Medeniyet Fikri Bakımından Afrika’da Selefilik Üzerine Bir Değerlendirme

0

Karmaşık bir yapıya sahip olan ve kitaplar dolusu kelimelerle anlatılması mümkün olan bir takım şeyleri anlaşılır ve öz bir biçimde metaforlarla ifade etmek zihinde daha kalıcı bir etkiye sahiptir. Konumuzun da böyle bir içeriğe sahip olduğu düşünülürse yazımıza bir metaforla başlayalım. Burada kullanacağımız ise “arı metaforu”dur.

Arı, özelde insan hayatının, genelde ise floranın yaşamının devamında çok önemli bir işleve sahiptir. Özellikle bal arısının ürettiği besin insanın temel yiyecek kaynağıdır. Öte yandan bitkilerin çeşitliliği ve bunların neslinin sürdürülmesinde arının, temel taşıyıcı niteliği vardır. Bu nedenle fizik teorisyeni ve bilim adamı Albert Einstein’ın “eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz.” sözü nakledilir. Dolayısıyla arılara bir nev’i yeryüzünün en önemli mimarlarından biri olarak bakabiliriz.

İnsanın en çok aşina olduğu iki tane arı türü vardır: bal arısı ve eşek arısı. Bal arısı, bir ana kraliçenin etrafında büyük koloniler halinde yaşar. Çalışmak ve üretmek denilince ilk önce bu tür akla gelir. Bitki ve çiçeklerden aldığı özlerle yuvalarında hem kendileri için hem de başkaları için bal üretirler. Zehirsizdirler ve kolay kolay insana musallat olup sokmazlar. İğnelerini savunma amaçlı kullanırlar ve bir kere soktuklarında da can verirler. Buna karşın eşek arısı da bal arısı gibi bir ana kraliçenin etrafında yaşamlarını şekillendirirler. Ancak küçük koloniler halinde yaşarlar. Bal yapmazlar ve zehirlidirler. İnsanları sokabilir hatta ciddi komplikasyonlara neden olabilirler. Sadece bir kere değil birçok kez sokma özelliğine sahiptirler ve savunmalarını iğneleriyle değil dişleriyle yaparlar. Bitkiler bir yana böcek ve et ile beslenebilirler. Sonbaharda bal arılarının kolonilerini yağmalarlar.

Tarihi seyir, yerel ve küresel karmaşık birçok etmenin altında şekillenen medeniyetleri de işte bu metafordan hareketle açıklayabiliriz. Medeniyetlerin neşv-ü nema etmesinde hem dâhili hem de harici birçok amilden bahsedilebilir. Aynı şekilde bunların inkırazında da benzer amillerden bahsedilebilir. Bunlardan hareketle bir medeniyetin kurulduğu coğrafya geçmişten gelen birikimiyle kendi medeniyetine rengini verir. Bu renk önemlidir. Psiko-sosyolojik perspektiften olaya bakarsak söz konusu birikim ve sonucu olan renk, insanı varoluş amacından saptıran bir kimliğe bürünmüşse bir dizi sorunları da beraberinde getirecektir. Bu durum, sadece o coğrafyanın değil dünyanın geleceğine ilişkin önemli etkilere sahip olacaktır. Dolayısıyla bugünü değerlendirirken tarihe tutarlı bir felsefi gözle bakmak gerekir. Zira dünyanın birçok köşesinde ciddi sıkıntı ve kaosların yaşandığına şahit olmaktayız. Bunlar bir anda ortaya çıkmış realiteler değildir. Esasında geçmişte rehabilite edilmeyen veya edilemeyen travmaların sonucudur. Buna karşın birçok noktada insanlığın terakkisine neden olan gelişmenin ardında da bal arısının fonksiyonunu icra eden ve güçlü olduğunda da bir takım travmaları rehabilite edebilen medeniyetler de var ola gelmiştir. Bundan öte genetik değişimlerle eşek arılarının bal arılarının kimi niteliklerini kendilerine transforme ettikleri de olmuştur. Ancak bu transformasyon kimi asli özellikleri de gidermeye muvaffak olamamıştır. Aksini de söylemek mümkündür. Her ne çeşit transformasyonlar olursa olsun şu iki asli niteliğe odaklanmak gerekir: paylaşımcı olmak (bal arısı) ve benmerkezci olmak (eşek arısı). Aslında bu iki nitelik insanlığın yapısının deşifre edilmesinin de temel parametreleridir. İkisi de yaşam hakkına sahiptir, habitatlarının korunması şartıyla. Bu habitatların korunması da bir anlamda paylaşımcı olana düşmektedir. Daima dirik ve güçlü olmak zorundadır. Gevşeklik yaptığında veya düştüğünde habitatlar tehlikeye açık kalacaktır. Sonuç itibariyle bugünün travmalarında sadece eşek arısının değil aynı zamanda bal arısının da ihmalkârlığı veya düştüğünde genetik deformasyona uğraması yahut ta söylem iddiasını bırakmasının da payının olduğu ifade edilebilir. Belki de böyle bir seyir insanın çift tabiatlı olmasının ve her şeyin veladet ettiği gibi zevale de uğramasının yansımaları olarak da nitelendirilebilir. Nitekim İbn Haldun’un da teorisinde olduğu gibi bu durum, sosyal kurumların da banisinin özelliklerini yansıtması olarak açıklanabilir. Ama nihayetinde önemli olan ellerin dolu olup olmaması değil temiz olup olmaması meselesidir. Bal arısının tabiatı da bu temizliğin öncelenmesini gerektirir.

