“Monbassa adasında bir gece kalarak tekrar gemiye bindik ve Kulva(Kilve) şehrine gittik. Bu sahil şehri gerçekten büyük. Halkının çoğu tamamıyla koyu siyah tenli zenci!” “Kulva dünyanın en güzel şehirlerindendir. Evleri de son derece sağlam. Hepsi ahşaptır. Damlar “dîs” denilen kamıştan yapılmıştır. Orada yağmur çoktur. Bura halkı cihat ehlidir, yani sürekli savaşırlar. Çünkü zenci kâfirlerle hudutları vardır. Genellikle dindar ve iyi yürekli insanlardır; Şâfiî mezhebindendirler.”
Büyük Müslüman Seyyah İbn Battûta 1331 yılında, Kuzey Afrika ve Mısır’ı, Ortadoğu ve İran’ı gezip, Kahire, Şam, Bağdat, Kudüs, Mekke, Şiraz, İsfahan’ı gördükten sonra ulaştığı, Tanzanya’nın güneyinde bulunan Kilve için “dünyanın en güzel şehirlerindendir” diyordu. 10. Yüzyılın sonlarında Şiraz’dan gelen Şiî Müslümanlar tarafından yönetilmekte olan şehir, meşhur seyyahı ağırladığı günlerde tarihinin en müreffeh ve görkemli dönemlerini yaşamaktaydı. Harabeleri 1981 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girecek olan Kilve Ulu (Büyük) Camii tüm ihtişamıyla ayaktaydı, Sultan Hasan b. Süleyman adına yaptırılan HusuniKubva Sarayı ise tamamlanmak üzereydi. Kilve Sultanlığı Güney Afrika’nın iç kesimlerinden Arabistan’a, Hindistan’dan Çin’e kadar yayılan bir ticaret ağına sahipti.
Vasco da Gama’nın Açtığı Yolda
15. Yüzyılın sonlarında hanedan içindeki iktidar mücadelesi sebebiyle zayıflayan Kilveve Zengibar Sultanlıkları,bugün “coğrafi keşifler” tabiriyle masumlaştırılmaya çalışılan ilk sömürgecilik dalgasının hedefi haline geldi. 1498 ve 1502 yıllarında iki kez Kilve’ye gelen Vasco da Gama, Portekizlilerin ilgisini Doğu Afrika sahilleri üzerine çekti. Portekizlilerin medâr-ı iftihârı bu “büyük kâşif”, Hindistan yolu üzerinde uğradığı Kilve Adası’nı kendisini takip edecek olan sömürgecilere açmış oluyordu. Bu sözde büyük kahramanın, başta Kalküta olmak üzere direnişle karşılaştığı bölgelerde giriştiği katliamların yanı sıra, Hindistan’dan Hac niyetiyle yola çıkmış bir gemiyi, 50’si kadın 400 yolcusuyla birlikte yaktırdığı görgü tanıklarının beyanları ile sabittir. 1997’de Kenya Hükümeti’nin, başta İsa Kalesi (Fort Jesus) olmak üzere Portekiz hâkimiyeti döneminden kalma eserlere turistlerin ilgisini arttırmak amacıyla Vasco da Gama’nın Doğu Afrika sahillerine gelişinin beş yüzüncü yılını kutlama girişimi, bölge Müslümanlarınca protesto edilmiştir. Zira buteşebbüs, İslam topraklarına Haçlıların ayak basmalarının ve Sevâhili bağımsız yönetiminin sona erişinin kutlanmak istenmesi şeklinde algılanmıştır. Aynı durum bir yıl sonra, 1998’de Hindistan’da yaşanmış ve halkın kölelik ve emperyalizmin başlangıcı olarak gördüğü 1498 tarihi de tepkiler neticesinde kutlanamamıştır.
