

[11] A.g.e., s. 38.

[12] Homi K. Bhabha, Kültürel Konumlanış, Tahir Uluç (çev.), İstanbul: İnsan Yayınları, 2016,  s. 241.

[13] Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, Salih Özer (çev.), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014,  s. 82.

[14] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Bayram Doktor (çev.), İstanbul: Bir Yayıncılık, 1985, s. 183.

[15] Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, Salih Özer (çev.), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014,  s. 60-63, 67, 69.

[16] A.g.e., s. 61.

[17] Ayza Vardar, “Çeviribiliminde Sömürgecilik-Sonrası Dönemeç: Çeviriyle Sömürgeleştirilenin Çeviriyle Özgürleştirilme Çabası”, Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2012, s. 59.

[18] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Bayram Doktor (çev.), İstanbul: Bir Yayıncılık, 1985, s. 183.

Share.

Yazar Hakkında

Muhammed Salih Demirtaş, 1993 yılında Kocaeli/İzmit'te doğdu. Kocaeli’nde geçen ilköğretim ve lise eğitiminin ardından, 2017 yılında Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümünden mezun oldu. 2018 yılında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında başladığı yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. İlgi alanları; post-kolonyalizm, Afrika’da barış ve çatışma çözümlemeleridir.

Yorum Yap