Bu açıklamalar ışığında günümüzü anlayabilmek için iki bin yıl ötesine gitmek ve o zamanki kadim etkileşim ve çatışkılara bakmak gerekir. Pagan Roma esasında kendi otoritesini sorgulamayan ve ona boyun eğen her türlü farklılığı kendi hâkimiyet şemsiyesi altında topluyordu. Bununla birlikte bu şemsiye, adilane bir paylaşımı getirmiyordu. Buna ciddi anlamda karşı duran farklı yapılar da oluyordu. Belki de en çok zorlayanı çileli ve uzun bir özümseme sürecinden geçip soyut ve tek Tanrı düşüncesine ulaşan Yahudi düşüncesi ve zelotlarının direnişiydi. Bu çok ses getiren bir direnişti. Bu nedenle binlerce yıl sürgüne ve azınlık psikolojisine mahkûm edildiler. Tarihi süreçte bu, başka kronik travmaları doğurdu. Diğer taraftan Roma’da kolay yönetilebilir ve yönlendirilebilir olması açısından farklılıkları bir potada eritme siyaseti hâkim oldu. Bu da batılı tarihçilerce nitelendirilen karanlık veya ortaçağ travması ve bunun müsebbibi olarak gösterilen kiliseyi doğurdu. Bu noktada Avrupa’da eşitsiz paylaşımın sonucu biriken ve yoğunlaşan enerji harici unsurlara yönlendirildiği gibi daha sonra kilisenin kendisine de döndü. Bununla birlikte geçmişin travmatik temel etkilerini hiçbir zaman üzerinden atamadı ve ağırlıklı olarak bunu hissettirdi. Dolayısıyla dünyanın kahir ekseriyetinin maruz kaldığı sömürgecilik realitesini bu geçmişin birikiminden ayrı düşünmek olanaksızdır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber’le Medine’de yeniden doğan İslam Medeniyeti dünyaya çok önemli bir değer, bir miras bırakıyordu: her farklılığın huzur içinde varlığını sürdürebileceği ortak bir çatı, başka bir ifadeyle çok kültürlü yaşam. Bir anlamda floranın yeşilliğini koruduğu ve teminatının bal arısı olduğu bir ortam. Buradan bakıldığında Hz. Peygamber’in mü’mini bal arısına benzetmesi anlamını kazanmaktadır. Belki de Enfâl 8/39’dan ve Hacc 22/78’den anlaşılan mana da böyle bir mantaliteyi ortaya koyuyor. Bu mantalite etkin olduğu müddetçe coğrafyalar sükun buluyordu.