Öncüleri Vasco da Gama’nın yolundan giden Portekizliler 1503’te Zengibar’ı, 1505’te Kilve’yi işgal ettiler. Kilve’de sayıları 300’ü bulan camilerin büyük çoğunluğunu yıktılar, Müslüman halkın mülkiyet haklarını ellerinden aldılar ve 1513 yılında adayı tamamen harabe haline getirdiler. Yerli halkın başkaldırı ve direnişleri kanlı şekilde bastırılırken, şehirlerin yakılıp yıkılması sonucu ticari hayat da eski canlılığını yitirdi. Doğu Afrika sahil ve adalarını iki yüzyıla yakın işgal altında tutan Portekizliler, 1698’de Arap asıllı Uman hükümdarı Seyf b. Sultan tarafından bölgeden temizlendi.
19. yüzyıl Tanzanya ve özellikle de Zengibar için yükseliş ve düşüşün, refah ve afetlerin, bağımsızlık ve sömürgeciliğin birbirini izlediği bir dönem oldu. Asrın ilk yarısında, 1832’de Uman Sultanlığı’nın yönetim merkezini Maskat’ta Zengibar’a taşıması ile hem Zengibar Sultanlığı’nın temeli atılmış hem de bölge zirai ve ticari açıdan yeniden hareketlenmiş oluyordu. Kereste ve fildişinin yanında, yetiştirilmesi için büyük çaba harcanan karanfil de Zengibar’ın dünya ticaret ağına yeniden dâhil olmasını sağladı. Dünya karanfil üretiminde ilk sıraya yerleşen Sultanlık, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa dâhil pek çok ülkeyle ticaret anlaşmaları imzalayacak kadar gelişmiş, müreffeh ve bağımsızdı. Ancak bu dönemde de Afrika’nın müzmin sorunu varlığını sürdürüyor, kıtanın iç bölgelerinden toplanan köleler Zengibar’a getirilerek buradan dünyanın muhtelif bölgelerine satılıyorlardı.
Asrın sonu Tanzanya için felaketlerle doludur. 1890 ile 1900 yılları arasında ilk olarak salgın bir hastalık büyükbaş hayvanların büyük kısmının telef olmasına sebep oldu, ardından gelen çiçek hastalığı ve zirai alanları mahveden çekirge sürüleri bölgeye büyük zararlar verdi. Ancak tüm bu felaketlerden daha kötü ve daha derin izler bırakanı ise Avrupalı sömürgecilerin gözlerini yeniden Tanzanya topraklarına çevirmeleri oldu.
Tanzanya toprakları iki büyük sömürgeci gücün, Almanya ve İngiltere’nin çıkar ve iktidar mücadelesine sahne olmuştur. Köle ticaretini yasaklamak bahanesiyle bölgedeki nüfuzunu arttıran İngilizlerle, geç katıldıkları ‘Afrika Talanı’nda rakipleri ile aralarındaki farkı kapatmaya çalışan Almanlar soğuk savaş niteliğindeki bir dizi diplomatik mücadelenin ardından Tanzanya topraklarını bölüşmek konusunda anlaştılar. Buna göre Zengibar ve Pemba Adaları İngiltere’ye, anakara Tanganyika bölgesi Almanya’ya bırakıldı.