Bu açıklamalardan hareketle geçmişten günümüze Afrika’ya bakacak olursak hala dünya gündemindeki önemini korumaya devam ettiği görülecektir. Aslında kadim kıta, insanlık tarihindeki birçok önemli gelişmeye ev sahipliği yapmıştır. Haddi zatında Afrika insanlığın neş’et ettiği en kadim kıtalardan biridir. Mısır medeniyeti gibi antik medeniyetlerin içinden çıktığı Afrika İskenderiye, Kayrevan, Kahire, Tinbüktü ve Zenzibar (Zengibar) gibi köklü uygarlık merkezlerini tarihe kazandırmıştır. Kartacalı kilise babaları Tertulyan (155-240) ve Cyprian (200-258) Afrikalıdır. Diğer taraftan dönemin Habeşistan Necaşisi (kralı) Ashame b. Ebcer (ö. 9/630) tarafından hürmetle karşılanan Müslümanlar için Medine’den önce ilk hicret yurdudur. Hz. Ömer’le (ö. 23/644) birlikte başlayan süreçle birlikte Kuzey Afrika fetihler yoluyla İslam’ın yurdu olmuş ve daha sonra Sahra’ya, Batı Afrika, Doğu Afrika ve güneyine doğru, ticaret, eğitim ve sufi hareketler yoluyla İslam, kıtanın asli bir unsuru olarak yerleşmiştir. Aynı zamanda İslam, farklılıkların ve kıtanın kendine has geleneklerinin var oluşu ve birlikte yaşamın teminatı olmuştur. Diğer taraftan Avrupa medeniyetinin gelişmesine önemli katkısı olan Endülüs’ün fetih üssü yine Afrika olmuştur. Ayrıca, Müslüman toplumların Hz. Peygamber’e muhabbetinin ifadesi olan mevlit geleneğinin de Tunus ve Mısır’dan neş’et ettiğini görmekteyiz. Afrika’nın daha birçok insanlığa katkısından bahsedilebilir.

Sonuç itibariyle Afrika sadece Müslümanlar için değil tüm dünya açısından büyük bir öneme sahiptir. Bununla birlikte tarihte olmadığı kadar da bir çıkar çatışmasının arasında hırpalanmaya devam etmektedir. Geçmişinde yaşamış olduğu sömürgeci geçmişin bunda etkisinin derin olduğunu ifade etmek gerekir. Her ne kadar Müslümanlar ve XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlılar, kıtayı bir değirmen gibi öğüten ve kendi iç dinamiklerini tüketen sömürgeciliğe karşı Afrika’yı muhafaza etmiş olsa da bu çark özellikle XIX. yüzyılla birlikte ciddi anlamda kıtayı dönüştürmüştür. Tarihe kara bir leke olarak geçen köleliğin kaynağı olarak kullanılan kıta hem etnik hem de dini anlamda oluşturulan toplum mühendislikleri üzerinden öğütülmeye devam edilmiştir. Sömürgecilik bu anlamda kıtanın genetiğiyle oynamış ve kimliksizleştirmeye çalışmıştır. Bir zamanlar Belçika sömürgesi olan Ruanda’da oluşturulan Tutsi-Hutsi ayrımı ve çatıştırılması bunun en ibretamiz örneklerinden birisidir. Haddi zatında bu iki faktör hala günümüzde de etkin bir şekilde kullanılmakta ve dahi Libya örneğinde görüldüğü üzere ortaya çıkabilecek alternatif güçler etkisiz hale getirilmektedir.

Kıtadaki gelişmeler, dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelerden ayrı olarak değerlendirilemez. Kaldı ki Müslüman dünyanın önemli bir parçası olan Afrika’nın bugünü ve geleceği bu dünyanın diğer bölgelerindeki sorunlarla benzer bir takım realitelerle karşı karşıyadır. Bu bağlamda da Selefiliğin önemli bir yer işgal ettiği görülmektedir. Afganistan’daki el-Kaide ve Suriye ve Irak’taki DEAŞ benzeri Afrika Sahil bölgesinde Ensaru, Nijerya’da Boko Haram ve Somali’de eş-Şebâb gibi örgütler bulunmaktadır ve bunlar da selefi söylemi ön plana çıkarmaktadır. Tabii selefi söylemi, ortaya çıktığı şartları da göz önünde bulundurarak tek bir kalıpta değerlendirmek te doğru olmayacaktır. Öncelikle kısa bir tarihi yolculuk yapmak gerekmektedir.

İslam düşünce tarihine bakıldığında iki düşünme tarzının ön plana çıktığını görmekteyiz: yorumu temel alan Ehl-i Re’y ve yoruma karşı olan söz ve nakil varsa onu herhangi bir kıyas ameliyesine tabi tutmayan Ehl-i Hadis. Bu iki tarz, tarih boyunca İslam düşünce geleneğini fikirsel anlamda çatışarak ve tartışarak inşa etmiştir. Mutezili, Eş’ari ve Hanefi-Mâturîdî gelenekler Ehl-i Re’y bağlamında genel itibariyle değerlendirilerek söz konusu geleneğin terakkisinde ve global bir söylemin oluşturulmasında büyük bir paya sahip olmuşlardır. Buna karşın özellikle Hanbeli çizgide devam eden Ehl-i Hadis geleneği İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ile birlikte Selefiyye şeklinde ifadesini bulmuş ve özellikle Müslümanların buhran zamanlarında revaç gören bir anlayış olmuştur. Kendisini Selefi hareketler olarak nitelendiren örgütler her ne kadar geçmişteki bu anlayışın çerçevesini tam olarak yansıtmasa da beslendikleri kaynak olarak bu kanalı göstermektedirler. Aynı zamanda bu temelden hareketle, söz konusu hareketler küresel güçler tarafından ön plana çıkarılmaktadır.

Şimdi günümüzdeki bu realiteyi değerlendirme noktasında akademik olarak bir takım eksiklerin de olduğu görülmektedir. Nitekim bu bağlamda kavram üretimi bakımından bir takım sıkıntılar yaşanmakta ve özellikle Batıda üretilen kavramlara mahkûm bir skalada söylemlerin geliştirildiğine şahit olunmaktadır. Bu durum da kavramları üretenlerin, içeriklerine yükledikleri anlamı ister istemez yansıtmayı beraberinde getirmektedir. Haddi zatında “selef” ve “cihat” gibi kavramlar sadece bir kliğin değil İslam düşüncesindeki tüm geleneklerin büyük önem atfettikleri kavramlardır. Dolayısıyla bunların bir takım aşırılıkları ifade etmekte kullanılması totalde İslam düşüncesini mahkûm etmek olacaktır. Diğer taraftan bu düşüncenin temel dinamikleri olan Eş’arilik, Hanefilik-Mâturîdîlik vb. yapıların görmezlikten gelinmesi ve söz konusu hareketlerin söylemlerindeki sathiliğin ve sun’iliğin bütün bir İslam düşüncesini yansıtmak amacıyla ön plana çıkarıldığı gibi art niyetli bir toplum mühendisliğinin de olduğu düşünülürse olayın vehameti daha iyi anlaşılacaktır. Bu noktaya hassaten dikkat çeken çağdaş İslami hareketler uzmanı Hilmi Demir, Teolojik Selefilik, Kültürel Selefilik, Siyasal Selefilik ve Radikal Selefilik şeklinde dörtlü bir ayrımın önemine dikkat çekmektedir. Günümüzde özellikle şiddetle öne çıkan hareketlerin “Radikal Selefilik” kavramsalı altında değerlendirilmesini önermektedir. Radikal kavramı burada önemlidir. Zira radikalleşmeyi tetikleyen siyasal katılım yollarının kapalı olması, kültürel ve ideolojik nedenler, etnik milliyetçilik, yoksulluk ve dış tehdit unsurlarının desteği gibi birçok etmen vardır. Diğer taraftan Hilmi Demir, dünyanın birçok yerindeki sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel vb. anlamdaki dengesizliklerin eleştirilmesi bağlamında özellikle 1990’larla birlikte küresel protest sol söylemin yerini Radikal Selefiliğin aldığını belirtmektedir.