Almanların Tanzanya topraklarında sürdürdükleri sömürü faaliyetleri 30 yıl kadar sürmüşse de geride derin yaralar, işkence ve ölümler bıraktı. Tüm bu acıların arkasındaki isimlerin başında Protestan bir rahibin oğlu olan Carl Peters geliyordu. Tarih ve felsefe eğitimi alan Peters, bir dönem bulunduğu Londra’da İngiliz sömürgeciliği ve emperyalizmi hakkında malumat edindikten sonra 1884 yılında Berlin’e döndü ve Alman Sömürge Cemiyeti’ni kurdu. Henüz 28 yaşında olan bu muhteris sömürgeci adayı Cemiyetin kuruluş bildirisinde Alman endüstrisinin her şart altında güvenilir pazarlardan yoksun olduğunu belirtiyor, bunun sebebini ise kendilerine ait sömürgelerin olmayışına bağlıyordu. Bu duruma son vermek amacıyla kurdukları cemiyetin yol haritasını da üç aşamalı olarak belirlemişlerdi; öncelikle sömürgecilik faaliyetleri için gerekli olan kaynak oluşturulacak, ardından sömürgeleştirilmek için uygun bölgeler tespit edilip satın alınacak ve son olarak da Alman göçü bu bölgelere yönlendirilecekti. Bir yıl sonra, 1885’te kurduğu Alman Doğu Afrika Şirketi’nin programını kamuya ilan ederken niyetini daha açık bir şekilde özetliyordu: “Sömürgeleştirme hareketinin amacı, daha zayıf başka halklara rağmen, kendi halkımızın kararlılıkla zenginleştirilmesidir”.
Peters’in faaliyetleri başlangıçta Alman Devleti’nin desteğinden yoksundu. Zira Bismark kendi mücadele alanlarını denizaşırı ülkeler değil Avrupa’nın bizatihi kendisi olarak görüyordu. Ancak şahsi girişimleri neticesinde Tanzanya anakarasındaki yerel şeflerle 12 anlaşma yapıp İmparatoru’na 150.000 km²’lik bir toprak sunan Peters, Bismark’ın fikrini değiştirmeyi başarmıştı. 1888’de Zengibar Sultanlığı ile bir anlaşma imzalayarak şirketinin sınırlarını sahil yönünde genişletti. 1890’da Zengibar’ın İngilizlere bırakılması konusunda imzalanan anlaşma neticesinde, Carl Peters’in Alman Doğu Afrika Şirketi’nin idaresi altındaki topraklar da Alman Devleti’nin himayesi altına giriyordu.
Peters Tanzanya’da işlediği suçlar sebep gösterilerek 1893 yılında Almanya’ya geri çağırıldı. Hakkındaki iddialar dehşet vericiydi: Yolsuzluk, yargısız infazlar, yakılan köyler, kan çıkartacak ölçüde kırbaç ve sopa cezaları… Yerli kızları cariye olarak kullandığı ve bitkin düşen hamalları vahşi hayvanlara terk ettiği dahi iddialar arasındaydı.Geçirdiği disiplin soruşturmalarının ardından 1897’de, resmi yetkiyi kötüye kullanmaktan suçlu bulundu ve unvanıyla emeklilik haklarından mahrum bırakıldı.Cezai soruşturmadan kurtulmak için Londra’ya kaçtı. Ne var ki bu sözde cezalandırma dahi kalıcı olmadı. Sömürgeci zihniyetli çevrelerce bir kahraman olarak görülen Peters, 1914’te İmparator II. Wilhelm’in kişisel kararnamesi ile İmparatorluk Komiseri unvanını kullanmaya yeniden hak kazandı ve Almanya’ya geri döndü. Ayrıca kendisine İmparatorun şahsi bütçesinden emekli aylığı bağlandı.
Tanzanya’nın KâtiliAfrika Mahallesi’nde
“Kanlı El” ve “Cellat” lakaplarıyla anılan bu sahte kahraman, 1918’deki ölümünden 20 yıl sonra, ideolojik akrabaları olan Naziler tarafından yeniden keşfedildi. Yine bir şahsi kararname ile ama bu kez Hitler tarafından itibarı iade edildi. Propaganda Bakanı Goebbels tarafından hazırlatılan bir filmle simgeleştirildi ve ismi Berlin’de, Afrika Mahallesi’nde bir sokağa verildi. Şecaat arz ederken sirkatin söylemek kabilinden bu adlandırma, Afrika Mahallesi’ndeki tek örnek değil. Alman sömürgeciliğinin kurucularından Gustav Nachtigal ve Adolf Lüderitz adına da birer sokak bulunuyor mezkûr mahallede. 1986’da, Tanzanya’yı cehenneme çeviren Peters’in adının, Berlin Senatosu tarafından Petersallee Sokağı’ndan kaldırılması kararlaştırıldı. Fakat adeta alay edercesine sokağın yeni adının da Petersalleeolması uygun görüldü. Ancak bu kez “Kanlı el” Carl Peters’e değil,2. Dünya Savaşı yıllarında Yahudileri korumakla ünlenmiş bir avukat olan HansPeters’e ithafla. Afrika’yı sömürenlerin bugün hala Afrika Mahallesi’nde yaşatılıyor olması, Kıtaya karşı Avrupa’nın bakışını ironik bir şekilde yansıtmaktadır.