Bu çerçeveden hareketle bu sorundan Afrika’nın da payını aldığını ifade edebiliriz. Esasında kültürel kodları itibariyle “Afrika İslam’ı genel hatlarıyla sufi, Mâlikî, törensel, hiyerarşik ve barışçıl bir İslam olmasıyla ön plana çıkıyor; birçok konuda milliyetçi bir kimlik sergiliyor.” Bununla birlikte küresel güçlerin kıta üzerindeki güç mücadelesinin yanında Şii-Radikal Selefilik kutuplaşmasının tehlikeleri de kıtayı tehdit etmektedir. Dengesizliğe karşı protest söylem bağlamında İran devriminin de revaç görmesi ve ilerleyen süreçte bu kutuplaşmada bir zemin oluşturması dikkat çekicidir. Ancak bir takım küresel söylem iddialarının dönüp dolaşıp kendisini de vuracağını gözden kaçırmamak gerekir. Nitekim Batının böyle bir vakıayla karşı karşıya olması gibi Şii inanç köklerine bağlılığından hayal kırıklığına uğrayan kimi gençlerin de radikal selefi eğilimler gösterdiği kimi araştırmacılarca ifade edilmektedir.

Sonuç itibariyle burada genel hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılan sorunun ve kutuplaşmanın meydana gelmesinde Batının toplum mühendisliğinin etkin olduğunu söylemek mümkündür. Birçok kronik problemle uğraşan Afrika ülkelerinin, her ne kadar 1960’lardan itibaren bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da, söz konusu problemlerin çözümünde ciddi sıkıntı yaşayacakları ve sömürgecilik öncesi konumlarını yitirdikleri için bir düzen tutturmalarının zor olacağı gözükmektedir. Bu nedenle, kavga etmemenin sebebi olması gerekirken kavga etmenin sebebi olarak dayatılan mezheplerin ve oluşturulmak istenen çatışmanın arkasında esasında iktidar kavgasının olduğu anlaşılmak zorundadır. Tarihi, dinsel ve kültürel ortak bağlarının tekrar farkına vararaktan Müslümanların ciddi anlamda insan kaynakları politikası geliştirmeleri ve kendi kavramlarını üreterekten kendi sorunlarını çözecek bir seviyeye kavuşmaları, belki uzun soluklu ve zor bir süreç olarak gözükse de, en etkili ve nihai yol olacaktır.

 

Kaynakça

Abdulcelil et-Temîmî, “XVI. Yüzyılda Kuzey Afrika’daki Osmanlı-İspanyol Mücadelesinin Dini Arka Planı”, çev. Mehmet Özdemir, İslâmî Araştırmalar, XII/2 (1999): 179-190.

Abdurrahman Ali, “Değişim Açısından Afrika’da İslam”, Değişim Sürecinde İslâm (Kutlu Doğum Haftası: 1996) Sempozyumu, (Ankara: TDV Yayınları, 1997), 61-63.  

Adem Apak, “Kuzey Afrika’da İlk İslâm Fetihleri”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 17/2 (2008), 159-173.

Adem Arıkan, “Nijerya’da Selefîler”, İlahiyat Akademi Dergisi, I/1-2 (2015): 283-302.

Ali Mazrui, “İslam’da, Afrika’da ve Batı’daki Köleliğe Karşılaştırmalı Bir Bakış: Ahlaki İlkeler Ve Tarihi Tecrübe”, II. Uluslararası İslam Düşüncesi Konferans I, İstanbul, 25-27 Nisan 1997, (İstanbul: İBB KİDB Yayınları, 1997), 260-278.  

Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, thk. Şuayb el-Arnaut, (Beyrut: er-Risale, 1997), hadis no: 6872, XI, 458.

Ahmet Kavas, “Afrika”, Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar (III. Kutlu Doğum İlmi Toplantısı), İstanbul, 9-10 Mayıs 1998, (İstanbul: İSAM, 1999), 131-152.

__________, “XXI. Yüzyılda Afrika Havzası”, XXI. Yüzyılda İslâm Dünyası ve Türkiye (Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı), İstanbul, 28-30 Mart 2003, (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2003), 205-220.

__________, “Afrika’da İslam’ın Yaşatılmasında Türklerin Hayati Önemi”, Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyete Katkıları Sempozyumu, Isparta, 31 Mayıs-1 Haziran 2007, ed. İsmail Hakkı Göksoy ve Nejdet Durak, (Isparta: SDÜ İlahiyat Fakültesi, 2007), 87-90.

__________, “Afrika’dan İslâm Dünyasına Yayılan Bir Gelenek: Mevlid”, Din ve Hayat: İstanbul Müftülüğü Dergisi, 1 (2007): 44-51.

__________, “Afrika’da Türklerin Hâkimiyeti ve Kurdukları Devletler”, Tarih Tarih, https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381794&/Afrikada-T%C3%BCrklerin-Hakimiyeti-ve-Kurduklar%C4%B1-Devletler-/-Dr.-Ahmet-Kavas-, erişim tarihi: 10.01.2017.

Ahmet Özel, “Doğu Afrika’da İslâmiyet”, TDV İslam Ansiklopedisi, (İstanbul: İSAM, 1998), I, 435-439.

Davut Dursun, “Din (Afrika)”, TDV İslam Ansiklopedisi, (İstanbul: İSAM, 1998), I, 428-435.

Emrullah Demir, “Prof. Dr. Ahmet Kavas: Mezhep Çatışması Yok, İktidar Kavgası Var” (Röportaj), Timealem, http://www.timealem.com/prof-dr-ahmet-kavas-mezhep-catismasi-yok-iktidar-kavgasivar_d473.html, erişim tarihi: 10.01.2017.

Hilmi Demir, “Selefiliğin Yayılışı ve İslam Düşüncesinin Geleceği”, USGAM, http://www.usgam.com/tr/index.php?l=800&cid=1186&bolge=0, erişim tarihi: 10.01.2017.

_________, “Radikal Selefi Hareketler ve Terör Örgütleri: Kavram ve Teorik Çerçeve” (Değerlendirme Notu), TEPAV, Şubat 2016.

İbrahim Tığlı, “Afrika’da Suudi Arabistan-İran Rekabeti”, Gerçek Hayat, http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/afrikada-suudi-arabistan-iran-rekabeti/, erişim tarihi: 10.01.2017.

Kadir Özköse, “Başlangıçtan Günümüze Kadar Afrika’da İslam ve Tasavvuf”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, III/7 (2001): 157-184.

Mehdi Khalaji, “Fars Selefiliğinin Yükselişi”, Mepa News, http://www.mepanews.com/analiz/1002-fars-selefiliginin-yuekselisi.html, erişim tarihi: 10.01.2017.

Muhammed Salim Vild Muhammed, “Afrika Sahili’nde İlmi Selefilik ve Cihat Haritasındaki Konumu (1)”, Aljazeera, http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/afrika-sahilinde-ilmi-selefilik-ve-cihat-haritasindaki-konumu-1, erişim tarihi: 10.01.2017.

__________, “Afrika Sahili’nde İlmi Selefilik ve Cihat Haritasındaki Konumu (1)”, Aljazeera, http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/afrika-sahilinde-ilmi-selefilik-ve-cihat-haritasindaki-konumu-2, erişim tarihi: 10.01.2017.

Mustafa Selim Yılmaz, Kumran Yazmalarının Ahit Geleneği Çerçevesinde Değerlendirilmesi, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2013.

­­­__________, “İslami Düşünce Tarihinde Bir Anlama Biçimi Olarak Selefilik Üzerine Bir Deneme”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 3/3 (2014): 532-553.

__________, Ortadoğu Denkleminde Selefi Düşüncenin Yeri Üzerine”, Ortadoğu Analiz, 7/70 (2015): 14-16.  

Ousmane Kane, “Müslüman ·Afrika ve Modernleşme Tecrübesi”, Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye (Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı), İstanbul, 17-19 Kasım 2000, ed. Sabri Orman, (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2001), 163-176.

Rıza Kurtuluş, “Afrika’da Başlıca İslami Cihad ve Direniş Hareketleri”, TDV İslam Ansiklopedisi, (İstanbul: İSAM, 1998), I, 426-428.

Share.

Yazar Hakkında

Dr. Öğr. Üyesi, Karabük Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, s.mutekellim@gmail.com

Yorum Yap