Taznanya toprakları, I. Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan 1919 Versailles Antlaşması ile İngiltere’ye devredildi. İngiltere Tanzanya’yı önce manda yönetimi ile, ardından Birleşmiş Milletler emanet bölgesi olarak idare etti ve 1947’de Birleşmiş Milletler’in vekaletine bıraktı. Ülkede 1920’lerde başlayan bağımsızlık hareketleri asıl meyvesini 1961’de verdi ve Tanzanya anakarasında bağımsız TanganyikaDevleti kuruldu. Bir yıl sonra Tanganyika Cumhuriyeti ilan edildi ve Devlet Başkanlığı koltuğuna Julius Nyerere oturdu. 1964’te, İngiltere himayesinden ayrılarak bağımsızlığı ilan eden Zengibar Halk Cumhuriyeti ile Tanganyika Cumhuriyeti birleşerek Birleşik Tanzanya Cumhuriyeti’ni kurdular.
Kurulduğu günden bu yana nüfusu yıllı ortalama %3’ün üzerinde artış gösteren Ülkende bugün elli yedi milyona yakın insan yaşıyor. Nüfusundaki artış ekonomik büyüklüğüne de yansırken, son on beş yılda ortalama %7’ye yakın büyüme gözleniyor. Tüm Afrikalı komşularıyla ortak acı tecrübeleri yaşamış, sömürgeci güçleri topraklarından atalı henüz elli beş yıl olmuş Tanzanya’nın bu sıra dışı yükselişinde, kurucu başkanı Nyerere’nin fikirlerinin de etkili olduğu söylenebilir. Bağımsızlığın onuncu yılında yaptığı bir konuşmada “muallim” Nyerere şunları söylemektedir: “Başkalarının ya da herhangi bir başka milletin kuklası, aracı yahut yardakçısı asla olmayacağız. Bu bizim tarafımızdan kararlaştırıldı, kabul edildi ve dünya da bizim ne dediğimiz anladı. Fakat biz aynı zamanda dışarıdan gelen müdahalelerden bağımsızlığın tek başına yeterli olmadığını da kabul ettik. Tanzanya’nın herhangi bir ulusun aracı veya yardakçısı olmasına izin vermeyeceğimiz gibi, herhangi bir Tanzanyalının bir diğer Tanzanyalının menfaati için kullanılamayacağına da karar verdik. Eşitlik temelinde bir ulus kurmayı kararlaştırdık ve toplumumuz içerisinde bir efendiler ve köleler sınıfının olması fikrini de reddettik.”
Sömürgeciliğin sahte kahramanlarını ve gaddar efendilerini reddederken, onların ardında bıraktığı yerli işbirlikçilerine ve hatta toplumun içinden çıkması muhtemel yerli efendilere de karşı durmak. Afrika’nın kurtuluş reçetesi belki de budur.
* AFAM Kurucu üyelerinden Arşiv Uzmanı Menderes Velioğlu tarafından kaleme alınan bu yazı, “Tanzanya’da Sömürgeciliğin Sahte Kahramanları” başlığıyla 31.05.2017 tarihinde AA Analiz Haber’de yayınlanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz.http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/tanzanyada-somurgeciligin-sahte-kahramanlari/831652